14.Kasım.18
Kimdi unuttum, “aynı filmlerden hoşlanmayanlar sevgili olamazlar” nevinden bir şey söylüyordu. Woody Allen mıydı? Yoksa Andy Warhol mu? (15 dakikalığına nur ol Andy!)
Sevgililiği bilemem de aynı müzikleri dinle(ye)meyenlerin iyi dost olamayacaklarına kalıbımı basarım. Düşünsenize, açmışsınız on numara bir klarnet taksimi dinliyorsunuz, içinizden (ya da dışınızdan) nur ol hafız! diye ünlüyorsunuz, o sırada hiçbir zaman çok iyi dost olamayacağınız o arkadaşınız geliyor yanınıza, “bu ne ya böyle, iftar programı müziği gibi” diye bir şey yumurtluyor! Haydaa, ne işin var çayda!
Şimdi, eğri oturalım doğru konuşalım, bu adamla ya da kadınla nasıl dost olabilirsiniz ki!
***
Hayal edin: Çalışma ortamınızda, ailenizde, okulunuzda biri var. Bu arkadaş, yazma uğraşına gönül ve emek veriyor olsun. Ve fakat ara ara (sıklıkla, durmadan, ya da boğmacasına) size kendi kitabından açıp duruyor. Söz gelimi, okuyun kitabımı deyip duruyor. Kısa bir süre sonra tekrarlıyor: Okusanıza kitabımı! Okudunuz mu? Ve/veya: Kitabıyla ilgili orada burada çıkmış haberlerin, yazıların, söyleşilerin, olumlu değerlendirme ve görüşlerin yer aldığı gazete-dergi küpürlerini (kesip dosyalamış olsun) çıkarıp çıkarıp burnunuza dayıyor, bak, diyor, bak bak. Ve/veya: Cebinde, çantasında taşıdığı bazı fotoğrafları, muhabbetin ortasında, alakasız biçimde çıkarıp gösteriyor size. Kitabının deniz kenarında, dağ başında, boyalı tırnakların eşlik ettiği kahve bardaklarının altında yanında, hatta ve hatta sahilde, suyun içinde, uçakta, gemide, dolmuşta, otobüste tramvayda çekilmiş fotoğrafları olsun bunlar.
Bu arkadaşınız (oğlunuz, eşiniz, iş arkadaşınız, dostunuz, sevgiliniz) hakkında ne düşünürdünüz?
Nedir, sosyal medyada az ya da çok yapıyoruz bunları ve gayet normal karşılıyoruz. Yanılıyor muyum?
16.Kasım.18
Beylik bir laf vardır hani, okurlar çok sevdikleri yazarlar için, okurluğun hayranlığa doğru evrildiği durumlarda, söylerler: Alışveriş listesi yazsa okurum. Abartılı bir övgü sözü gibi gelebilir ve fakat bir yazarı baştan aşağı kuşatmaya baş koymuşsanız eğer, bahse konu yazarın yazdığı alışveriş listesi dahi işinize yarayabilir.
Hem alışveriş listesini bile okumak isteyeceğiniz bir yazar, belli ki üslup sahibi, yazdığı dilin belini getiren, sözcüklerin özünü arı gibi toplayıp size bal olarak sunan bir kalem erbabıdır. O halde, elbette okunur onun her yazdığı. Edebiyat tarihçisi, araştırmacısı iseniz yazarın önemsiz karalamaları bile sizin için paha biçilmez bir değerdedir zaten. Nedir, kendi halinizde, aylak bir okur olsanız dahi ilginizi çekecektir o alışveriş listesi.
