2.Şubat.19

Doğdukları, büyüdükleri, üniversite ya da lise yıllarını geçirdikleri yerleri seven insanları çok seviyorum. Tanımasam da uzaktan seviyorum. Hele bunların, herkesin gözdesi olmayan kasabaları, köyleri, şehirleri sevenlerini daha da çok seviyorum. İnsanın doğup büyüdüğü, acı tatlı zamanlar geçirdiği yerleri sevmesinde bir güzellik var. Memleketphilia.

Elbette ince, kıldan ince bir manevrayla bir tür mikro milliyetçiliğe, memleketçiliğe, “burdan başka yerde yaşayamam ben”ciliğe dönüşme riskini taşıyor bu sevgi. İfrata kaçmak, her zaman çirkindir. Her zaman. Şiirde ve aşkta bile.

Bir de şu var: Yaşamın getirdiği zorunluluklar, tesadüfler sonucu hiç düşünmedikleri, hayal bile etmedikleri, kendilerine kalsa hayatta gidip görmeyecekleri yerlerde yaşayanların yaşadıkları yeri sevmelerinde de bir güzellik var. Kuşkusuz var. Yaşadığınız yeri sevdiğinizde, dolayısıyla, sevdiğiniz yerde yaşamış oluyorsunuz ve huzur, mutluluk ya da afiyette olma dediğimiz ruh durumuna büyük katkısı oluyor bunun. Mutlu ya da huzurlu olmak yükümlülüğümüz mü var? Yok elbette. Nedir, biraz olsun huzur ve mutluluk arıyorsak yaşadığımız yeri sevmek (yani sevdiğimiz yerde yaşıyor olmak), iyi bir başlangıç olabilir. Hoş, bana sorarsanız, huzur da ihtiyari bir ruhsal durum. İnsan bu korkunç boktan ve korkunç güzel dünyada belirli bir zaman geçirdikten sonra (30 yıl, 40 yıl?) huzura meyletmek istiyor. Evet, istiyor. İsterseniz tabii, zorunlu seçmeli ders değil bu. Kendini, dünyayı ve dünyanı, aileni, işini, mesleğini, beceri ve zaaflarını, zayıflıklarını sindirdikçe kabullenme başlıyor. Başlamazsa fena, daimi bir huzursuzluk hali, huzursuz bacak sendromu gibi. İnsanın kendine alışması vakit alıyor almasına ya, hiç alışamamaktan iyidir yine de.

Bilmem çok mu beylik laflar ettim.

5.Şubat.19

Çeviri zor iş, çetin zanaat. Birkaç cümleden mürekkep bir metin dağıtılsa, diyelim on kişiye, on farklı çeviri çıkar ortaya. Hele edebiyat çevirisinde, hele hele şiir çevirisinde, ohoo, on fark çıkar yüz farka.

Kimisi Can Yücel ekolündendir, “Türkçe söyleyen” olur; kimisi kaynak metne daha sadıktır, hani şu çeviriyle ilgili meşhur ve cinsiyetçi benzetmeye göre söylenirse, güzelliği ikinci plana almayı yeğler (ya da elinden gelen ancak budur). Birinden biri yanlış demek değildir bu, farklıdır, hepsi bu.

Çokça örnek bulunabilir, verilebilir. Kafka’nın böcekli kitabının ilk cümlesinin farklı çevirilerinden (ulaşabildiklerimden) bir derleme yapmış idim eski dünlüklerden birinde, merak eden buyursun: Dünlük 65: Samsun’u Aratıyorum Lanet Olası Samsa Çıkıyor

b8fad-amedeo-modigliani-max-jacob-andre-salmon-ortiz-de-zarate-montparnasse-paris-19162b252812529

Yakın zamanda deneyimlediğimdir: Max Jacob’tan iki el şiir çevirdim, “Yağmur” ve “Ravignan Sokağı”nı. Neden sonra bakmak aklıma geldi, Yön Yayınlarından çıkan “Seçme Şiirler”ini gördüm Jacob’un. Hem de “Cemal Süreya’nın Önsöz’ü ile Ülkü Tamer çevirmişti. Ya nasip dedim, belki benim el attığım şu iki şiiri Ülkü Tamer de çevirmiştir. Çevirmiş. Hem de ne güzel çevirmiş. Eh, buraya şiirlerin çevirisini koyamam ama benimkileri buradan okuyabilirsiniz. Koyamam dedim ya siz bulup Ülkü Tamer’in çevirisini okursanız, zaten benim çevirimden yüz çevirirsiniz.

