KAYBOLUŞ
“Sahiden, kirli bir nehirdir insan. Kişinin, kirlenmeden kirli bir nehri içine alabilmesi için derya olması gerekir.”
Friedrich Nietzsche
Yavaş yavaş Sinan’ın kendini var etme uğraşına girdiğini, düşük tempodaki çırpınışlarına şahit olmaya başlarız artık. Bu çırpınışların odak noktasında ise üniversite hayatı boyunca yazdığı deneme metinlerini topladığı kitap dosyasını yayımlatma isteği vardır. Sinan ne kadar kısa sürede kitabını yayımlatırsa, o kadar kısa sürede kendini kanıtlamış olacak ve belki de babası İdris ile olan rekabeti kazanacaktır.
Kitabı yayımlatma sürecine girmeye başladığı için Sinan’ın paraya ihtiyacı vardır ve bunun için harekete geçer. İlk hamlesi de belediye başkanının yanına gitmek olur. Belediye başkanı ile konuşması kendini tanıtması ile başlar, kısa süren tanışma faslından sonra kitap konusuna girer Sinan, burada kitap bastırmanın maliyetinden ve içeriğinden bahseder. Fakat içeriğe gelindiğinde Sinan epey iddialı cümleler kurar ve oraya (Çanakkale’ye) özgü alışılmış metinlerin dışında bir yerde konumlandığını belirtmeye çalışır, bir kabuk kırma çabasıdır bu.
“Bu arada öyle belgesel, turistik, bölgeyi tanıtıcı yazılar gibi de anlaşılmasın yani. Tabii ki ilhamını bu topraklardan alan ama belli bir edebi kaygıyla dramatize edilmiş, kişisel metinler bunlar. Hiçbir inancın otoritenin, ideolojinin etkisinde kalınmadan yazılmış, samimi itiraflar yani…”
Sinan’ın dosyasını anlatmasıyla belediye başkanının epey ilgilendiğini fark ederiz, hatta ara ara kısa sorular sorar ama bu ilgilenmenin gitgide bir alışılmış dil üzerinden, alışılmış bir sürecin ezbere konuşmaları olduğunu anlamamız çok fazla sürmez. Sözgelimi uyuşturucu etkisi yapan politikacı dilidir bu, ayrıca Sinan’ın da devlet mekanizması ve iktidarla kısa bir imtihanıdır bu görüşme. Hatta konu bir ara başkanının odasının kapısını neden söktürdüğüne kadar gelir.
“…Çünkü ben göreve gelir gelmez ilk iş olarak söktürdüm o kapıyı da ondan yok. Peki neden söktürdüm? Çünkü bizim kapımız herkese açık. Kimseden gizlimiz saklımız yok da ondan. Halkla mesafeli olmak artık eskilerde kaldı.”
Foucault, iktidarın her zaman hayır diyen ve baskıcı bir mekanizma olmadığından bahseder; iktidar sürekli bir baskı mekanizması olsaydı, elbette ona itaat eden konumunda olmazdık. Bu tarz, tıpkı belediye başkanının kapı örneği gibi, halka nesne konumundan özneye doğru perdesiz yaklaşma fırsatı sağlayarak da bu ilişkiyi normal ya da daha zararsız bir sürece sokar. Dönelim.
Belediye başkanıyla olan görüşmesi olumsuz geçmiştir Sinan’ın. Belediye başkanı açısından ise durum başarılıdır. İktidar yine rahat bir nefes almıştır. Ayrıca konuşma esnasında belediye başkanı kasabanın bir esnafını önerir Sinan’a. Kum ocağı işleten İlhami’dir bu kişi. Belediye başkanı onu anlatırken de “Çok kitap okur o, odası kitaplarla dolu, göreceksin zaten” der.
Sinan’ın bu başarısız girişiminin ardından arayışı devam eder. İlhami’nin yanına gitmeden önce başka bir bölüme değinmemiz lazım. Kasabadan çıkmış, kendini kanıtlamış yazar olan Süleyman ile kitabevindeki görüşme.
