14.Şubat.19

Eskiden, on küsur yıl evvelinden bahsediyorum, daha sıkı takip ederdim gazetelerin kitap eklerini. Uzunca bir süredir Cumhuriyet ve BirGün gazetelerinin kitap eklerini takip etmeye çalışıyorum. İyi kotarıldığında önemli bir işlevi olabilir kitap eklerinin. İyi bir içerik ve sunumla insanları kitaba, okumaya yöneltebilirler. Böyle bir potansiyel, en azından kağıt üstünde mevcut, hiçbir edebiyat dergisinin ulaşamayacağı kadar çok insana ulaşıyorlar.

Cumhuriyet Kitap’taki yayın yönetmenliği görevini neredeyse otuz yıldır sürdüren Turhan Günay’la birlikte birkaç daimi yazarın vedalarını okumuştuk geçen hafta. Bugünkü ekle birlikte yeni yayın yönetmeni Turgay Fişekçi devralmış görevi. Haliyle yeni birkaç yazar da katılmış kadroya. Kendi adıma, Oğuz Demiralp yazacağı için sevindim. Yenilikte ferahlık vardır, iyidir.

Kapakta ve iç sayfalarda bir söyleşiyle Ülker İnce konuk edilmiş. İyi çevirmenlerin görünür olması, okurda giderek iyi çeviri bilincini ve talebini oluşturma umudunu taşıdığı için önemli. (Murat Çelik de yazmış bu sayıda. Öykülem’in kapanmasıyla birlikte “Umacı” köşesini yitirdik, umarım burada daha sık yazar.)

Çevirmen demişken, YKY’nin çevirmenlere dayattığı kötü sözleşme hükümlerinden haberiniz vardır. Mesele kabaca şu: YKY, çevirmenlere, binbir emek verip çevirdikleri kitapların yeni baskılarında daha az telif verecekmiş. Bu “daha az” ibaresi fazla iyimser oldu. Daha doğrusu, bu yeni sözleşme, Çevirmenler Meslek Birliği’nin (ÇEVBİR) YKY’ye hitaben yayımladığı açık mektupta belirtildiği üzere, çevirmenlerin telif ücretlerini “yok denecek kadar” düşürüyor. YKY bu yanlıştan umarım tez zamanda döner. Çünkü bu sözleşme, yukarıda açtığımız ve okurlarda bulunmasını arzu ettiğimiz “iyi çeviri bilinci ve talebi” umuduna ket vuracaktır. Kaldı ki YKY, arkasındaki sermaye desteği sayesinde, memleketin en iyi yayınevlerinden biri. Bu yeni durum, kaliteyi düşürecektir. Bu düşüş de okuyup yazan herkese menfi yansıyacaktır. YKY’nin okur nezdindeki itibarını da zedeleyecektir ister istemez. Eh, bizden söylemesi, bu durum satışlarını da düşürecektir YKY’nin. Umarım YKY yetkilileri, en kötü ihtimalle olası maddi kayıplarını düşünüp bu yanlışlarından dönerler.

Biraz varsayım oyunu oynamaya ne dersiniz? Diyelim ev sahibi olmak istiyorsunuz ve fakat alacağınız evin inşaatında çalışan işçilerin haklarını alamadıklarını, yok paraya, gayrı insani şartlarda (hani şu insan hakları anlaşmalarında filan dedikleri gibi: “insan onuruna yaraşmayacak şekilde”) çalıştırıldıklarını biliyorsunuz. Biliyorsunuz, kaçarı yok artık. Ne yapardınız, nasıl yapardınız? Alacağınız ev içinize siner miydi?

Şimdi gelelim asıl mevzuya: Mephisto Kitabevi çalışanları bir süredir direnişte. Neden mi? Çünkü “insanca koşullarda çalışmak” istedikleri için işten çıkarıldılar. Bugün, yalan olmasın, direnişlerinin on üçüncü günündeler. Çok haklı ve hepi topu birkaç talepleri var.