Sözü daha fazla yorup üzmeyelim: İletişim’in Edebiyat Takviminde okuduğum küçük bir Refik Halid Karay pasajını okuyunca düştü aklıma bu alışveriş listesi meselesi. Tam olarak (ş)öyle düşündüm: Refik Halid Karay ne yazsa okunur! Çünkü eminim, üstadın yazdığı bir alışveriş listesi olsa elimizde, o listeden bile müthiş keyif alırdık. O hayali listenin elimizde olduğunu düşünelim: Kimbilir nasıl tatlı anlatmıştır alınacakları. Hem belli mi olur bu işler, belki tam refikası Nihal Hanımefendinin dikte ettiklerini yazarken aklına bir şey gelmiş ve alınacak sabun, pirinç veyahut balık siparişinin arasına o müthiş çıkıntılarından (istitrâd) birini yapmıştır. Bunu elbette vasat bir yazarın yapacağı türden değil, harikulade bir incelik ve letafetle yapmıştır.
Böyle konuştuğuma bakmayın, Refik Halid Okurluğu denen büyük okulun henüz anasınıfındayım. Nedir, azimli ve hevesliyim: O alışveriş listesini bulacağım!
***
Belki başınıza gelmiştir: Ölüm, hastalık, doğum gibi büyük olaylarda dini ifadeler içermeyen bir şey söylemek ihtiyacı hissedersiniz. Ve fakat kıvranır durursunuz. Çünkü çok az ifade, “Allah analı babalı büyütsün” kadar etkilidir. “Umarım uzun bir hayatı olur; güzel yaşar, özgürlüğünün sınırlarını zorlar, kimseye boğun eğmez” falan filan mı diyeceksiniz! Deseniz kaç para eder!
Aynı türden bir çaresizlik, “helallik isteme” durumlarında da yaşanır. Benim bahsedeceğim ise “yemin” konusu. Sizden yemin etmenizi istediklerinde de zora düşebilirsiniz. İşte o zor durumlar için bir alternatif bir söylem buldum kendime. Değil mi ki şair abim Halim Yazıcı “incir ve zeytin ağaçlarının ülkesi” diyor bizim oralar için. Biri beni yemin etmeye zorlarsa, bu “yeni” alternatif yeminimi gönül rahatlığıyla kullanabilirim artık: İncire ve zeytine andolsun! (Tin Suresi, 1. Ayet)
17.Kasım.18
Bugün doğan çocuklar için isim önerileri
Kız olursa: Tomris
Erkek olursa: Memet (h’siz)
Temenniler: Toplumsal cinsiyet rollerini sorgulasın. Seyahat etsin, daha önemlisi odasından çıkmadan seyahat etmeyi düşlesin. Bilimden, sanattan, müzikten, felsefeden ve elbette edebiyattan sevinçler devşirsin. Kolaya kaçmasın, ortadaki büyük kalabalığa yanaşmasın, vasat olmasın. Kendini yıkıp yıkıp yeniden kurabilecek güçte ve cesarette olsun. Bay desinler Memet’e (ama Bayan diyemesinler Tomris’e), “Dur!” hiç diyemesinler. İkisine de. Dur durak bilmesinler ne aşkta ne hayatta ne de edebiyatta!
18.Kasım.18
Latife Tekin’in iki yeni romanı, aynı anda yayımlandı: Manves City ve Sürüklenme.
Güzel, tozpembe bir dünya yok bu iki romanda. Çünkü yazar, yaşadığımız günleri anlatıyor. Doğa, hayvan, ağaç katliamlarının tüm hızıyla sürdüğü günlerimizi. Şirketler yönetiyor dünyayı, ülkeleri, kasabaları. Gök toz bulutlarıyla kaplı, ağaçlar sökülmüş, toprak delik deşik, dereler, ağaçlar, (içindeki insanlarla birlikte) köyler kasabalar satılığa çıkmış…
Tüm bunlara direnen işçileri, emekçileri, eski militanları, iyi insanları da anlatıyor Tekin. Kaçma cesareti, yaratma neşesi, hayat kurtarma gücü.
Latife Tekin gibi yazarları okurken anlatılan hikaye kadar dili okumanın, dilin içinde gezinmenin de keyfini çıkarırsınız. İyi yazarlar böyledir, hikaye anlatmakla kalmazlar, hikayeyi hangi dilde anlatıyorlarsa o dili büyütüp genişletirler.