Bu sahne Sinan’ın kendini gerçekleştirme uğraşında giriştiği, kitabını bastırmanın altında yatan kaygılarını ve edebiyata bakışını görmemiz açısından da önemli bir sahnedir. Bir kitabevinde, Süleyman’a birkaç şey sormak için izin isteyip oturur. Muhabbet gitgide derinleşir. Sinan’ın neler yazdığına dair Süleyman, “Çanakkale ve çevresini anlatan tanıtıcı yazılar mı” yazdığını sorunca Sinan, asla öyle bir şeyler olmadığını vurgular. Alışılmış bölgeyi tanıtıcı yazılardan ve yazarlık açısından bir yorumlama girişimi esnasında Nietzsche’den bir alıntıyla kendi sanatsal kaygısını vurgular: “Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır.”
Süleyman ile Sinan’ın uzun süren, edebiyat ve kaygılar üzerine sürüp giden diyaloglarında, Sinan’ın bu kısa alıntısı onun estetik algısı, dünya görüşü ve filmin başından beri şahit olduğumuz ve ilerledikçe daha da şahit olacağımız karakterine bir alt metin sunar. Ayrıca Süleyman iyi bir yazarı tanımlarken fedakârlıklar, şartlar ne olursa olsun zorluklara karşı mücadele etmeyi öğütlerken, Sinan “gerekirse yakın çevresini kullanmak da dahil mi bu duruma” minvalinde bir soru attığında, Süleyman, “gerekirse evet” der. Sinan’ın Nietzsche’den yaptığı alıntıdan hariç, gizil bir Nietzsche kavramıyla karşılaşırız burada: Üstinsan.
Nietzsche, üstinsan’ı açıklarken kendini gerçekleştirmenin kıyılarında gezinir. Üstinsan neredeyse insan’ın da bir kademe yukarısındadır. Sözgelimi insanın gözünde bir hayvan ne ise, üst insanın gözünde de insan odur. Bir şeyleri gerçekleştirmemiş, daha önemlisi kendisini gerçekleştirmemiş olan insan’ın. Fakat burada Sinan’ın estetik ve sanatsal kaygılarında görmeye başladığımız ve kendisinin de belirttiği Nietzsche’ye yaslanan düşüncelerinin tam olgunlaşmamış olduğunu sezmemiz çok da zor değildir. Sinan, olguların olmadığı yorumların olduğundan bahsederken, her şeye bir yorum olarak yaklaşmaya çalışır, bu yorum meselesi halatını Platon’a kadar çekebilir, “taklidin taklidi”ne doğru uzanabiliriz. Fakat Sinan bize her açıdan net çizgiler çekilmiş poetikasını bir türlü sunmaz. Önceki bölümde bahsettiğimiz kinik düşüncelerde boğulur gider. Üstinsan’lık yolunda ilerler ama buna en kısa yoldan ilerlemeye çalışır. “Başarı için, her şeyi gözden çıkararak.”
“Aklım dediğim şey ne ki?”diyor Nietzche, “Bir aslanın yiyeceğine duyduğu ihtirası, bilgi karşısında da duyuyor mu? Yoksulluk, kirlilik, acınası rahatlıktan başka nedir ki?”[1]
Sinan’ın Belediye Başkanı ve Çanakkale’nin en meşhur yazarıyla görüşmesinin ardından bakıldığında yukarıdaki “erdemim dediğim şey ne ki?” cümlesine doğru hızla yürüdüğünü fark ederiz. Bu bağlamda Belediye Başkanının, yanına gitmesini önerdiği Kumcu İlhami ile olan görüşmesi bu genç yazar adayının tam olarak yıkıma uğradığı sahne olur. Belediye Başkanının belirttiği, kitaplara olan ilgisinden tanıdığımız İlhami’nin hemen arkasında duran beş altı raflık kitaplığı kısa bir an gözümüze çarpar, tabii Sinan’ın da. Kitaplıkta Adam Fawer’ın Olasılıksız’ı, Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık’ı, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabı ve birkaç raf daha farklı farklı kitaplar vardır. En üst rafta da bizi Temel Britannica ansiklopedisi karşılar. Kitaplarla ilginin, popüler kitaplarla ve “her rafın olmazsa olmazlarıyla” sürdüğü bir yerde, kafamızda da Sinan’ın Çanakkale-Çan-Köy arasında sıkışıp kaldığı dünyadaki okurluk düzeyi gezinir durur. Büyük umutlarla geldiği İlhami’nin ofisinde, İlhami’nin –Belediye Başkanından alışkın olduğu– diliyle ve o göze çarpan kitaplığıyla karşılaştığında acaba Sinan’ın zihninden neler geçer? Okurluk üzerine düşünmüştür diye tahmin ediyorum kendimce. Kitap okumanın ayrımını mı yapıyordur Sinan?