Ne ki çevirimi bir kez daha sınama fırsatı çıkacaktı karşıma: Sözcükler dergisinin Ocak-Şubat 2019 tarihli 77. sayısında, Burcu Yılmaz da çevirmişti M. Jacob’un “Şemsiye” şiirini. Üç çeviri de birbirinden, haliyle, farklı. Nedir Ülkü Tamer, Burcu Yılmaz ve bendenizin çevirisinin ortak bir noktası da yok değil: Üçümüzün de esas aldığı metin, Elizabeth Bishop’un İngilizce çevirisi.

6.Şubat.19

Sus Barbatus!

Hayır, Barbatus diye biri var ve onu susturmak istiyor değiliz. Sus Barbatus! Faruk Duman’ın yeni romanı. Yalnız iyi bir roman olmakla kalmamış, büyük bir roman olmuş Sus Barbatus! Büyük derken hacmini kastetmiyorum elbette. Öte yandan, tuğla gibi kalın olması da gözünüzü korkutmasın. Peki neden büyük bir roman diyorum Sus Barbatus için? Kabaca şöyle ifade edebiliriz: Çünkü anlattıkları kadar nasıl anlatılacağına kafa yorulmuş bir kitap. Romanda da denildiği gibi, “önce dil, sonra hikâye.”

Faruk Duman’la Oggito’da yayımlanan söyleşide, Batuhan Sarıcan soruyor: “Her yazarın bir nedeni olur. Yazma tutkusunu anlamlandırmaya çalışır. Faruk Duman niçin yazıyor?”

Faruk Duman’ın cevabı: “Çünkü benim yazdıklarımı sadece Faruk Duman yazabilir.”

Faruk Duman’ın böyle söylemesinin nedeni, yazar milletinde mebzul miktarda bulunmasına alışık olduğumuz ego değil. Bu üsluptur. Tuğla gibi bir romanı iştaha ile okumamızın nedeni tam da budur: Üslup!

0dfd0-25e22580259cteresa25e225802599ya-seslenen-adam25e22580259d-italo-calvino-51-759x450

Calvino, “Varolmayan Şövalye” (Ada, 1985) romanının önsözünde, romanı yazma sürecinden bahseder. Nasıl yazacağını bir türlü bulamayan ama aramaktan da zinhar vazgeçemeyen (hatta arada yazdıklarını yırtıp atan) Calvino şöyle der bu önsözde: “Daha düşünceli, daha kaygılı bir tonu benimseyecek olsam, herşey bozarıyor, hüzünleniyordu, benim olan o havayı, yani yazanın bir başkası değil de ben olmamı haklı gösterecek tek özürü yitiriyordum.”

İşte üslup budur. Kimselere benzemeyen, doğuştan ya da tanrı vergisi olarak değil, ancak çalışarak ve yaşayarak edinebileceğimiz en güzel özrümüzdür. Özbeöz özrümüzdür. Bizi diğerlerinden ayıran nişanımızdır.

İşte bu yüzden haklıdır Faruk Duman, Sus Barbatus!’u ancak o yazabilirdi.