Sadece YKY ve Mephisto için değil, tüm şirketler, kâr amacı güden tüm oluşumlar için geçerli bu durum: Tüketicinizin -siz nasıl diyor para dilinde, hedef kitlenizin ki bizim bahsimizde bu “okur” oluyor- tepkisinden korkun bence. İyi edersiniz.

Hamiş: Sıra, telif vermeyen yayınevlerine, dergilere ve e-platformlara da gelir belki bir gün. Siz bastığınız dergilerden, çıkardığınız kitaplardan, yayımladığınız yazılardan para kazanacaksınız ama iş telif ödemeye gelince “edebiyat aşkına” yan çizeceksiniz! Kusura bakmayın, “uyanık” müteahhitle aynı durumdasınız!

15.Şubat.19

Kırmızı Kedi Yayınlarının “turuncu kitaplar” dizisine rast geldiniz mi bilmem. İçi dolu turşucuk kitaplar bunlar. Bu aralar kendimi diyet yapanlara benzetiyorum, hani tatlılara pilavlara böreklere bakıp bakıp iç geçirirler ya, ben de sanal kitapçılarda veya Dost’ta dolaşırken aynı ruh durumuna bürünüyorum. Demem o ki bu turuncu, eskilerin risale dedikleri boyutlardaki cep kitaplarının henüz birkaç tanesine el atabilmiş olmamın nedeni işte bu kitap diyetimdir. Ve fakat bir bilader-abim bu turuncu kitaplardan birini hediye edince, iştaha ile okuma fırsatını kaçırmadım, Clifford Endres’in “Edouard Roditi ve İstanbul Avangardı” adlı kitabından bahsediyorum.

Türkiye’deki muhtelif üniversitelerde dersler vermiş olan Clifford Endres; Hughette Eyüboğlu, Şakir Eczacıbaşı, Yaşar Kemal, Yüksel Arslan gibi isimlerle yaptığı “özel söyleşilerin” de katkılarıyla itinalı ve tıpkı hazretin hayatı gibi renkli bir Edouard Roditi anlatısına imza atmış.

Edouard Roditi kim, derseniz: Şair, yazar, eleştirmen… Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini İngilizceye çevirmiştir. (Bir akrabalık da var[mış] aralarında ama bu merakınızı kitabı okuyunca giderebilirsiniz.) Nedir, bu küçük kitapta, daha ziyade Roditi’nin Türk edebiyatı ve sanatını “Batı”ya tanıtma gayreti ve faaliyetleri üzerinde duruluyor. Abidin, Arif, Güzin Dino’lar, Bedri Rahmi, d Grubu, Aliye Berger, Nazım Hikmet, Şakir Eczacıbaşı gibi birçok “ağır” ismin kesiştiği anılar, yaşantılar da cabası.

Hamiş: Clifford Endres, her ne kadar bunu “faraziye” olarak adlandırsa da kitapta okuduğum şu rivayet, Memleketphilia’mdan dolayı oldukça hoşuma gitti doğrusu: Osmanlı İmparatorluğunun ilk yayınevi, 16. asırda Roditi adıyla İzmir’de kurulmuş.

Hamiş 2: Aslında Edouard Roditi’nin bir kitabı da çevrilmişti Türkçeye: Türkiye Tatları (1999, YKY, Çeviren: Sevin Okyay). Bu kitapta İstanbul köklerinden beslenen öyküleri var Roditi’nin.

***

BirGün Kitap ekini andık, bu hafta yayın günüymüş, bugün de o geldi kuruldu masama. BirGün Kitap, aylık yayımlanıyor ve Cumhuriyet Kitap’tan farklı olarak dosya konusuyla çıkıyor. Bu sayının dosya konusu “Şeytan ve Edebiyat” imiş.

