Söyleşiye katılanlar: Orhan DURU, Levent MOLLAMUSTAFAOĞLU, Müfit ÖZDEŞ, Bülent SOMAY
Metis Çeviri adına söyleşiyi düzenleyen: Müge Gürsoy

METİS ÇEVİRİ: Bu sayımızda Türkiye’deki ilk bilim-kurgu yazarlarından Orhan Duru, lisansüstü tezini bilim-kurgu üzerine yapmış olan bilim-kurgu çevirmeni Bülent Somay, bilim-kurgu yazarı ve çevirmeni Levent Mollamustafaoğlu ve yine gizli bir bilim-kurgu yazarı olan çevirmen Müfit Özdeş le birlikteyiz. Konuklarımızın ortak özellikleri, hepsinin çok iyi birer bilim-kurgu okuru olmaları; gerek yurt dışında yayımlanan yapıtları, gerekse ülkemizdeki çevirileri yakından izlemeleri. Onlarla bilim-kurgu teriminin gerekçelendirilmesi, bilim-kurgunun bir edebiyat türü olarak ayırt edici özellikleri ve gelişmesi, Türkiye’de bilim-kurgu yazarlığı, Türkçe’nin bilim-kurgu yazarlığı açısından sunduğu olanaklar ve ülkemizde yapılan bilim-kurgu yapıtı çevirilerinin niteliği üzerine konuşmak istiyoruz.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: İsterseniz önce bilim-kurgu sözcüğünün kendisinden başlayalım. Son birkaç yıldır bu konuda tartışmalar var. Yalçın İzbul kurgu-bilim terimini öne sürdü, sibernetikçi Toygar Akman da bunu yeğliyor, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde de karşımıza çıkıyor. Kanımca gerek kuruluş, söz dizimi açısından, gerek mantık açısından kurgu-bilim yanlış. Sayın Orhan Duru, bilim-kurgu terimini ortaya atan ilk siz olduğunuza göre, bize gerekçelerinizi açıklar mısınız?
ORHAN DURU: Sanırım 1974 yılında, o sırada Türk Dili Dergisi‘ni yöneten ve dergide bilim-kurgu üzerine tanıtıcı bir bölüm hazırlayan Salâh Birsel, benim de bu işlere meraklı olduğumu bildiğinden benden yardım istedi. Bölüm Türk Dili Dergisi’nde yayınlanacağı için benim en çok zorlandığım sorun, “science-fiction” terimine Türkçe bir karşılık bulmak oldu. Bu tamamen yeni bir terim olmak zorundaydı, çünkü Türkçe’de böyle bir çaba olmamıştı. Bilim-kurgu edebiyatından birçok örnek yayınlanmış, ama Başka Dünyalar, Feza Romanları gibi adlar altında toplanmıştı. Önce sözlüklere baktım. Örneğin TDK’nın yayınladığı Batı Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Denemesi‘nde “science fiction” karşılığı “düşbilimsel yapıt” deniliyordu. Düş-bilim benim tuhafıma gitti, düşlerle uğraşan bir bilim dalını çağrıştırıyordu. Değerli ozan ve araştırmacı Tahsin Saraç, düşsel bilim diyordu. Düşsel bilim de çok uygun gelmedi bana. Burada asıl zorluk “fiction” sözcüğünde; “science” sözcüğünde bir zorluk yok, bunu bilim diye çevirebiliriz rahatlıkla. Fakat bizde “ficlion”ı tam karşılayan bir sözcük yok. “Fiction”ın içine roman, öykü vb. birçok şey giriyor. “Fiction”a karşılık eski bir sözlükte yapıntı diye bir laf buldum. Ali Püsküllüoğlu, Öztürkçe Sözcükler ve Terimler Sözlüğü‘nde uyduru demiş. Nedir “fiction”? Kafada biçimlendirilerek ortaya konan bir olay. İmajinasyon, hayalgücü karşılığı Nurullah Ataç kurgu gücü diyor; gerçekten de zaman zaman günlük dilde bile “Kafamın içinde kurduğum şey,” diye kullanıyoruz. “Fiction” karşılığı kurgu bana uygun geldi. En sonunda ortaya bilim-kurgu sözcüğü çıktı. Ondan sonra birçok meraklı bu sözcüğü kullandı. Sonradan kurgu-bilim diyenler ortaya çıktı.
MÜFİT ÖZDEŞ: Ben bilim-kurguyu tercih ediyorum. Bunun, önemli önemsiz çeşitli nedenleri var. Bir kere, kalın başlayıp ince seslilerle biten sözcükler benim dil estetiğimi tırmalıyor. Ayrıca bence dilde bir sözcük, bir ifade kabul görmüşse, mantıklı bir neden olmadıkça artık onu değiştirmemek gerekir.
