12.Nisan.19

Sincan İstasyonu’nun ilk sayısını hatırlıyorum. 2007 yılının güz aylarıydı. Yazdıklarımı yayımlamaya yeni yeni heveslendiğim zamanlardı. Derginin üçüncü sayısında Abdülkadir Budak imzasıyla çıkan “Yalın Şiiri Savunmak” başlıklı yazıya bir yanıt yazıp göndermiştim. Budak da gönderdiğim e-mailime “Farklı Düşünmek” başlığını verip İstasyon’un beşinci sayısında yayımlamıştı. Çok mutlu olmuştum. Hem sevdiğim bir şairi “savunmuş” hem de yazım yayımlanmıştı!

Bunların üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. Sincan İstasyonu memleketteki tüm olumsuzluklara, yayın piyasasındaki ekonomik zorluklara rağmen çıkmaya devam etti ve dalya dedi!

Gömleği leyla desenli Abdulkadir Budak’a ve Sincan İstasyonu’na uzun ömürler ve nice dalyalar diliyorum!

***

12 Mart 2019 tarihli New York Times’dan bir haber: “Karakterlerinden Biri İsa Olan Çizgi Roman Yeni Yayıncı Buldu”

Mark Russell yazmış, Richard Pace çizmiş. Ortaya “Second Coming” (İkinci Geliş) adlı bir çizgi roman çıkmış. Romanda İsa’nın, “Sunstar” (Güneşyıldız) adlı bir süper kahraman ev arkadaşı var. İsa, o semt-i meçhule gittikten beri, İncil’inin başına neler geldiğini, nasıl yorumlanmış olduğunu işte bu ev arkadaşından öğreniyor. Bu ikili arasındaki zıtlığı tahmin etmişsinizdir. Biri sorunları şiddetle, diğeri ise merhametle çözmeye çalışıyor. (Bunu kitabın, yanda gördüğümüz kapak görselinden de anlayabiliyoruz.)

Yazar Mark Russell, kitap yayımlanmadan aylar önce verdiği röportajda şöyle demiş: “Tanrı, İsa’nın dünyaya ilk geldiğindeki performansından (hemencecik tutuklanıp çarmıha gerilmesinden dolayı) öylesine hayal kırıklığına uğramış ki o zamandan beri onu kilit altında tutmuş.”

46eb3-12second_cover-superjumbo

Yazar bu sözleri 2018 yılının Temmuz ayında yumurtlamış, bu yılın Ocak ayına kadar ters bir tepki de almamış. Ve fakat bir süre sonra, birtakım yayın organları (aralarında Fox News de var) henüz yayımlanmamış bu çizgi romana tepki vermeye başlamış (“İncil’den çok küfre yakın”). Yetmemiş, vatandaşın biri 235,000 civarında e-imza toplayıp bu muzır neşriyatın yayımının durdurulmasını talep etmiş (change.org benzeri bir sitede). “Duyarlı” vatandaş şöyle buyurmuş: “Bu kitap Muhammed ya da Buda’yla kafa buluyor olsaydı, medya ve siyaset ortamında ortaya çıkacak şamatayı hayal edebiliyor musunuz?”

Kitabın çizeri Bay Pace de bu süreçte ölüm tehditleri almış. Nihayetinde, bütün bu tepkiler üzerine yayınevi kitabı çekmek durumunda kalmış.

Russell Hristiyanların inançlarına saygı duyduğunu belirtiyor ama ekliyor da: “Kitabımız İsa’nın yergisi değil, daha ziyade son iki bin yıldır onun empati ve rahim mesajını, güç ve tahakküme dönüştüren takipçilerinin yergisi.”

Haberde bir takım ayrıntılar daha var ama biz sözü daha fazla yormayalım. Yukarıda anlattığımız şamataya rağmen bu çizgi roman önümüzdeki aylarda seri halinde yayımlanacakmış.