Şair ve öykücü Onur Akyıl, yazısında şöyle demiş: Yakın zaman içinde hazırladığımız kuvvetli dosyalardan yalnızca biri olsa da ‘Şeytan ve Edebiyat’ başlığının kendine has bir bağımsızlığı, buradan doğan ekstra bir kuvveti olduğunu söylemek lazım. Çünkü ne insan şeytandan vazgeçebiliyor, ne şeytan çeşitli biçim, anlam ve içerikleri ile insandan.

856d5-usta-ve

“Şeytan ve edebiyat” der demez benim akıl tasıma ilk elden şu iki yazar düşüyor: Saramago (İsa’ya Göre İncil) ve Bulgakov (Üstat İle Margarita). Bu iki roman, şeytan konusunda takıntılı denebilecek bu iki yazarın başyapıtları. İnsanın içindeki şeytan(lar), şeytanla insanın karşılaşmaları, yüzleşmeleri ve çarpışmaları (kötülüklerini çarpıştırmaları?) iyi yazarların elinde okurlar açısından şeytan tüyü olan konular. En azından benim için böyle.

Romanın sonlarına doğru, ne diyordu Woland, huzuruna çıkan ve sert yapan İsa’nın müridi Matta’ya: “Öyle bir konuşuyorsun ki sanki gölgeleri de, kötülüğü de kabul etmiyormuşsun gibi. Bir iyilik yapıp da şu soruyu bir düşün: Eğer kötülük olmasaydı ne yapardı senin iyiliğin, üstelik gölgeler kaybolsaydı nasıl görünürdü yeryüzü? Sonuçta gölgeler eşyalara ve insanlara ait. İşte kılıcımın gölgesi. Ağaçların da gölgesi var, canlıların da gölgesi var. Bütün yerkürenin derisini yüzmek, çıplak ışığın tadını çıkarmak fantezin için bütün ağaçları ve canlıları yok etmek ister misin? Aptalın tekisin.” (Sabri Gürses çevirisi)

Adaşımdan ve Woland’dan ilhamla: Belki de insanla şeytan birbirlerinin gölgesidirler.

16.Şubat.19

Şeytan’ın rol aldığı pek çok hikaye, roman, şiir var kuşkusuz. Bendeniz de ilk kitabım Eksik Yıl’da (2012) yer alan “Temmuz’u Almak Satamadan Götürmek” başlıklı öykümde Şeytan’ı oynatmıştım. Yazar olmak için yanıp tutuşan bir gençle Şeytan’ın hikayesiydi bu. Burası er meydanı olduğuna göre, dosdoğru olmak lazım: Bazen bir nedenle, aradan birkaç yıl geçtikten sonra yazdığım öykülere tekrar baktığımda (Cemil Kavukçu yayımlandıktan sonra kitaplarına kesinlikle el atmadığını söyler), “ben bunu nasıl yazmışım acaba” diye düşünür, ender de olsa beğenirim. Ve fakat sıklıkla yırtıp atasım, kitabı duvarlara duvarlara fırlatasım gelir. Nedir, Şeytan’ın misafir oyuncu olarak oynadığı bu öykümü şimdi tekrar okuyunca epey eğlendim. Bu öyküde, Ambrose Bierce’in “Şeytan’ın Sözlüğü”nü de anmış(t)ım. Türkçede birkaç baskısı var sözlüğün, bir tanesi de seçme maddelerden oluşan (yine turuncu kitaplardan olan) Armağan Ekici’nin çevirisi. Yeri gelmişken müjdeli bir çıkma (Refik Halid’in istitratlarından) yapalım: Lacivert Taşından Tabletler (2016) kitabı ile deneme dalında Cevdet Kudret Edebiyat ödülünü kazanan Armağan Ekici’nin yeni kitabı geliyormuş!

afb45-109185_judge

Şeytan’dan açtık bir kere madem, ilham alıp Avare Çalı Sözlüğü yazdığım Şeytan’ın Sözlüğü’nden birkaç maddeyi de çevirip bırakıvereyim buraya:

Sahtekarlık: Ticaretin temeli, dinin ruhu, kur yapmanın yemi ve siyasi gücün temeli.

