1.Mart.19

Clifford Endres’in Edouard Roditi ve İstanbul Avangardı kitabında Edouard Roditi ve Yaşar Kemal’le ilgili bir anekdota denk geldim.

Edouard Roditi de kim ola derseniz: Şair, yazar, eleştirmen… Babası ve dedesi İstanbul Yahudilerinden olan Roditi, Türk edebiyatı ve sanatıyla her zaman ilgili olmuş, Türk sanatçılarının eserlerinin Batı’da tanınmasına uğraşmış bir hemşerimiz. Kendisi Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini İngilizceye çevirmiş. Peki, bu süreç nasıl gelişmiş?

Bakalım: İngiliz yazar Derek Patmore’un yolu 1930’ların sonlarından başlayarak Türkiye’ye düşer. Aralıklarla geldiği Türkiye’de d Grubuyla tanışır, resimlerine ilgi gösterir (1941); Oktay Rifat, Orhan Veli, Yahya Kemal gibi şairlerin şiirlerini İngilizceye çevirerek bir kitapçık halinde yayımlatır (1945): “The Star and The Crescent-An Anthology of Modern Turkish Poetry”. 1955 yılında ise Yaşar Kemal’le Aliye Berger’in bir sohbetine tesadüf eder. İnce Memed henüz yayımlanmıştır. Derek Patmore, belli ki romanın övüldüğüne bakarak, Yaşar Kemal’den kitabından bir tane de kendisine göndermesini ister. Göndermek mi? Yaşar Kemal daha Patmore’un cümlesi bitmeden dışarı fırlar, bir kitapçıdan İnce Memed satın alıp döner ve Patmore’a imzalar. İşte bu Patmore’dur ki İnce Memed’i Roditi’ye verecek ve böylece romanın çevrilmesine vesile olacaktır.

Roditi kitabı çevirmeyi kabul eder etmesine ama bir şartı vardır: Türkçesi çok iyi olmadığı için İstanbul’da yaşayan bir akrabasıyla birlikte çevirecektir romanı. Bahsettiği akrabası Tilda Serrero’dur. Roditi, 1950 yılında Türkiye’ye geldiğinde Tilda’yla görüşmüş ve ortak noktaları olan edebiyat tutkusu, iki kuzeni birbirine yakınlaştırmıştır.

9830f-kulturkopruleri-kasim2018jpg_heypq

1959 yılında, İnce Memed’i çevirmek için Roditi’nin yolu tekrar İstanbul’a ve kuzeni Tilda’ya düşer. Nedir, Roditi’nin aradan geçen dokuz yılda neler olup bittiğinden pek haberi yoktur doğrusu. Kuzeninin evlendiğini biliyordur tabii, o artık Tilda Gökçeli’dir. İstanbul’a indiğinde kendisini havalimanında elinde Roditi yazan bir kartonla karşılayan bu iri yarı adam da “enişte” Kemal Gökçeli’dir. İki adam arabaya binip eve doğru yollanırlar. Sohbetlerine de doyum olmuyordur doğrusu, çünkü Yaşar Kemal’in İngilizcesi, Roditi’ninse Türkçesi kıttır. Bu yüzden yol boyunca pek konuşmazlar. Roditi için kendisini karşılamaya gelen kuzeninin kocasıdır Yaşar Kemal; Yaşar Kemal için de karısının bir akrabasıdır Roditi. Bu kadar. Eve geldiklerinde Roditi, Tilda’ya dönerek “birlikte bir Türk yazarı çevireceğiz” der ve üzerinde Yaşar Kemal yazan kağıdı Tilda’ya uzatır.

Yaşar Kemal ve Tilda makaraları koyverirler. Roditi duruma uyanamamıştır, gülmelerine bir anlam veremez çünkü Kemal Gökçeli’nin romanlarını, (Abidin Dino’nun tavsiyesiyle) Yaşar Kemal adıyla yazdığını ne bilsin!

Uzun lafın kısası: Roditi ile Yaşar Kemal dost olurlar. İnce Memed, “Memed, My Hawk” adıyla 1961 yılında İngiltere’de ve Amerika’da basılır.

