Yalnızlık tüm sanat türlerinde olduğu gibi edebiyatta da yerini almıştır. Neredeyse her insanın yaşadığı yalnızlık duygusu, kitaplarda detaylı yansıtılırken birçok eserin de ana konusu olmuş, hatta ismini vermiştir.
Yalnızlık duygusunun temelleri bebeklikte atılır. Bebeklik döneminde bağlanmanın, anne-çocuk ilişkisinin önemi bir kez daha çıkar karşımıza. Anne bebek arasındaki bağlanma güvenli ve sağlıklı olursa, bebeğin sonraki yaşamı da sağlıklı olacaktır.
Kişiden kişiye, kültürden kültüre değişse de evrensel geçerliliğini ve güncelliğini yitirmeyen yalnızlık konusu, günümüz öykülerinde de izini sürdürmektedir.
Yalnızlık, tıpkı yazma eyleminin kendisi gibi öznel bir deneyimdir. Her birey yalnızlığını kendine göre yaşar. Bu nedenle, tanımı da kişiden kişiye değişebilmektedir.
Yine de yalnızlık üzerine düşünebilmek ve yazabilmek için, öncelikle temel bir soruya gereksinim var: “Yalnızlık nedir?” Bu soruyu yanıtlamadan önce psikoloji ve felsefe alanındaki tanımlamalara bakmakta yarar var.
Freud, 1939 yılında yazdığı makalesinde, kişinin yalnızlık deneyimi yaşamasının içsel psişik yapısını tamamıyla değiştirebileceğini belirtmiştir. Carl Gustav Jung’a göre yalnızlık, çevrede insan olmaması değil, kişinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissedilen duygudur. Erich Fromm, yapıtlarında insanın doğadan ve birbirlerinden kopmuş olması sonucu kendisini yalnız ve soyutlanmış hissettiği görüşünü vurgular. Soyutlanmış olma, insanın ayırıcı olma özelliğidir ve diğer hayvan türlerinde görülmez. İnsan kimi zaman özgürlüğünü kazanırken, bunun karşılığını yalnızlaşarak ödemektedir. Engin Geçtan’a göre, insanlar kendilerini çevreleri ile en çok paylaştıkları anlarda bile, içlerinde ona ait ve yalnız kalan bir parça bulunur. Bu sağlıklı ve insanı yaratıcı olmaya güdüleyen evrensel bir yalnızlıktır. Aristo, yalnızlığın istenmeyen ve davet edilmemiş bir his olduğu hususunda Plato’yla aynı görüşte olmuştur. Aristo, insanın sosyal olmasına yani başkalarıyla birliktelik aradığına inanmıştır. Kierkegaard’a göre insanlar hakikati ancak kalabalıklardan kendilerini ayrı tutarak bulabilirler. Kierkegaard’ın görüşlerini daha da genişleten Schopenhauer’a göre ise bağımsızlık, insan yalnızlığının doğrudan bir sezgisidir. İnsanlar kendileriyle baş başa kalabildikleri sürece yalnız kalabilmişlerdir ve yalnızlığı sevmeden ve bağımsızlığa âşık olmadan bir birey olunamaz. Diğer bir deyişle, bir kimse tek başına kalabildiği sürece hürdür. Sartre, bir kimsenin dışlanmasının farkına varması sürecinin acı verici olduğunu ve aynı zamanda bunun üretkenliğe ve yaratıcılığa da yol açacağı fikrini öne sürmüştür.
Felsefi literatür yalnızlığı, bireyin kişisel olgunluğunu, özgürlüğün ve en üst düzeyde ilişkilerinin gelişimini gerçekleştirmesi için insanî koşulların bir parçası olarak betimler. Varoluşçu fenomolojistler, yalnızlığın bireyler için anlamını ve paradoksal yapısını daha derin bir şekilde araştırmışlardır. Düşüncelerinin özü ise şu şekilde ortaya çıkmıştır: Yalnızlık acı verici, kaçınılmaz, olumsuz fakat bireysel olgunluk ve gelişim için de gereklidir.