Bu iki kardeş romanın hangisinden başlamak gerekir diye soracak olursanız, öyle bir gerekliliğin söz konusu olmadığını söylerim, hangisinden isterseniz ondan başlarsınız. Nedir, ben sezgilerimle hareket edip Manves City’den başladım, böyle yapmanızı öneririm.
Kaçma cesareti, yaratma neşesi, hayat kurtarma gücü. Latife Tekin hep yazsın!
Latif Kelimeler (Sanki Olmayanı Varmış Gibi)
müstesna, mütefennin, mümeyyiz, müptela, müvezzi, maliyet, memnu, memnun, müşahede, mundar, malumat, malumatfuruş, mülhem, mahiyet, mütekabiliyet, malafat, maslahat, müsabaka, mastor, manyel, madik, madiden, mafiş, mabat, mağfiret, mefharet (feleğe gurban mı gittin Bodrum Hakimi), kavgazan (Gülten Akın), sözveri (Kâmuran Şipal’in Hermann Hesse’e söylettiğidir), mukavemet, mecmua, muzır, manda, müstakbel, tecimsel, mahal, mahlas, meçhul, muallak, menşei, memleket, madrabaz, memba, maraz, muhtelif, mukavim, müstahak, mütalaa, yarlıgamak (S. Özpalabıyıklar’ın Göndermeler kitabından; Selahattin Bey, Semih Gümüş ile söyleşisinde Bilge Karasu’lu bir anısını anlatıyor, oradan), mülayim, methiye, melamin, methiye, boğaz olmak, müruriye, şehrengiz, dehşetengiz, istiğfar, muhavere, masat, meserret, menkul, maaile
21.Kasım.18
Okur ve yazar hareketleri
Okumak için okumak (aylak okur, saf okur, en güzel okur)
Yazmak için okumak (fırsatçı gibi biraz, uyanık)
Okumak için yazmak (ender bulunur, kendi yazdıklarına hayrandır: yazar-okur)
Yazmak için yazmak (alışmış kudurmuştan beterdir)
Yazmamak için okumak (bardağın taşmasına ramak kalmış, kaçış yok: yazacak)
Okumamak için yazmak (işini bilen yazar, “ustalaşmasına” ramak kalmıştır)
***
Everest Deneme dizisini mümkün olduğunca takip ediyorum. Acelemiz yok, aheste aheste… Şimdilerde Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto’ya el attım. Yeni başladım sayılır. David Shields, Montaigne’in denemelerinden “ilahi olan ile daha incelikli bir ilişki kuran melez bir hatırat biçemi” olarak bahsedip şöyle devam ediyor: “Hatıratlarda anlatılanlar insanın bilmesi gerekenler olmaktan çıkıp bilebileceklerine dönüştü.” (Hatırat mı yoksa anlatı mı acaba?)
Bu, deneme’nin epeyce iyi bir tanımı bana kalırsa: insanın bilmesi gerekenler değil, bilebilecekleri.
David Shields’in kitabı 618 maddeden oluşuyor. Ve fakat hangi maddeleri (ya bazı maddelerde metnin ne kadarını, hangi kısmını) Shields’in yazdığı belli değil. Çünkü şöyle diyor:
“İntihal”le ilgili herhangi bir suçluluk hissetmiyorum. Bu bana yaratıcılığın kendisine organik anlamda bağlı bir kavram gibi geliyor. (s. 60)
Kitabın sonunda alıntıların kimlerden, hangi kitaplardan, nerelerden yapıldığını belirten bir Ek kısmı var. Nedir, Bay Shields o kısma bakmamamızı, hatta o sayfaları “keskin bir makas ya da maket bıçağı” ile kesip atmamızı salık veriyor. Çünkü diyor:
“Sanat bir etkileşim, bir sohbet; patent ofisi değil. Alıntı yapılan kaynakların belirtilmesi habercilik ve akademi gibi alanlara ait, sanata değil. Gerçekliğin telif hakkı alınamaz.” (s. 47)
Eh, cesur bir önerme doğrusu.
