Deniz Faruk Zeren’i Yasak Kitap isimli öykü kitabıyla tanıdım, aslında o sessiz usul yazanlardan, şiir de söyleyenlerdenmiş. Zaten öykülerinin akıp gitmesi, dilinin su gibi kıvrılmasından belli oluyor bir eli şiirde olan öykücüler. Yasak Kitap ismi biraz çekici biraz da ürkütücü gelmişti bana. Sahi ne anlatacaktı? O kitabı okuyalı dört koca yıl olmuş. Aklımda sanki içime çekiyormuşum gibi anlattığı kokular kalmış bir de “Karakol” öyküsü. Anlattıkları zor meseleler. Yasak Kitap ile Deniz Faruk Zeren, bir derdim, meselem var; göstermek istediğim, duysunlar için anlattığım hikâyelerim var diyordu bana kalırsa. Ama ömrünün çoğunu diğer taraftakilerin hikâyeleriyle geçirmiş ve yaşamış biri olarak Deniz Faruk’u itirazsız dinlemek benim için kolay değildi.

İkinci kitap “Zerya, Serhat’ta Bir Gün”ün ise yazarın ilk kitabından daha cesur, daha kendinden emin ve daha yüksek sesle konuşan bir hikâyesi var. Bir dağ hikâyesi desek yanlış olmaz sanırım. Dağdaki ve eteğindeki insanların neler yaşadıkları dört yönden ele alınmış diyebiliriz. Öncelikle dağ karakolundaki erler ve Üsteğmen Murat’ın hikâyesi, buna paralel er İzmirli Selim’in kaçışı, Zerya ve ninesi ile nihayet yazarın azıcık torpil geçtiğini düşündüğüm dağdakilerin hikâyeleri. Bu kitap ilk kitaptan farklı olarak hepsinin nihayetinde birbirine bağlandığı bir hikâye olmuş.

Bu noktada hikâyede ne anlatıldığından bahsetmekte fayda var sanırım. Zerya özel bir çocuk; yaşına göre davranamayan, konuşamayan, özel öğrenime ve bol sevgiye ihtiyacı olan kendine has bir dünyası olan çocuklardan. Köyde ninesi Gergendaz ile yaşıyor. Ta ki dağ karakolundaki erlerin ona kötü şeyler yapmasına kadar. O noktadan sonra hikâye başlıyor. Gergendaz Nine torununa yeni bir hayat sunmak için kaçmaya başlıyor, İzmirli Selim de zaten askerliğe, orda yaşadıklarına zor sabrederken bu olayı artık kaldıramıyor ve o hep söylenen “dağın eteğinde herkese yardım eden köy”e doğru firar ediyor. Üsteğmen Murat ise her şeyi düzeltmeye çalışırken, dağdakilerin müdahalesiyle işler bambaşka bir hal alıyor.

Olaylar, mekânlar ve anlar nereden bakıldığıyla değişen anlatılar sunuyor bizlere. Aynı insanı birisi çok kötü tanırken, diğeri cennetlik ilan edebiliyor. Birileri dağa bakıp kendisi ama en çok da babası için korkarken; bir diğeri evinden çıkamaz olup çocuğunun geleceği için bilinmez yolculuklara adım atabiliyor.

O yüzden Zerya’yı okurken, dağa değil de sanki yaz kampına gelen gülüşü çilek, saçı güneş, gözü masmavi deniz olan gençlerin dağı anlatışları –herkese âşık olunacak kadar güzel, herkesin birbirine gülümsediği, özeleştiri yapıp birlikte hareket ettikleri cennetten bir köşe, çölde bir vaha– bir okur olarak bana inandırıcı gelmedi. Belki de Deniz Faruk Zeren, dağa bakıp korkan benim gibiler için, oraları bir parça güzelleştirmiş, sevdirmeye çalışmış olabilir miydi? Yoksa adil olmaya çalışır gibi yapan, ama hiçbir şeyi kontrol edemeyen Üsteğmen Murat ile her türlü kötülüğün döndüğü o yere, dağ karakoluna biraz olsun empati kurabilecek miydik? İşte burada bana biraz terazinin dengesi şaşmış gibi geldi. Elbette her yazarın bir tarafı, belirgin veya değil bir derdi, bir görüşü var. Bunun yazılanlara sirayet etmemesi neredeyse imkânsız. Amma velâkin iş sirayetten daha çok belirgin bir amaca döndüğünde, ya da okur olarak onu sezinlediğimde, hafif bir kıpırdanma başlıyor içimde: Hakikat nerede?, Kimin anlattığı gerçek?, Off sahi bu bir öyküydü değil mi?

Burada da işin içine kurgu, öyküleme, yazarın ve okurun tercihi giriyor. Velhasılıkelam sıkıntılı ve uzun uzun tartışılası meseleler.

Zerya’nın sayfalarında pek çok insan hikâyesi var, benim en sevdiğim elbette Gerdengaz Nine ve torunu Zerya ile firari er İzmirli Selim’in hikâyeleri. Bir okur olarak, Deniz Faruk Zeren dağın eteklerindekileri, oradaki insanları daha çok anlatsa diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanki o zaman böylesi akıp giden bir dille, böylesi oradaymışçasına, yanı başımızda yaşanıyormuşçasına resmetmeyi başardığı anlatısı daha hora geçecek gibi geliyor. Diğer türlü Zerya hiçbir zaman konuşmayı öğrenemiyor, Erdal hiç dağdan inip Urla’ya dönemiyor. En fazla zaten oraları bilen, seven insanlar arasında anlatılan kısa hikâyeye dönüşüyor her şey. Oysa bizim uzun bir hikâyeye ve bunu birlikte dinleyebilmeye ihtiyacımız var.

Ebru Askan