Aziz: Gözden geçirilmiş ve üzerinde oynama yapılmış günahkar.

Müşteri: Yasal olarak soyulacağı iki yasal yöntem arasında tüketici tercihinde bulunmuş kişi.

Yalnız: Kötü çevreye düşmüş kişi.

Diş Hekimi: Ağzınıza metal bir parça sokup cebinizdeki bozuklukları çekiveren bir hokkabaz.

Şeytan: Bu dünyadaki tüm sıkıntılarımızın yazarı ve iyi şeylerin sahibi. Kadiri Mutlak tarafından yaratılmış olsa da bir kadın tarafından dünyaya getirilmiştir.

Çalışma: A kişinin B kişisine mal mülk kazandırdığı süreçlerden biri.

Özgürlük: Hayalgücü’nün en değerli mülklerinden biri.

Aşk: Evlilik yoluyla ya da hastanın, hastalığın etkilerinden kurtarılmasıyla tedavi edilebilen geçici delilik hali. Bu hastalığa, tıpkı dişlerin çürümesi veya başka rahatsızlıklarda olduğu gibi, yapay koşullarda yaşayan medeni ırklar arasında rastlanır; temiz hava soluyup basit gıdalarla beslenen barbar milletlerin bu hastalığın yıkıcı etkilerine karşı bağışıklığı mevcuttur. Bazen ölümcül olabilir ama bu durum genellikle hastadan çok hekim için geçerlidir.

Seçmen: Başka birinin seçtiği birine oy vermek gibi kutsal bir ayrıcalığa sahip olan kişi.

Ego – Latince. Romalılar pelteklikten mustarip olmakla birlikte üzerinde durmazlardı. Krallar ve editörler, doğruya yakın bir telaffuzla “Biz” derler.

Sanık: Hukukta, avukatının mal varlığını sürdürmesine zamanını ve kişiliğini vakfetmiş olan yardımsever kişinin adı.

Mücevher: Dilenciye ekmek yerine vermek için çok hafif, onu yere sermek için çok küçük olan değersiz bir taş.

Günlük: Kişinin, yaşamının kendisini yerin dibine sokmayacağı kısmını gün gün kayda alması.

17.Şubat.19

“Ya sen, ey Kefernahum, göğe mi çıkarılacaksın? Hayır, sen ta ölüler diyarına ineceksin! Çünkü sende yapılan mucizeler Sodom’da yapılmış olsaydı, o kent bugüne dek ayakta kalırdı. Sana şunu söyleyeyim, yargı günü Sodom diyarının hali, seninkinden daha dayanılır olacak!” (Matta İncili, 11. Bap)

İsa’yı bile öfkelendiren bu Kefernahaum neresi ola ki! Bir felçliyi iyileştirdiği, Celile gölü üstünde yürüdüğü, “beş arpa ekmeği ve iki balıkla” beş bin kişiyi doyurduğu, uçuruma atlayıp telef olan domuz vakasının ve daha birkaç mucizenin gerçekleştiği bu şehir, aradan geçen iki bin sene sonrasında bile değişen bir şey olmadığını, insanın içindeki şeytanlardan kurtulamadığını imliyor. Öyle olmalı ki Karamel (2007) ve Peki Şimdi Nereye? (2011) filmleriyle gönlümüzde taht kurmuş olan Nadine Labaki yeni filmine (yeni ve on numero filmine) Kefernahum (2018) adını vermiş.

a1781-capharna25c325bcm-7

Filmin başlarında bir çocuğun ailesine açtığı davayı izletiyor bize Bayan Labaki. Mahkeme salonunda ince ama kararlı sesiyle, anne babasına açtığı davanın gerekçesini şöyle duyuruyor, taş çatlasa 13-14 yaşlarında olan oğlan çocuğu: “Beni dünyaya getirdikleri için!”

