2.Kasım.18

Önce bilmeyenler için kısa bir özet: Bir süredir futbolda VAR adlı bir uygulama var. Adı, İngilizcesinin baş harflerinden geliyor: Video Assistant Referee. Yani, maçtaki orta hakemi “asiste” eden, ona yardımcı olan bir uygulama. Diyelim tartışmalı bir pozisyon oldu, hakem penaltı verdi. Maçı kameralar aracılığıyla izleyen başka bir hakem (hakemler) orta hakeme (kulaklık ve mikrofon yoluyla) “hacı, sen penaltı verdin ama değil gibi sanki, gel kenara bir de ekrandan izle o penaltı verdiğin pozisyonu” diyor. Hakem, eğer isterse gidip izliyor ve kararını değiştirebiliyor. Bizim süper ligde de (adıyla sanıyla Lefter Küçükandonyadis sezonunda) bir süredir uygulanıyor.

Ben bu uygulamadan haberdar olduğumda ziyadesiyle rahatsız oldum. Tamam, profesyonel futbol uzun süredir “oyun”la bağını kopardı. Futbolun oyun zevkiyle, yetenekle, hevesle heyecanla bir bağı kalmadı. Biliyoruz. Nedir, bu uygulamada rahatsız edici olan şey “insani” olan hatadan, zaaftan giderek arınmak isteyen “makine” aklı. Bu kafaya göre, ne bileyim, satranç müsabakalarını da bilgisayarlar oynamalı. Bir dikkatsizlik, odaklanma eksikliği ya da düpedüz bir zeka aksaması olmaz o zaman. İyi de nerede insani kusurlar, hatalar, zaaflar? Neden korkuyoruz ki bu kadar hatalarımızdan?

Hatalı kararlar verilmiyor mu futbol müsabakalarında? Veriliyor. VAR varken de veriliyor ama. Üstelik zaten azalmış olan oyun zevki, ikide bir araya giren VAR yüzünden yok oluyor ve tahmin edebileceğiniz gibi “tartışmalı” pozisyonlar netlik kazanmıyor. Yine aynı tartışmalar, kavgalar. Çünkü mevzu futbol değil para.

3.Kasım.18

Gülten Akın’ı 3 sene önce kaybetmiştik. Daha doğrusu, Gülten hanımın biyolojik yaşamı sona erdi üç sene önce. Bugün, Mülkiyeliler’de anma etkinliği vardı, Mahmut Temizyürek konuştu. Dinleyiciler de katkıda bulundu. Anılar dinledik, Gülten Akın’ın şiiri üzerine konuşuldu. Hatırlamak iyi oldu.

89515-563a033b18c7736a783e898c

Üç sene önce, cenaze töreninden sonra şöyle yazmışım: “Yazdan kalma bir öğle. Kocatepe camii. Birkaç tanıdık yüz. Uğurladık Gülten Akın’ı. Erkekler namazını kıldı, kadınlar tabutunu taşıdı. Bir kadın şiir okudu giderayak. Güz. Hatta güzün son günüydü.”

Kışın ilk günü de denebilirmiş. Yani, kalbin elem günleri.

***

Kızılay’da akşamları başka bir dünya kuruluyor. Akşamın inmesiyle birlikte işportacılar çıkıyor ortaya. Saatten süt mısıra, iç çamaşırdan “sigara kokusu alan” mumlara, küpeden ayakkabıya, patikten parfüme, kitaptan nohutlu pilava, tavladan içliğe, ışıklı tablolardan kemere, çoraptan ahşap oyma oyuncaklara kadar ne ararsanız var. Aramadıklarınız da var. Her şey var. Üstelik tam Yüksel girişine kurulan seyyar köfteci ve (bazı zamanlarda tam metro çıkışına konuşlanan) Gypsy trio da cabası. Tam bir şenlik!

4.Kasım.18

Çetin Altan’ı hiç okumamış değilim. Ve fakat Selahattin Özpalabıyıklar’ın “Göndermeler” kitabında (daha çook açacağım bu kitaptan) Refik Halid’in, henüz 25’indeki Çetin Altan’ı, Akşam gazetesindeki yazılarından ötürü tebrik etmek için aradığını öğrenince tekrar el attım üstadın yazılarına. Uçuk adlı kitabındaki yazıları okudukça memleketteki “sorunların” kırk yıl önce de aynı olduğunu görüyor insan. İşte bir tanesi, 5 Aralık 1988 tarihli ve “Yakası Açılmadık Sorular” başlıklı yazısından: Okul çocuklarını her sabah ilk dersten önce çift sıralar halinde dizip her bir ağızdan “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye bağırtmakla, onların yaşam boyu, doğru ve çalışkan olacaklarına inanıyor musunuz?