Hamiş: Ben “Memed, My Hawk”ı okumadım ama bu başlığı unutmam mümkün değil. Ortaokuldayken bir öğretmenimiz, İngilizce dersinde, tahtaya “İnce Memed” yazmış ve sonra bize dönüp nasıl çevirebileceğimizi sormuştu. Birkaç “Thin Memed, Tiny Memed” gibi garabetten sonra da iki ders saatince sürecek fırçasına başlamıştı: Okumazsak böyle olurduk, sığır gibi dolaşırdık ortalarda, falan filan. (İki ders saati boyunca, evet: Teneffüs zili çalınca hocamız hiçbir şey olmamış gibi çıkmış, ders zili çalınca da dönüp kaldığı yerden fırçasına devam etmişti. Bizim o günkü ders konumuz Yaşar Kemal’di.)

3.Mart.2019

Enis Batur, alt başlığı “Yeni Dalgınlık Kursları” olan “Yumurtalarını Kollamak” adlı kıpkısa denemelerden oluşan kitabında iki gözümüz Salâh Birsel’i birine benzetir. Louvre’da gördüğü bir tabloda “handiyse” Salâh Beyi gördüğünü söyler. Jacopo Bassano’nun, 1500’lerde yaptığı mimar Antonio dal Ponte portresidir bu.

Enis Bey’e diyeceğim bir şey yok, ben de böyle birilerini birilerine benzetir dururum. Bazen çok da benzemeyen kişileri/kişilere üstelik.

Ben Salâh Bey’i daha ziyade –aşağı yukarı aynı yaşlarda olan– Saadettin Erbil’e benzetirim. İkisinin yaşlılık fotoğraflarına baktığımda epey benzediklerini düşünürüm.

***

Oscar ödüllerinde hep büyük kategorilerin peşine düşüyoruz. Oysa bu yılın “En İyi Kısa Belgesel” dalında ödüle değer görülen Period. End Of Sentence izlemeye kesinlikle değer. Hindistan’ın Hapur Bölgesinde, başkent Yeni Delhi’ye altmış kilometre uzaklıkta olan bir köyde kadınların ped üretmelerini konu alan kısacık (yarım saat bile sürmüyor) bir belgesel. Elbette, tahmin edersiniz, kadınların âdet görmeleri değilse de bununla ilgili konuşulması Hindistan’da da bir tabu. Belgeselin başlarında bu konuda konuşmaktan çekinen kadınlar, bir süre sonra kendi pedlerini üretmeye ve pazarlamaya başlıyorlar.

Tavsiye olunur.

Hamiş: Bizde de böyle değil midir? Bazı erkekler, hele kız kardeşleri de yoksa, kadınların âdet gördüklerini ancak ve ancak bir kadınla birlikte yaşamaya başladıklarında öğrenirler. (Abartmıyorum, kanlı canlı, etten kemikten örneklerini biliyorum.) Çünkü aile içerisinde konuşulmaz bunlar. Birkaç yıl evvel, bir gazete haberinde gördüydüm: İzmir’de bir aile, kızlarının ilk âdetini törenle kutlamışlardı. Yaygınlaşır umarım.

4.Mart.2019

Dün gece rüyamda Refik Halid Bey’le iki gözüm Salâh Bey’i gördüm. Atışıp duruyorlardı, ben de, ikisini de pek sevdiğimden, çok üzülüyordum. Bir birine bir diğerine dönüp “siz de haklısınız tabii…” gibi laflar geveleyip duruyordum. Allahtan çabuk uyandım!

Galiba, hafta sonu mesaisini ekseriyetle bu iki ustaya ayırdığımdan ve birbirleri hakkında ne düşünüyorlardı diye düşünmekten geldi bu rüya başıma. Refik Halid mesela hesap sorar gibi çıkışıyordu Salâh Beye: “Neden hikaye yazmadın sen hiç!” Salâh Bey hiç altta kalır mı: “Sen gazetecisin, yazdıkların deneme değil, fıkra!” diye bağrınıyordu.

Sahi, kafamda bir yazı/deneme başlığı olarak gidip gelen bu cümleden ben ne zaman kurtulacağım: “Salâh Bey Neden Öykü Yazmadı?”