ORHAN DURU: Ayrıca kurgu-bilim sonu biten bir kelime, sessiz harflerle kapanıyor, ondan sonra üretmek zordur. Bilim-kurgu ise Türkçe yapısına daha uygun, türetmek de kolay: bilim-kurgusal, bilim-kurgucu, vb.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Benim kurgu-bilim teriminin mantığına itirazım var. Kurgu-bilim, bana “fictional science”ın karşılığı gibi geliyor, sanki kurgusal olan bilimin kendisiymiş gibi. Halbuki ilk çıktığında “scientific fiction” (bilimsel kurgu), sonra kısaltıyorlar “scientifiction” diye, o tutmuyor, sonunda “science-fiction” oluyor. Bence Türkçe’deki karşılığı da orjinal terimi aynı mantık içinde karşılayan bir terim olmalı.
BÜLENT SOMAY: Bilim-kurgu öncelikle kurgu, bilimselliği ondan sonra geliyor. İçinde bilim bulunmayan, yeni tanımlara göre yalnızca spekülasyonla kurulmuş, fantazi de olmayan yapıtlar var, bunlar da bilim-kurgu diye adlandırılıyor. Bence terim önce kümeyi, sonra alt kümeyi belirlemeli. Kurgu-bilim deyince bir bilim türü anlaşılıyor, sanki bilim kümesindeyiz. Oysa kümemiz kurgu, bilim-kurgu alt küme.
METİS ÇEVİRİ: Burada biraz bilim-kurgunun başlangıcından itibaren geçirdiği evrimden söz edebilir miyiz? Nasıl bir kurgu tipi olarak başladı, sonra nasıl aşamalar geçirdi?
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: İlk başladığı zamanlarda kurgu kısmı hiç önemli değildi, bilim kısmı ağırlıklıydı. Önerilen bilim gibi görülüyordu. Ama bildiğim kadarıyla, şu anda Amerika’da en çok tutulan romanlar tümüyle fantazi; en çok tutulan yazar RogEr Zelazny ki tamamen fantazi yazıyor. Fantazi dışında bilim-kurguda gündemde olan bir tek dal var, o da “cybcrspace/cyberpunk” [siber-uzay/siber-punk].
ORHAN DURU: Toplumların çağdan çağa değişimleri var. İlk bilim-kurgu yazarının Eski Çağ’ da yaşamış olan Samosatalı Lukianos olduğu söyleniyor. Onun Ay’a Seyahat yapıtı var. Tabii onun derdi Ay’a falan gitmek değil, Heredot’la alay etmek için yazmış. Çağdaş anlamda bilim-kurgu, katı bilimin, fizik bilimlerinin çok ileri gittiği ve teknolojinin atılım yaptığı çağlarda başlıyor, sanayi devrimiyle başlıyor. Fransa’da Jules Verne’in ortaya çıkışı boşuna değil, onun yaşadığı çağda bilimin getireceği somut yararlar herkes tarafından görülüyor. Sanayi devrimi Amerika’ya taşındıktan sonra, 20. yüzyılın başlarında, 1925-30’lu yıllarda bilim-kurgunun bilim yanı ağır basıyor. Ama şimdi fantazi ağır basıyor dediniz, doğrudur. Çünkü bilim adamlarının kendilerinin de bilimi sorguladıkları bir çağda yaşıyoruz.

LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Örneğin ilk yıllarda fantazi bilim-kurgunun içine konmuyordu. Dergi adlarından bile anlayabilirsiniz, Hugo Gernsback’in yayınladığı ilk bilim-kurgu dergisi olan Amazing ayrıydı, Weird Tales dergisi, yani fantazi, korku edebiyatı ayrıydı.
BÜLENT SOMAY: Piyasadaki en önemli dergi, Fantasy and Science Fiction (Fantazi ve Bilim-Kurgu) şu sıralar. Yayınevleri de artık fantazi ve bilim-kurgu yapıtlarını birlikte basıyorlar. İlk yapıtlarda bilim yanı ağırlıklıydı gerçekten, ancak bu bilimde hep bir “yanlış anlaşılmışlık” vardı. On dokuzuncu yüzyıldaki ilk ciddi bilim-kurgu örneğinin Frankenstein olduğunu söyleyebiliriz. Öyküsünü biliyorsunuz, Shelley, karısı, Keats ve sevgilisi, Byron ve sevgilisi İtalya’da bir şatoda toplanmışlar, sohbet ediyorlar; sonunda Prometheus teması atılıyor ortaya, herkes bu temada birşeyler yazsın, diyorlar. Mary Shelley de Frankenstein’ı yazıp Çağdaş Prometheus diye bir alt başlık atıyor. Konu, insana can vermek. O sırada İtalya’da, iki üç sene önce Volta o meşhur deneyini yapmış, kurbağa bacağına elektrik dayamış ve bacak kıpırdamış. Şimdi, olayda bir bilimsel temel var, ama Mary Shelley bir bilim kadını değil. Bacak kıpırdayınca, elektriğin etkisini hayat zannediyorlar. Bu yanlış anlama bilim-kurgu yapıtlarında hep var. Sonuç olarak bilim derken, hep bir an’ın bilimiyle sınırlıyız ve bir dönem sonra o bilim üzerinde kurulan fantaziler kolay kolay tutmuyor.