Umberto Eco Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti kitabında okurluk üzerine düşünür. Örnek Okur ve Ampirik Okur incelemeleri yapar. Örnek okur sürekli kendini geliştiren, okudukça kendine yeni okuma yolları açan, neredeyse yazarla birlikte gelişen ve bazen de yazarla anlaşma bile yapan bir okur profilidir. Bu, okurun –tıpkı yazar gibi– sürekli aktif olduğu bir okuma biçimidir. Peki, İlhami ve kitaplığı, Eco’nun “kitaplarla çevrili bir okuma yolculuğuna benzettiği” ormanın neresindedir? Sinan’ın İlhami ile diyaloğu, Belediye Başkanıyla yaptığı konuşma temposundaki gibi ilerler. Politik kaygılara toslayan Sinan, yine alışılagelmiş olan “Çanakkale’yi tanıtan kitaplar” açmazına doğru sürüklenir. Nihayetinde bu başarısız konuşmadan sonra yıkım gerçekleşir. Kitabı bastırmanın tek yolu yine kendisinde biter. Bunun farkına varır ve kitabını bastırabilmek için babası İdris’in köpeğini –Arap– satacaktır.
İdris’in yuvaya dönüşünü bir önceki bölümde Odyseus’un yuvaya, evine dönüşüne yaklaştırdığımızda ikisini de tanıyan köpekleriydi. Sinan’ın köpeği satmasının altında ne yatar peki? İdris’i cezalandırma fikri akla daha yatkındır sanırım. Ya da bir diyet ödeme midir bu? Sinan, babalık kurumunu terk etme yolunda ilerleyen İdris’in köpeği Arap’ı, onu tanıyan tek canlıyı satar; diyet böyle ödenir belki de.
Bütün yaşananların ardından kitap yayımlatma sürecinde çırpınıp duran Sinan’ın bir sekansı bunca anlam çabasını özetler niteliktedir. Sinan odasındaki elbise dolabını açar, kapağın iç kısmında üç yazarın fotoğrafını -sırasıyla Sait Faik, Albert Camus ve Emil Michel Cioran- görürüz. Sinan’ın açmazı veya kayboluşu da burada somutlaşır. Kitabı bastırdıktan sonra annesiyle konuşmasında insanları sevmediğinden, insanlara karşı tahammülü olmadığından bahseder. Dünya ve hayat namına büyük sözler söyler. Camus’nün dünyanın berraklıktan uzak olmasını ve bir bakıma bu bulanık sularda anlam aramanın “absürd” sonuçlara yol açtığını hedefleyen görüşlerine sırtını dayar, ama öte yandan cümlesini tamamlarken “İnsanları sevmeyen biri de nasıl yazar olacaksa artık!” diyerek gülümser. Arkada, Sait Faik bulanık bir görüntü oluşturur.
İnsanlara karşı nefretinde bile kararsızdır. Çanakkale-Çan-Köy taşrasında, ne Üstinsan’lığa doğru adım atabilmiştir ne de kendini tanıyabilmiştir. Kitabı yayımlatmakla kendisi bastırmak arasında bir yerlerde sıkışmıştır. Kitabını “bastırmıştır” artık. Onun basılan kitabıyla bakıştığı an aklımıza Cioran’ın Birkaç çıkmaz Yol Üzerine Mektup’u gelir. Sinan’a bir mektup vardır: HEP İNANMIŞTIM, aziz dostum, siz taşra tutkunları orada ilgisizliğe, küçümsenmeye, sessizliğe alışırsınız. Bir kitap hazırladığınızı duymak pek sürpriz olmadı benim için! Sizde müstakbel bir canavarın belirdiğini gördüm hemen: olacağınız yazar. “Bir kayıp daha” diye düşündüm. Utandığınızdan düş kırıklığımın nedenini sormaktan geri durdunuz; zaten onları size sözlü olarak iletebilecek durumda değildim. “Bir kayıp daha, yeteneği tarafından mahvedilmiş biri daha,” diye yineleyip duruyordum…[2]
Furkan Pişgin
[1] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İstanbul, Say Yayınları, 2011, s.35
[2] E.M. Cioran, Var Olma Eğilimi, İstanbul, Metis Yayınları, 2016, s.85
Yazının ilk bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
Yazının üçüncü bölümünü buradan okuyabilirsiniz.