Benim kafamı kurcalayan şu: Vatandaşın dilekçesinde belirttiği gibi, bu tarz bir çizgi roman Muhammed ya da Buda hakkında olsaydı neler olabileceğini hayal edebiliyor muyuz? Hayal, evet. Neler olabileceğini az çok kestirebiliyoruz da dökülecek kanın miktarını tam olarak hayal edebiliyor muyuz?

Peygamberler iyi de, çevreleri kötü!

29.Nisan.19

Etgar Keret’in “Kapı Birden Vuruldu” adlı öykü kitabında bir karakter şöyle diyor: “Bir şeyden başka bir şey yaratma duygusunu özlemiş, doğru, bir şeyden bir şey yaratmak. Çünkü hiçbir şeyden bir şey yaratmak tamamen uydurmak demektir ve değeri yoktur. Herkes yapabilir. Fakat bir şeyden bir şey yaratıyorsan bu onun gerçekten orada olduğu ve senin onu yeni, daha önce gerçeklememiş bir şeyin parçası olarak keşfettiğin anlamına gelir.”

Bunu esas alırsak J. R. R. Tolkien’in yazdıklarının hiç değeri olmadığını söylememiz gerekir. Söylememiz gerekir mi?

***

Öyle bir hava var ki son on gündür, hastalık havası denilen türden. Sabah montla çıkıp öğlen tişörtle gezip akşam yine montla gezmeniz (ve gün içinde gölgede ya da güneşte oturmanıza göre sürekli soyunup giyinmeniz) gereken berbat bir hava. Bahar değil bu, bahar olsa şikayetimiz olmaz.

Kötü köşe yazarları gibi bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla bağlayacağım bu hava mevzusunu: Herifin biri soğuktan şikayet edermiş. Başka birisi de işidüp: “Canım! Bu insanlar da ne acâ’ibdir. Soğuk olsa, soğuktur diye şikayet ederler; sıcak olsa sıcaktır diye söylenirler” yolunda herkesin söyleye geldiği lafı ortaya atar. Bu sözleri bir köşeden lâkaydâne dinleyen Hoca Efendi başını kaldırup o adama der ki: “Efendi! Sen öyle söylüyorsun ama bahar havasına kimin ne dediği var?”

30.Nisan.19

Matta İncili’nin 13. Babında gören gözler için müthiş bir ibret ve “Kimse kendi memleketinde peygamber olmaz” sözünün canlandırması bulunur. Önce deyimin anlamını Ömer Asım Aksoy’dan okuyalım: “Kişinin değeri, doğup büyüdüğü yerde gereği gibi bilinmez. Daha önce ad kazanmış kimseler vardır. Aile rekabetleri vardır. Küçüklüğünde yaptığı çocukça davranışları bilenler vardır. Bütün bunlar, onun yüksek bir kişi olarak kabul edilmesini engeller.”

Ve işte İsa’nın başına gelenler: Kendi memleketine gitti ve oradaki havrada halka ders vermeye başladı. Halk şaşıp kalmıştı. “Adamın bu bilgeliği ve mucizeler yaratan gücü nereden geliyor?” diyorlardı. “Marangozun oğlu değil mi bu? Annesinin adı Meryem değil mi? Yakup, Yusuf, Simun ve Yahuda O’nun kardeşleri değil mi? Kızkardeşlerinin hepsi aramızda yaşamıyor mu? O halde O’nun bütün bu yaptıkları nereden geliyor?” Ve gücenip O’nu reddettiler.

Ama İsa onlara şöyle dedi: “Bir peygamber, kendi memleketinden ve evinden başka yerde hor görülmez.”

Ve kaçınılmaz sonuç koşarak gelir, moraliniz bozulur, bütün hevesiniz kaçar: İmansızlıklarından ötürü İsa orada pek fazla mucize yapmadı.

“Yapmadı” değil, “Yapamadı” olmalı. Hatta ve hatta Yapmasına izin vermediler” olmalı. İnançsızlıklarıyla, güvensizlikleriyle, umutsuzluklarıyla elini kolunu bağladılar onun” olmalı.