***

Benzerliklerden ve Refik Halid Karay’dan bahsedince hatırladım, evvelce de girmişti Refik Halid Bey rüyama, anlatayım…

Besmele niyetine, gördüğüm rüyadır, edebiyat tanrısı hayırlara çıkarsın: Bir yamacın kıyısında, patika bir yolda ilerliyoruz. Aşağısı uçurum, deniz filan var, manzara güzel ama her an düşebilirim. Acayip korkuyorum. Biraz önümde yürümekte olan arkadaşlara sesleniyorum (karı-koca bunlar, yakın dostlarım), onlar da ter içinde kalmışlar, yahu diyorum, yok mu başka bir yol?

Varmış meğer: Bir sonraki sahnede asansörün içindeyiz. Üçümüz dışında birkaç kişi daha var ve bir de görevli. Sandalyeye oturmuş, asansörü kontrol ediyor. Kıyafet o biçim, papyon filan var herifçioğlunda. Ama dışardan da görüyorum kendimizi (rüya bu, her şey mümkün), asansör donuna bürünmüş uzay aracı gibi bir şey içinde olduğumuz. Boşlukta hareket ediyor ama bir yanda da kablolu. (Evet kablolu, dedim ya rüyada her şey mümkün.)

Kablolu asansör, roket gibi yerinden fırlıyor. Yarım saatlik zorlu bir yolculuk yapıyoruz. Sanki uçaktaymışız gibi türbülansa da girip girip çıkıyoruz arada. Yolculuğun yarım saat süreceğini söylüyor görevli, “yaklaşık yarım saat sonra yazarımızın yanındayız” diyor bilmiş ve son derece ciddi, İngiliz uşağı gibi bir edayla. Asansör-roket, eski köy dolmuşları gibi her yanından hava alıyor, toz duman içinde korkarak ilerliyoruz uzay boşluğunda.

Küçücük bir gezegene varıyoruz sonunda. Küçük Prens’inkine benziyor ama daha kasvetlisi. Tepede bir ev var, korku filmlerindeki evlerden: Uzakta, yalnız, başı dumanlı. Eve giriyoruz. Eski mobilyalarla kaplı bir salona geçiyoruz. İşte orada, oturuyor yazar. Takım elbise giymiş, gözlüğü elinde, donmuş gibi. Asansördeki görevli şimdi bir tur rehberi gibi davranmaya başlıyor, kokartını boynuna asmış, diyor ki “turumuz yarım saat sürecek.” Eline televizyon kumandasına benzer bir şey alıyor, tam basacakken bir uyarı daha yapıyor: “Sorularınız hazır değil mi? Çok fazla vaktimiz yok, Refik Halit Bey’i çok yormayalım.”

“Bi dakka bi dakka” diye araya giriyorum, “bu Refik Halid değil ki, Yakup Kadri. Hem Halit değil Halid olacak.”

“Hay allah” diyor asansörcü-rehber. Çok tav olduğum (sözlüklerde bulamazsınız tav’ın bu anlamını, Kuzey Ege’de “gıcık olmak” anlamında da kullanılır), renkli kemik çerçeveli bir gözlük takmış, iyi giyinmiş. Banka müdürüne benziyor. Samimiyetsiz bir gülüşü maske yapmış, sürekli gülümsüyor. “Yanlış eve gelmişiz beyefendi” diyor bana dönerek ve gülümseyerek. “Neyse bu kadar gelmişken tadını çıkarın bence, başlatıyorum Refik Halid Bey’i” diyor.

“Yahu bilader,” diyorum, “sen ne ayaksın! Refik Halid değil bu, Yakup Kadri.”

Asansörcü-rehber hiç aldırmıyor, duymuyor sanki beni, gülümsüyor ve elinde tuttuğu televizyon kumandasına çok benzeyen alete basıveriyor. O basar basmaz Refik Halid canlanıyor, gözlüğünü burnunun üstüne tutturuyor yavaşça, gülümsüyor. “Hoşgeldiniz çocuklar” diyor. Der demez de yaprak cigarasını ateşliyor.

“Yahu bu Refik Halid değil, Yakup Kadri” diyorum ama kimse beni dinlemiyor.

Uyanıyorum.

***

Ve günün sözü: Eceli gelen fare kedi taşağı kaşır.

Onur Çalı