9.Şubat.19

Memleketimizde çevirmenin (de) adı yoktur ama Celâl Üster’i tanırsınız herhalde, çevirdiği kitaplardan birini illa ki okumuşsunuzdur. Dile kolay, yarım yüzyıllık bir çeviri uğraşından söz ediyoruz. İşte, Celâl Üster’in elli yıllık deneyim ve emeğinden süzülmüş Bir “Çevirgen”in Notları. Kitap üç bölümden oluşuyor: “Anılar”, “Eleştiriler” ve “Söyleşiler”. Anılar kısmı bilhassa keyifli. Hatta, haddim olmayarak, kitap keşke sadece bu anı yazılarından oluşsaydı diye düşündüm. Yalnız çeviri uğraşıyla haşır neşir olanlara değil herkese çok şey söylüyor bu anılar. Anı diyoruz ama aslında deneme tadı olan anılar bunlar. “Bir Homeros Gecesi” ve “Babaya Saygı” başlıklı olanları bilhassa anmak isterim.

Kitap yeni okumalara heves verdiği gibi şunu da hatırlattı bana: Tekrar okumalarıma dönmem lazım. Bazı kitapları tekrar tekrar okumalı. Ve Juan Rulfo’dan başlamalı.

10.Şubat.19

Uçan Hollandalı ne ki! Ne var ki Uçan Hollandalı’da sonsuza kadar bulunmak lanetiyle damgalanmakta! Siz şehirlerarası bir otobüste, bırakın sonsuza kadarı üç beş saat fazladan kalmakla lanetlenin de görün! Gecenin dördünde “kanka, kardo” diye bağıra bağıra telefonda konuşan delikanlılar, önünüzde oturan ve koltuğunu ağzınıza kadar yatıran genç kadınlar, yüksek sesle ve her ayrıntıyı soran amcalar (Nerede oturuyorsun? Ankara’da. Tamam tamam, neresinde? Dikmen’de. Tamam da neresinde?), horlayanlar, osuranlar, diş gıcırdatanlar, ağlayan bebekler… Otobüsteki sıcaklığın 30 ile 0 derece arasında gidip gidip gelmesini saymıyorum bile.

Şimdi sorarım size Uçan Hollandalı mı yoksa şehirlerarası otobüs mü daha fena? Soma Seyahat’tense Uçan Hollandalı’yı tercim ederim şahsen. Uçan Hollandalı’da kalsanız en azından deniziniz olur. Denize bakmakla birçok şeye katlanabilir insan.

12.Şubat.19

Orijinal adı Beoning olup ülkemizde “Şüphe” adıyla gösterime giren, Chang-dong Lee’nin “Burning” filmini izledim geçenlerde. Kestirmeden söyleyeyim: Belki biraz uzun bulmakla birlikte çok beğendim. Filmin tanıtımlarında Murakami’nin “bir öyküsünden” uyarlandığı yazıyordu. Öyküyü bulup çevirdim: Ahır Yakmak. Ve çevirince filmi daha da çok sevip filmin senaristlerine (ki birisi bizzat yönetmenin kendisi) hayranlık duydum. Öykünün ruhunu bozmadan ama zenginleştirerek, derinleştirerek, farklı okumalara açık bir senaryo çıkarmışlar ortaya.

Bir ayrıntı vardı filmde, Faulkner’ın adı geçiyordu ve karakterlerden birinin elinde bir Faulkner kitabı görüyorduk. Senaristlerin ince gördüğü bir ayrıntı da buydu bana kalırsa. Çünkü Murakami, bahse konu Barn Burning başlıklı öyküsünü Faulkner’ın aynı adlı öyküsünden ilham alarak yazmıştı. (Faulkner’ın öyküsünü bilmiyorum, bu yüzden bir “nazire” miydi bu, bilmiyorum.)

***

Bir süreliğine “latif kelimeler” bölümüne ara verip “günün sözü” başlığıyla atasözleri ve deyimler paylaşacağım. Geçen dünlükte “Mezar taşı ile övünülmez.” demiştik. Ve fakat bu dünlükten itibaren, Ömer Asım Aksoy’un iki ciltlik atasözleri ve deyimler sözlüğünden yararlanacağım. Ortaokul yıllarımda açıp açıp okurdum bu sözlükleri. Kapaklarını da Said Maden yapmış, onu da söylemeden geçmeyelim.

Ve günün sözü: Kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse gelinin başını yararmış.

Onur Çalı