Edebiyatta Yalnızlık
Öykülerde yalnızlık kavramının genel olarak aşağıdaki alt başlıklar etrafında şekillendiğini söylemek mümkündür:
Modern Hayat ve Yalnızlık, Geleneksel Hayat ve Yalnızlık, Yabancılaşma, Göç: Gidenler ve Geride Kalanlar Açısından Yalnızlık, Kadının Yalnızlığı, İki Kişilik Yalnızlık: Evlilik, Hayatın Dışına İtilen İnsanlar: Yalnızlık ve İhtiyarlar, Bir Tercih Olarak Yalnızlık, Ötekileştirilenin Yalnızlığı, Eşya ve Yalnızlık
Genelleme yapılamasa da, sanat ve edebiyatta yalnızlık kavramının, kadınlar ve erkekler bakımından, zaman zaman farklı sonuçlarının ve etkilerinin olduğu gözlemlenebilmektedir.
Yalnız erkeklerin karakter kurgularında bağlanamamak, uzlaşamamak, anlam arayışı gibi özelliklerle pekiştirilerek söz konusu karakterlerin değişmesi, yalnızlığa bir nokta koyması, anlamlı bir ilişki ve benzeri durumlar için fazlasıyla tedirgin olmaları vurgulanır.
Kadın karakterler ise, erkeğe göre yalnızlığını sona erdirebilecek ihtimallere genelde daha sıcak bakar. Üstelik kadın yalnızlığı, yaşamın birçok alanından dışlanmış ve bazı mekânların yasaklanmış olduğu bir yalnızlıktır.
Popüler kültürün de katkısıyla “iki kişilik mutlu bir beraberlik” idealinin abartılmasına tepki olarak yazılmış yalnızlık öykülerine de rastlamak mümkündür.
Kuşatılmış kadın dünyasındaki “yalnızlık” kavramını da birçok kadın yazarımızın öykülerinde görebiliriz.
Sevgi Soysal, eserlerinde okuru ümitsizlik, yalnızlık ve iletişimsizlik mahkûmu bireylerin iç dünyasında dolaştırırken kişiyi içine kapanık yaşamaya iten ve özelikle kadınlara belirli roller tayin eden toplumsal kural ve baskıları eleştirmiştir.
Füruzan öykülerinde, özellikle kadınlarla çocuklar, yalnızlık ve mahrumiyet duygularıyla ön plana çıkarlar. Babasız çocuklar, kocasını yitirmiş kadınlar, zorunlu evlilikler, göç nedeniyle alıştıkları çevrelerini bırakmak durumunda kalanlar, yaşlılar… Yalnızlık duygusu, ince ayrıntılarla varoluşsal bir kaygıdan çok zorunluluklar ve imkânsızlıklar sonucu ortaya çıkan bir yoksunluk duygusu olarak yalın ama derin bir dille okura hissettirilir.
Nursel Duruel’in ilk öykü kitabı olan Geyikler, Annem ve Almanya’da, öykülerin ortak temalarından biridir yalnızlık. Kitaba adını veren öyküde, öykü kişisi geriye dönüşle çocukluğunun mutluluğunu ve mutsuzluğunu bir arada yaşar.
İnci Aral’ın Zeycan isimli öyküsünde, kocası ölen Zeycan, çocuklarına bakmak ve ailesini geçindirmek zorunda kalır. Tek başına yüklendiği sorumluluklar, yalnızlık hissini derinleştirmektedir.
Pınar Kür’ün Son Çizgi isimli öyküsünde, Sevil ve Muammer’in evliliğe bakış açıları anlatılır. Muammer, Sevil ile varlıklı bir ailesi ve iyi bir işi olması nedeniyle mantık evliliği yapar. Sevil ise kırk yaşında evlenmemiş bir kadındır. Bir aile kurmak ve çocuk doğurmak ister. İkisi de evlilik için birbirlerine aşık olmaları gerektiğini düşünmezler.
Sevinç Çokum’un öykülerinde temel meselelerden biri olarak görülen yalnızlık, çok yönlü olarak kurgulanmakta ve yazarın edebi şahsiyetinin temel özelliklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Modern hayatın getirdiği kentleşme, bireyselleşme, göç gibi çeşitli olguların insan hayatını etkilemesi ve bireyi yalnızlaştırması onun öykülerinde vurguladığı noktalardan biridir. Ayrıca, eşya ve yalnızlık ele aldığı konular arasındadır. Eşyanın ancak insanla birlikte değerli olduğuna değinir.