İlk yumruk burada iniyor iman tahtanıza. Göğüs kafesinize. Belki gırtlağınıza. Belki de kalbinize. Sonra geriye dönüşlerle izlemeye devam ediyoruz filmi. Hikayeyi bahtsız bir oğlan çocuğunun başına gelen yürek burkan olaylar dizisi olarak okumak da mümkün elbette. Nedir, Lübnanlı Labaki, bana sorarsanız, birbiri içre geçmiş birçok soruna, meseleye incelikle el atmış derim: Göçmenlik, yoksulluk, kapitalizm, devlet, sınırlar, çocuk istismarı, savaş, gelenekler, dinler ve hatta “Tramadol”. Bunları, her başarılı kurgu eserde olduğu üzre, müthiş bir rikkatle, iyi oyunculukla, iyi yönetmenlikle, iyi bir hikayeyle, iyi müzikle kotarmış üstelik.

Filmden çıktığımızda gözyaşlarıyla birlikte tüm dinlere, devletlere, bayraklara, aile denen bok çukuruna ve sınırlara küfrediyorsunuz. Haliyle.

Yönetmenin filmine bu ismi seçmiş olması tesadüf olamaz. Bugün tüm dünya olmuş bir Kefernahum. Açlık, yoksulluk, dinsel geleneklerin ve milliyetçi ideolojilerin ezdiği insanlar, göç, çocukların istismarı… Filminin adını ne koysaydı Labaki, Harikalar Diyarı mı?

Kim ne derse desin: Kağıtsızların şiirini yazmış Bayan Labaki.

18.Şubat.19

Aradan vakit geçince öfkem uykuya daldı yine (öfkeyi bilemek lazım, öfkemizi bilemek lazım, öfkeyi bilememiz lazım) ve filmle ilgili biraz araştırma yaptım ey okur!

1. Filmin başrolü, yukarıda oğlan çocuğu olarak andığım Zain Al Rafeea bir mülteci imiş. Ailesiyle birlikte Suriye’deki savaştan kaçıp Lübnan’da yaşamaya başlamışlar ve filmde oynadıklarına benzer sıkıntıları yaşamış. Labaki Hanımın bir söyleşide belirttiği üzere: “Kendisi birçok şeye maruz kaldı ve onda çocukluğunu yitirmiş, yetişkin olmuş bir çocuğun bilgeliği vardı. Ve bu yüzden bu kadar iyi olabildi. Çünkü zaten bildiği bir şeyi yapıyordu.”

2. Resmi makamlara ve güncel sayılabilecek rakamlara göre, Suriye’deki savaş başladığından beri 13 milyon kişi evini terk etmek zorunda kalmış. Tüm dünyada milyonlarca insan zorunlu olarak göç ediyor; kimlik, belge, izin gibi formaliteleri halledip kapağı bu savaşların çıkmasına neden olan müreffeh ülkelere atabilenler kendilerini şanslı addediyor. Haliyle. Çünkü binlerce göçmen, yollarda kaybediyor hayatlarını, sadece Akdeniz’de son beş yılda boğularak ölen mülteci sayısı 15 bin civarında. (Evet, medeni olmak rakamlarla konuşmayı ve insan hayatından civarında diye bahsedebilmeyi gerektirir.)

Berlin’deki ilk Arapça eserler kütüphanesi Baynatna’yı kuranlar gibi bir avuç şanslı mülteci var. Bizim Zain Al Rafeea da filmden sonra ailesiyle birlikte Norveç’e gidebilmiş. Orada okula gidip okuma yazma öğrenebilecek. Binlerce çocuğun hayali bu. Doğal ve en temel insan haklarını hayale çevirmeyi de gerektirir medeniyet!

c4fb1-kefernahum-1200x800

3. Filmi izleyenler birçok şeyin yanında çocuk (hatta bebek) oyuncuların oyunculuklarına hayran kalmıştır eminim. İnsan ister istemez başta Nadine Labaki olmak üzere film ekibine şapka çıkarıyor. O bayılarak izlediğimiz iki saatlik filmi çıkarabilmek için, sıkı durun, altı ay gibi bir süre içerisinde tam 520 saat çekim yapmışlar.