Kitabın henüz başlarındayım ama bir de çeviri hatası çarptı gözüme, böyle hata avcısı gibi görünmek istemem ama belirteyim yine de: 13. parçada (22. sayfa), “İbrani bilgeliği kitabı Ecclesiastes özünde aforizmalardan oluşur” deniyor. Söz konusu kitap, Eski Ahit’te yer alan “Vaiz” adlı kitaptır.
Çevirmenlik böyledir işte: Koca kitabı çevirirsiniz ama bir yerde ufacık bir hata (hatta hata bile sayılamayacak bir hata) yaparsınız, bir kendini bilmez de çıkar söyler böyle, çok önemli bir şey bulmuş gibi.
Çevirmen, çevirmenin kurdudur. Kim söylemişti bunu?
24.Kasım.18
Vaiz, doğru, bilgelik dolu bir kitaptır. Büyük büyük sözler edilir bu kitapta. Peki bize bu bilgelik dolu sözleri fıslayan kimdir? Davut oğlu Kral Süleyman olduğu söylenmekle birlikte kesin değildir. Çünkü Vaiz Kitabı şöyle açılır: Bunlar Yeruşalim’de krallık yapan Davut’un oğlu Derlemeci’nin sözleridir: “Her şey boş, bomboş, bomboş!” diyor Derlemeci.
Bilgelik neşeden neşet etmez, daha ziyade kederle (insanın hakikate az buçuk bile olsa yaklaştığında ortaya çıkan “şey”) yoğrulmuştur. Vaktiniz olduğunda Vaiz kitabının tamamını okumanızı dilerim ve fakat Vaiz’in şu sözleri bile meramımı anlatmaya, sanırım, yetecektir:
Her şey yorucu,
Sözcüklerle anlatılamayacak kadar.
Göz görmekle doymuyor,
Kulak işitmekle dolmuyor.
Önce ne olduysa, yine olacak.
Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak.
Güneşin altında yeni bir şey yok.
Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey?
Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı.
Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor,
Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak.
***
Babil Kulesini yıkan tanrıyla başım hoş değil doğrusu. Tanrı Marduk için yapımına başlanan kuleyi, nasıl oluyor da Eski Ahit’in gaddar tanrısı yıkıyor? Anlamak zor.
Babil Kulesini yeniden inşa etmeliyiz. Neden mi? Yanıt, Eski Ahit’in kindar tanrısının sözlerinde saklı: RAB insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.”
“Gelin” derken?
Geçenlerde, Umut Sarıkaya’nın Naber dergisinin yeni sayısında rastladım Teodor Kasap’a. Bugün de İletişim’in edebiyat takviminde. Teodor Kasap’tan (Theodor Kasapis) açmak farz oldu artık.
Tamı tamına 148 sene önce bugün, “ilk Türkçe mizah dergisi” Diyojen’in ilk sayısını yayımlamış Teodor Kasap. Daha sonra Marko Paşacıların başına gelecek olan Teodor abimizin de çilesidir: Sürekli kapatılır dergi. O da yenilerini açar.
Daha sonra çıkardığı dergilerden biri olan Hayal tam beş dilde (Türkçe, Fransızca, Rumca, Ermenice, Bulgarca) yayımlayacaktır. Nedir, burada yer alan bir karikatür (yukarıda gördüğünüz Karagöz-Hacivat muhaveresi) nedeniyle dergi bir süre sonra tamamen kapatılacaktır. Bu kadar mı? Hayır, dahası var: Teodor Kasap, üç yıl hapse mahkum edilecektir.
Alparslan Oymak’ın 2013 tarihli ve “Osmanlı Mizahında Teodor Kasap (Diyojen, Çıngıraklı Tatar Ve Hayal Gazetesi Üzerine Bir İnceleme)” başlıklı doktora tezinden öğrendiğimize göre, bu cezanın “sebebi”, karikatürde 1876 yılında yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’nin 12. maddesinin (“Matbuat kanun dairesinde [çerçevesinde] serbesttir”) hicvedilmesidir. İroninin allahına hoş geldin ey okur!