Lütfiye Aydın, İkili Yalnızlık kitabında, birbirinin sevgisine muhtaç olan yaşlı bir çiftin, sadece çıkarları doğrultusunda uzlaşıyor olmalarının yarattığı yalnızlığı gerçekçi bir dille aktarır.
Sezer Ateş Ayvaz, ilk kitabı Aynalarda Yaz’da ağırlıklı olarak yalnız, içine kapanık, yenilmiş insanların duygularını anlatır. Örneğin, Eldiven öyküsündeki eldiven gibi, nesneler üzerinden de vurgulanır yalnızlık.
Sevim Burak’ın Afrika Dansı adlı öykü kitabındaki on bir kısa öyküsü, biçimsel ve izleksel açıdan birbirinden farklı özellikler gösterse de yazar bireyin, özgürlük, farkındalık, yalnızlık, ölüm ve ben olma çabası gibi varoluş durum ve problemlerini işler.
Ayfer Tunç, öykülerinde çoğu geçmişte yaşayan orta yaşlı karakterlere rağmen geçmişe güzelleme yapmaz; geçmiş olumsuz bir dönemdir, bugünkü umutsuzluğun ve yalnızlık hissinin temellerinden biridir. Yazar kullandığı ironik dille yalnız ve yenik karakterleri, aşk kırgınlarını melodrama düşmeden okura yansıtır.
Müge İplikçi’nin Columbus’un Kadınları isimli eserinde, özellikle üçüncü dünya ülkelerinin yalnız kadınlarının durumu sorgulanır. Yalnızlık, aidiyetsizlik ve özlem, sürgün atmosferiyle bütünleştirilerek okura aktarılır.
Aslı Erdoğan’ın karakterleri derin bir yalnızlıkla ve parçalanmışlıkla yoğrulmuş ötekilerdir: Göçmenler, sokaktakiler, tutunamamışlar, hastalar, işkence görenler, erkeksi dünyadaki dışlanmışlar, ağır baskıcı dünyadaki kıstırılmışlar, edebi sürgünlerin kopkoyu acıları, çok katmanlı metinlerle ifade edilir.
Sema Kaygusuz doğum, ölüm, ölümsüzlük, inanç, tutku, vicdan, yalnızlık, aldatılan kadın, cinsellik temalarına değinir.
Sibel K Türker’in Münzevi 19 başlıklı öyküsünde, kendisiyle konuşan yazarın, yalnızlığı sevdiğinden söz edilir. Öykülerinde yalnızlık başta olmak üzere, ölüm, yabancılaşma, kaçış, korku, bencillik, vb. birçok kavram, izlek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Menekşe Toprak öykülerinde insanın modern yaşama ayak uyduramamasına, uydurmaya çalıştığı anda da bocalamasına değinilir. Yalnızlık ve ahlaki önyargılar, yalnızlık ve kadınlık meselesi, yalnızlık ve göç gibi başlıklar metinlerin bütününde yer alır.
Nalan Barbarosoğlu, karakterlerinin yalnızlıklarının temelinde ölüm, ayrılık ve terk edilmişlikler olduğunu, duygu sömürüsüne kapılmadan hissettirir. İnsanı doğal yaşamdan uzaklaştıran kent yaşamı da yalnızlığa neden olabilmektedir.
Aysun Kara’nın ilk kitabında yer alan Gülcemâl Vapuru, mübadele sonrası hayatların, birbirine eklenerek büyüyen korku, tedirginlik ve yalnızlık duygularını yansıtan bir öyküdür.
Sine Ergün, Baştankara isimli öyküsünde, birbirinin aynı geçen günler içinde mutsuzlaşan, kendini bulunduğu yere ait hissetmeyen ve hayatlarından memnun “ötekilerin” içinde bunalan bir kuşun, göç zamanını beklemeden yola çıkmasını paylaşır okurla.
Nilüfer Altunkaya Sevgili Yalnızlık adlı kitabında, adından da anlaşılacağı gibi, yalnızlık konusunu her hikâyesinde ele almıştır. Yalnızlığın temelinin yetersiz aile eğitimine, bozuk eğitim sistemine ve siyasi baskılara bağlanabileceğini okura yansıtır.