4. Bunları, “vayy be, her şey gerçekmiş meğer” duygusuyla yazmıyorum, filmin yapım aşamasına dair notlar olarak okuyor ve yukarıda çizdiğimiz gerçek kriz tablosunun (bu da kapitalist devlet ağzıyladır söylenen bir sözcüktür: kriz) bir yansıması olduğu için bahsetmeye değer buluyorum: Rahil’i oynayan Etiyopyalı Yordanos Shiferaw filmdeki tutuklanma sahnelerinden birkaç gün sonra, tıpkı filmdeki gibi belgeleri (kağıdı) olmadığı için tutuklanmış. Bir süre içeride kaldıktan sonra çıkıp çekimlere devam etmiş ve sonra sınır dışı edilmiş. Zain’in annesini oynayan Kawsar Al Haddad’ın gerçekte 16 çocuğu varmış ve filmdekine benzer koşullar içinde yaşıyormuş. Filmdeki sevimli bebe Yonas’ı canlandıran Boluwatife Treasure Bankole oğlan değil kız bebeymiş. Beyrut’ta doğan ve kağıtsız olan Boluwatife Treasure Bankole de film tamamlandıktan sonra sınır dışı edilmiş. Çünkü tıpkı filmdeki gibi, gerçek anne babası da kağıtsız göçmenlermiş. Dolayısıyla Treasure bebenin de kaydı kuydu yokmuş, babası Nijerya’ya, kendisi de annesiyle birlikte Kenya’ya sınır dışı edilmiş.

5. Filme dair olumsuz eleştiriler de mevcut. Biz bunlara katılıyor değiliz ey okur, ama yine de bahsedelim: Yer yer melodrama kaçtığı, “duygu sömürüsü tuzağına düşmekten” kurtulamadığı, tekrara düştüğü, işaret ettiği meselelerin köklerine inmeyip (özellikle filmin sonlarına doğru) kötülerin bir şekilde cezalandırıldığı tozpembe bir atmosfere büründüğü söyleniyor filmin.

Neden katılmıyorum? Çünkü anlatım olanakları ve süre açısından haliyle sınırları olan bir sanat eserinden her şeyi enine boyuna çözümlemesini, çözmesini, hatta çözüm önerileri sunmasını bekleyemeyiz. Teknik eleştiriler (senaryoda boşluklar var, tekrara düşüyor, müzik kullanımı uygun değil, vs.) için bir şey diyemem. Nedir, dünyanın ısrarla görmezden geldiği sorunları, yaratmakla mükellef olduğu estetik duygusundan sapmadan ortaya seren böylesine filmler övgüye değerdir bana kalırsa.

Mahkemede herkesin (baba, anne, küçük kız çocuğuyla evlenen bakkal, hatta insan kaçakçısı) aklandığına dair bir eleştiri de gördüm. Bu karakterlerin kendilerini savunmak için söyledikleri, bana kalırsa, onları aklamıyor. Ne de meselelerin kökenini gizliyor. Aksine, “suç”un unsurlarını ortaya serip şahsi bir takım kötülüklerden ibaret olmadığını sezdiriyor: Gelenekler, sınırlar, bayraklar, göç politikaları, dinler, ayrımcılık, ırkçılık, gelir adaletsizliği var bu “suç”ların arkasında. Bize onu duyuruyor, hissettiriyor, hatta aşikarane gösteriyor.

6. Bir de merak maddesi: Filmin sonlarına doğru görünen, TV spikeri rolündeki (ki gerçekte de TV programcısıymış, biraz bizim Müge Anlı’ya benziyor) oyuncunun adı Joe Maalouf. Lübnan asıllı Amin Maalouf’un akrabası olabilir mi acaba?

***

Ve günün sözü: Hangi keşişin öldüğünden haberi yok; “vay Vartan!” (ya da vay Vasil!) diye ağlıyor.

Onur Çalı