Alparslan Oymak’ın tezinden, allah ondan razı olsun, teyit ettiğim bir diğer şey de bir süredir sağda solda görüp teyit edilmesine ihtiyaç duyduğum bir bilgi, sıkı durun: Teodor Kasap abimiz, Alexandre Dumas’nın katipliğini yapmış! Hem de on üç yıl! Öyle ki, Alexandre Dumas, el yazısıyla yazdığı bir romanını hediye etmiş Teodor Kasap’a. (Alparslan Oymak, Mithat Cemal Kuntay’ı gösteriyor kaynak olarak.) Teodor Kasap’ın, İstanbul’a döndükten sonra Monte Kristo Kontu’nu çevirdiğini de biliyoruz.
Teodor Kasap’ın ömrü basın özgürlüğünün, sansürün, sürgünün ve müthiş bir birikimin, emeğin, kültürün öyküsü… Bu dünlüğün boyunu ziyadesiyle aşar.
Osmanlı aydınlarının çok yönlülüğü, cesareti, çok dilliliği, velutlukları beni ne kadar etkiliyorsa, bu adamlar (ve kadınlar) hakkındaki cehaletim de her seferinde, bir o kadar utandırıyor beni.
26.Kasım.18
Bu dünlüğü uzunca tuttum çünkü yirmi gün kadar dükkan kapalı olacak. “Yıllık iznimin bir bölümünü kullanıyor” değilim, hayır. Maalesef, zorunlu bir seyahat var önümde. İş seyahati. Dönüşte, umarım, görüşmek üzere.
Hırsını alamama hamişi: Babil’i yıkıp bizi “dilsiz” bırakan, birbirimizi anlamaz hale getiren tanrı, boyun devrilsin e mi? Sana her gün beddua edeceğim.
De ki: Siz çeviriye bulaşmamış olanlar ve dahi bu sebeple seyahat etmek zorunda olmayanlar, ne kadar şanslı olduğunuzu bilin! Ve şükredin!
Bir şarkıyla bitirelim: Tekmil yetenek (şarkıcı, besteci, sporcu, oyuncu…) Paul Robeson’a, 1949’da Peekskill’de, Pete Seeger ile birlikte verdikleri konser sonrasında linç girişiminde bulunulur. Devlet millet elele düzenlenen bu linç girişiminin “sebebi” Paul Robeson’un rengi ve düşünceleridir.
Nazım Hikmet, o bildiğimiz dizeleri, işbu olay üzerine yazmıştır:
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson
kartal kanatlı kanaryam
inci dişli zenci kardeşim
türkülerimizi söyletmiyorlar bize.
Robeson tabağı boş gönderir mi hiç! O da tutar, yoldaşı Nazım’ın şiirlerini besteler. (Bazı kaynaklarda Nazım’ın dört şiirini bestelediği yazıyor. Bendeniz bunları bulamadım. Nazım’ın “Kız Çocuğu” şiirini “The Little Dead Girl” adıyla söylemiş. Nedir, bu kaydı da bulamadım.) Robeson ayrıca Nazım’ın salıverilmesi için yürütülen kampanyaya da destek verir ve 22 Kasım 1950’de Dünya Barış Konseyi tarafından verilen Uluslararası Barış Ödülü’nün sahipleri arasında, Neruda, Picasso ve Wanda Jakubowska’nın yanısıra Paul Robeson ve Nazım Hikmet de vardır.
Bahsettiğim kayıtları bulamadım ama onları ararken Robeson’un Edinburgh’daki Woolmet Kömür Madenine gidip ocaktaki İskoç işçilerle bir arada bulunduğu, onlara bir şarkı söylediği kayda rastladım. Buyurun, buradan yakın!
Onur Çalı