Selçuk Baran, insanın iç dünyasını oluşturan katmanları tek tek kaldırarak yalın ve yalnız insanı anlatır. Öykü kişileri, genellikle yalnızlık duysalar da yalnızlıktan hoşlanıyor görünen kimselerdir. Yalnızlığından memnun olmayanlar, hasta ve yaşlı olanlardır.
Gamze Güller, İçimdeki Kalabalık öyküsünde, günlük yaşam içersindeki tuhaflıkları, anlamsız diyalogları, sıradan ilişkileri yadırgadığı için kendini farklı ve yalnız hisseden karakterin, buraya fazla ait olmadığının bilinciyle “tek başına” olmayı tercih edişini ironik bir dille kaleme almıştır.
Neslihan Önderoğlu, İçeri Girmez miydiniz? adlı ilk öykü kitabında yabancılaşma, yalnızlık, ihanet gibi temaları, sarsıcı karakterler eşliğinde hissettirir.
Görüldüğü üzere, her şeyin hızla değiştiği, iş hayatlarının yoğunlaştığı, teknolojinin her geçen gün daha da gelişerek yüz yüze iletişimin azaldığı bir dünyada, yalnızlığın da artarak edebiyata daha fazla yansıması, doğal bir sürecin parçası haline gelmiştir. Bu süreç içerisinde kadınlar kendileriyle ve haklarıyla ilgili daha çok farkındalık geliştirebilirken erkeklerin bir kısmı kadınların bu durumunu desteklemekte, bir kısmı da bocalayarak kadının kazandığı yeni konuma alışamamakta ve hâlâ içlerindeki öğrenilmiş erkekliği yaşatma inadını sürdürebilmektedir.
Yazarların önemli bir kısmı kentteki kadını anlatırken bazılarının yalnızlık, yabancılaşma ve bireyin ruhsal açmazlarını, psikolojik derinlikle vermeye odaklandığı gözlemlenmektedir. Kimi zaman istemli kimi zaman istemsiz olsa da yalnızlığın kaçınılmaz bir son gibi hemen herkesin başına geldiği görülmektedir.
Öykülerde kadınların yaşadığı zorluklar, yarım hayatlar ağırlıklı olarak gündeme gelirken yine de yalnızlığın, kadın erkek olsun, insana özgü en temel kaygılardan biri olduğu fark edilmektedir. İnsan hem kalabalıkların güvenli sıcaklığını aramakta hem de tek başına bir varlık olmayı istemektedir.
Edebiyatta ve hayatta, yalnızlığın sadece aşkla, terk edilmekle ilgili olmak zorunda olmadığını, bazen de insanın kim olduğunu sakladığı, kendini en yakınlarına açtığında da hayal kırıklığıyla beraber yaşanan yalnızlıklar olduğu görülür. Kimi zaman da en zoru, kişinin kendi kendini kabul etme noktasında yaşadığı yalnızlık olabilmektedir. Bu bağlamda, öykülerde ötekikavramının da çok önemli bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Karin Karakaşlı’nın da belirttiği gibi, “pergeli batırdığın noktayı merkez sayacaksan, diğer ucuyla çizdiğin çemberin her bir noktası öteki kalacaktır. Kendini bir şeye, birilerine karşı olarak tanımlıyorsan, ötekiyi yaratırsın. Oysa sen olmayanlar sadece senden farklı, o kadar. Kimsenin ekseninde dönmüyor bu dünya. O yüzden ötekisiz hayat büyük bir tevekkül ve terbiye kanıtı. Kimseleri karşına almadan, kimselere sırtını yaslamadan kendi olma cesareti.”
Yalnızlık kimi zaman bir ceza olabilirken kimi zaman bir arınma, kendini tanıma, hayatı sorgulama ve yaratıcılığa zemin olabilmektedir.
Öyküler içinse yalnızlık bir gereksinimin de ötesinde bazen bir zorunluluktur. Yazarken kalem ve kâğıdın yanında bir de yalnızlığın, en azından zihinsel yalnızlığın olması gerekmektedir.
Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi, “insan yalnızlıktır”. Sadece günümüz öykülerine değil, tüm iyi öykülere bakınca da “yazmanın en güzel yalnızlık” olduğu söylenebilir.
Suzan Bilgen Özgün
Resim: Elif Naci, Mektup Yazan Kadın