11.Kasım.18

Dolmuşta otobüste serviste kafede iş yerinde her yerde, günlerdir çalan bir şarkı sonunda zihnimin içine işledi. Candan Erçetin’in şarkısı galiba. Kim korkar hain kurttan senin o küçük egondan tralay lay falan filan. Candan Erçetin’i severim ama açıkçası milyon tane benzeri olan, sıradan, vasat bir şarkı işte. Ve fakat o kadar çok çalınıyor ki kulağıma dilime yapıştı.

Ey okur, kitaplarda olan da bu işte! Senin gözüne gözüne soktukları kitaplar var. Bunlar her zaman iyi kitaplar olmayabiliyor. Hatta, üzülerek, genelde kötü kitaplar oluyor. Kitap eklerinde sosyal medyada kitapçılarda önüne serilen kitaplardan bahsediyorum.

Çözüm mü? Biz bir garip günlükçüyüz, şifa bizde ne gezer! Nedir, tek çözümü var bu işin: Gusto sahibi olmak. Böylece, ancak ve ancak iyiyse yersiniz önünüze sürülenleri. Siz hiç Vedat Milor’un kötü yemek yediğini gördünüz mü?

***

Bir Film Bir(kaç) Cümle

Climax (2018): Gaspar Noé’nin yeni filmi. Baş döndürücü ve nefes kesici! Mecazen söylemiyorum. Kelimenin tam anlamıyla böyle. Filmin sonlarına doğru baş dönmesi ve nefes kesilmesinin yanı sıra karın kaslarım da epey gelişti. Çünkü kasılmaktan karnım ağrıdı. İzlerseniz abartmadığımı göreceksiniz. Karakterler uyuşturucu maddenin etkisi altına girdikçe, eş zamanlı olarak kamera ve müzik de “kopuyor”. Görüntü ters dönüyor, yan dönüyor, her şey çığrından çıkıyor. Enfes bir deneme.

Bu arada, filmi izlemek için Kızılay Büyülüfener’e gittiğimde afalladım. Epey kalabalıktı ve gişelerde sıra vardı. Kısa şaşkınlıktan sonra aydım duruma: Müslüm filmine gelmişlerdi. Küçümseyecek değilim, film filmdir. Üstelik izlemedim de Müslüm filmini, yorum yapamam. Nedir, keşke “normalde” sinemaya gelmeyip Müslüm gibi filmlere akın eden insanları daha fazla film izlemeye, daha iyi filmler izlemeye çekecek bir şeyler yapılabilse.

Bartu Ben (2018): Dizilerden ve fakat Çoğunluk ve Kelebekler gibi iyi filmlerden de bildiğimiz Bartu Küçükçağlayan yazmış, Tolga Karaçelik yönetmiş. İkilinin Yekta Kopan’a konuk oldukları kısa bir söyleşiyi izlediğimde Bartu’nun kendisiyle, kurguladığı kendisi arasında çok da fark olmadığı gibi bir algıya kapıldım. Tabii ki böyle değil durum. Kurguyu anlamayan nesle aşina değiliz. Nedir, dizide “kendisini” oynuyor, yani Bartu Küçükçağlayan olarak oynuyor. Leyla ile Mecnun ekibi de, bu bağlamda benzer bir iş yapmışlardı: Ben de Özledim. O da iyiydi. Ve fakat Bartu Ben daha farklı. Absürd mü? Bazen. Diziyi tek başına anlatmaya yetmiyor absürd ama yoğun bir “saçmalık” hissi geçiyor izlerken. Hayat gibi işte. Klişe olacak ama farklı bir iş. Oyunculuklar da çok iyi. “Dayı” Müfit Kayacan’a hususi dikkat isterim.

Departures (Son Veda, 2008): En iyi yabancı film Oscar ödülünü almış 2009’da. İyi film elbette; dokunaklı bir hikaye, güzel müzikler, iyi oyunculuk. Filmleri IMDb puanına bakarak izlemiyorum ama izleyeceğim filmin puanına şöyle bir bakmıyor değilim. Bu filmin IMDb puanı “birazcık” yüksek bence. Nedir, izlenmeli.

Museo (Müze, 2018): Paramparça Aşklar Köpekler’den beri izlediğimiz Gael García Bernal’in oynadığını görünce listeye almıştım filmi. Birkaç kez erteledikten sonra nihayet izleyebildik. Film, benim açımdan hiç mi hiç önemli olmamasına rağmen söyleyeyim, “gerçek” bir olaya dayanıyor: 1985 Noel’inde Carlos Perches Trevino ve Ramon Sardina Garcia adlı iki genç adam Meksika Ulusal Antropoloji Müzesine girip 124 paha biçilmez parçayı çalıyorlar. Maya kralı Pakal’ın maskesi de bunlara dahil. Bu maske önemli çünkü soygunculardan biri (Gael García Bernal) Pakal’a “takmış” durumda.