Ama insanın da suçu yok. Kuran’ın “İncire ve zeytine andolsun” diye başlayan ve adını da buradaki incir’den alan Tin Suresi’nde şöyle denir: “Andolsun, Biz insanı en güzel biçimde yarattık./Sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik.”

Halen o en aşağıdan bir milim yukarı çıkaramadık kendimizi galiba. İnsanın yaptığı bunca insanlık başka nasıl açıklanır ki: Kendi türüne yaptığı zulümler bir yana, koskocaman evrende ve minnak dünyamızda ezel ebed bir o varmış gibi hayvanları ve doğayı katletmesi. Hiçbir öğretiye, dine, etiğe ve değere itibar etmemesi. Kendi kendini yıkıma sürüklemesi. Kötülüğü günlük bir işe çevirmesi. Çevirmemiz. Neden?

5.Mayıs.19

Türk edebiyatında bir şair var. Oktay Cevdet. Eğer kim(ler) olduğunu merak ediyorsanız önce buradan buyurun. Devam edelim: Meğer bu Oktay Cevdet’in tek vukuat(lar)ı Ataç’ı dövmek değilmiş. Bir kez de Ataç’ı radyoda dinleyeceğiz diye Ankara Radyosu müdürüyle itişmişler. “Elveda Afrika Hoşçakal Paris” kitabında, Avni Arbaş’tan aktarıyor Hıfzı Topuz. Avni Arbaş Ankara’da bulunduğu bir sırada bir lokantada (Kürdün Meyhanesi olabilir mi acaba?) Oktay Rifat’la Melih Cevdet’e denk gelmiş. Yenilmiş içilmiş. Oktay Rifat, o akşam radyoda konuşacak olan Ataç’ı “canlı” dinlemeyi teklif etmiş. Avni Arbaş çok gönüllü değilmiş aslında ama nihayetinde onu da götürmüşler. Stüdyoya girmek isteyince ve Radyoevi’nin yöneticisi de buna izin vermeyince Oktay Rifat adama yumruk sallamış. Adamcağız da mukabele edeyim derken Melih Cevdet’i yumruklamış. Ortalık karışmış tabii. Karakola düşmüşler.

Allahtan babacan bir Başkomser varmış karakolda, bunları barıştırmış. Adamcağız tam Oktay Rifat’la Radyoevi müdürünü barıştıracakken Melih Cevdet de adamdan şikayetçi olmaz mı! Sabahı etmişler karakol köşelerinde. Avni Arbaş da onlara rastladığına bin pişman olmuş. Bakalım, yaşadıkça ve okudukça daha ne vukuatlarına şahit olacağım şu Oktay Cevdet’in?

2dd99-elveda2bafrika252c2bhosca2bkal2bparis

Hıfzı Beyin kitabından öğrendiğim bir şey daha oldu (çok şey oldu tabii ama her şey de anlatılmaz ki!). Her ne kadar “rakı şöyle içilir, böyle içilir” teranelerine çok gönül indirmesem de (Aydın Boysan hariç) Ahmet Rasim’in adabı hoşuma gitti.

Hıfzı Bey’in Zekeriya Sertel’den aktardığına göre Ahmet Rasim 1923 yılında Büyük Millet Meclisindeki tartışmaları izlemek üzere kalkar Ankara’ya gelir. Zekeriya Bey o sıralarda Matbuat Umum Müdürüdür. Vakti kerahat gelip çatınca da Zekeriya Bey’in makam odasına çekilirler çünkü Ankara’da o vakitler gidip demlenecek çok fazla yer yoktur. Ahmet Rasim Bey, çantasından rakıyı çıkarır. Bugünkü 35’liğin yarısına tekabül eden bir şeydir bu. Zekeriya Bey rakısını hızlıca içince Ahmet Rasim şöyle der: “Bak kardeşim, rakı kadehe konur ama sulandırılmadan içilmez. Kadehin dörtte birine rakı, dörtte üçüne su doldurursun, sonra da yudum yudum içersin, hiç değilse beş dakika arayla. Yani, bir kadeh rakı en az yarım saatte içilir…”

Onur Çalı