Hikayenin “gerçekte” nasıl bittiğini merak ediyorsanız söyleyeyim: Ancak 1989’da bulabiliyorlar soyguncuları. Yani, olaydan dört yıl sonra. Çünkü karşılarında çok profesyonel bir ekip olduğunu sanıyorlar. Oysa iki çapulcu vardır karşılarında. En azından, polisin kendi başarısızlığınadair açıklaması bu oluyor.

Nedir, filmde olaylar “gerçeğinden” daha farklı gelişiyor. Filmde hikayeyi bize aktaran kişi, soygunculardan biri. Diyor ki: “Güzel bir hikayeyi gerçeklerle berbat etmenin ne gereği var?” (Yine de söz gelimi, filmdeki Şehrazat, “gerçek” Princesa Yamal’ın bir “reprodüksiyonu” denebilir.)

Holivudvari bir “biyografi” ya da “gerçek olaylara dayanan” suç filmi değil bu. İspanyol sömürgeciliğinden aile içi “küçük kötülüklere” uzanan geniş bir yelpazede birçok şeye dokunuyor. Dinamik, iyi oyunculuklarla bezeli. Daha ne olsun?

Hamiş: Filmin senaryosu, 68. Berlin Film festivalinde ödüle layık görülmüş.

13.Kasım.18

Simültane Cinnet, kitaptan bir alıntıyla söyleyelim, tam da böyle bir ortak ürün: “[İki] yazarın bir olup örneğin ortak bir kitabın altına imza atmaları görülmüş şey değildir! Hangi yazar egosunu bastırır ve adının başka bir yazarla birlikte anılmasına neden olacak böyle deli saçması bir işe kalkışır?” (s. 46)

Enis Batur ve Yiğit Bener kalkışmışlar. Enis Batur zemini hazırlamış, santra vuruşuyla oyunu başlatmış, sonra da paslaşıp durmuşlar. Bilhassa çeviri konusuna kafa yoranların, çeviriyle ve dille uğraşanların okumasında fayda var.

Bu kitapta, kitabın kendisinden aldığım keyif hariç, iki husus sevindirdi beni.

Birincisi, rahmetli babaannemden başka kullananı görmediğim “mezeleme” sözcüğüne rastlamam: “Renk vermeden sadece ağızdan çıkan sözcükleri çevirmekle yetinsem, o sahneye tanık olan ve konuk işadamının dilini bilen herkesin anında sezdiği mezelemeye vakıf olamayacak tek kişi müşterim, yani bizim yerli işadamı olacaktı.” (s. 91)

(Çokbilmiş Word, “mezelemeye”nin altını çizip “bezelemeyi” öneriyor bana! Alın size makine aklı!)

İkinci husus biraz çetrefil. Meramımı en kestirme yoldan anlatmaya çalışacağım. Kitabın 119. sayfasında Robert H. Walker’ın Truth and Consequences adlı kitabından bahseder Enis Batur, ve şöyle devam eder:

Ne diyordu romancı, çevirmen-yazar kahramanın ağzından: “Kitapları en iyi biz tanırız”. Çevirmenin yazarından daha iyi kitabı tanıması akıldışı bir yaklaşım sayılmazdı.

Yazar burada sözdizimini bozmuş. Ve fakat bir süredir, bilhassa çeviri yaparken kafamın takıldığı bir soruna bir çözüm bulmuş da! Cümleyi Enis Batur gibi kurmazsak şöyle kurmamız gerekecekti:

Çevirmenin kitabı, yazarından daha iyi tanıması akıldışı bir yaklaşım sayılmazdı.

Ey okur, gördün mü başımıza geleni! Çevirmenin kitabı, yazarın kitabı tanıdığından daha iyi tanıması’ndan açıyoruz aslında. Nedir, çevirmenin kitabı, yazarı tanıdığından daha iyi tanıması’nı (da) demiş oluyoruz böylece.

O zaman, bu karışıklığı çözmek için şöyle dememiz gerekecekti:

Çevirmenin kitabı, yazarının tanıdığından daha iyi tanıması akıldışı bir yaklaşım sayılmazdı.

(Kurt Vonnegut’un ruhuna değsin) Falan filan…

Eh, çok da akla aykırı bir şey değil kitaptaki tercüman S.T.’nin “şâkülden inhiraf” durumu. Çünkü, geçiniz efendim çeviriyi meviriyi, insanın kendi düşündüğünü tam olarak yazıya aktarması veyahut yazıya aktarılmış olanı tam olarak anlaması ne kadar mümkün?

Hamiş: Geçen dünlükte bahsettiğim meçhul yazar, meğer Hermann Hesse imiş. Fotokopilerinin orasına burasına notlar çiziktirdiğim kitap da İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez imiş. Aygün Güçer’e bin teşekkür!

Onur Çalı