MÜFİT ÖZDEŞ: Aslında bilim-kurgunun öznel bir tanımını da yapabiliriz. Eskilerden günümüze geldikçe, Lukianos’tan başlayıp Voltaire’den geçerek, Verne’den, Shelley’den, Wells’den geçerek hep bilim-kurgunun başlayıp başlamadığını saptamaya çalışıyoruz. Verne nasıl bir yazardır, yapıtlarını bilim-kurgu sayabilir miyiz? Oysa yaklaşık 1920’li yıllarda bazı insanlar “Ben ayrı bir tür yazarım,” diye, bazı okurlar da “Ben ayrı tür şeyler okurum,” diye kendilerini ayırıyorlar. Bu, fazla nesnel bir temeli olmadan ana koldan ayrılan bir bilim-kurgu kolu oluyor. O ayrılık da iyice kesinleşiyor; öyle ki dünya üzerindeki okurların bir çoğu bilim-kurguya elini sürmüyor; hatta Cesur Yeni Dünya (Brave New World) gibi bilim-kurgusal araçlar kullanarak yazılmış romanlar, “Bu bilim-kurgu değil!” diyerek sunuluyor. Bugünlerdeyse bilim-kurgunun dönüp ana kolla birleşme eğilimi gösterdiğini görüyoruz; tabii iki yanlı bir eğilim bu. Ana kol da bilim-kurgunun unsurlarını reddetmiyor artık. Mesela Vonnegut’ı örnek verebiliriz. Bilim-kurgu, edebiyatta kökleri Verne/Wells çatışmasında görülen, sonra 20’li yıllarda özellikle Gernsback’in scientifiction terimini ortaya çıkarmasıyla hızla ayrılan bir üvey evlat; ancak bu yakınlarda edebiyat tarafından bağışlanarak yuvaya dönmesine izin veriliyor.
BÜLENT SOMAY: Bence de iki tanım şansımız var. Biri, bilim-kurgunun unsurlarını soyutlayıp çıkardığımızda oluşan türsel tanım. Son zamanlardaki akademik bilim-kurgu eleştirisinin eğilimi bu; hep Lukianos’tan başlayacağız onlara göre, çünkü bilim-kurgu unsurlarını buluyoruz orada. Bir de sosyolojik tanımını yapabiliriz: Bilim-kurgu kendi bilincine vardığı anda bilim-kurgudur. Kendisini bilinçli olarak ana akımdan ayırdığı anda, alt-kültürleştiği anda bilim-kurgudur. Bence bu çok önemli, çünkü bilim-kurgu okurları toplantılar düzenliyorlar, kendilerine ayrı bir yer veriyorlar. Oysa roman okurlarının, hatta tarihi roman okurlarının böyle şey yaptığı görülmemiştir.
METİS ÇEVİRİ: Peki, bir edebiyat türü olarak bilim-kurguyu nasıl ayırt edebiliriz?
ORHAN DURU: Öncelikle bir kurgu söz konusu, ama kurgunun kaynağı, esini, birtakım bilimsel buluşlar. İnsanlık yeni uygarlıklara doğru gidiyor, toplumlar değişiyor, buradan yola çıkarak bir projeksiyon yapılıyor, bu bir öykü içinde anlatılıyor. Yalnız bu öykü dünyada yaşayan insanlar için yazıldığından tamamen bağlantısı kopmuş olamaz, okurun dünyasıyla bağlantı kurması, biraz da inandırıcı olması lazım.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Yalnız şunu belirtmek gerek, eskiden bilimle kastedilen o yılların popüler bilimleri olan elektrik, fizik, mühendislik gibi dallardı. Şimdi bilim deyince sosyal bilimleri, psikolojiyi, sosyolojiyi de anlıyoruz. Psikolojik bir kuramı öngören bilim-kurgu yapıtları artık daha sık yazılıyor. Kimi kez bir sosyolojik deneyi akademik makale olarak yazmayı çok anlamlı görmeyip bunu sosyolojik deneme şeklinde romanlaştıran yazarlar var, örneğin B. F. Skinner, H. D. Thoreau’nun ünlü Walden ütopyası üzerine Walden II‘yu yazıp belirli bir yönelmenin insanlar üzerinde oluşturacağı etkiyi kurgusal bir biçimde incelemiş. Demek ki bugünün bilim-kurgusundan bahsederken, yine bilimsellikten hareket ettiğini söyleyelim ama, bu bilim kavramını birraz daha geniş tutalım.
MÜFİT ÖZDEŞ: Bilim-kurguya şöyle de bakabiliriz: Yazınsal bir yapıt düşündüğümüz zaman, yazar bir olgular yığınını alıyor, düzenli, estetik ve anlamlı bir şekilde bir araya getiriyor. Kâğıt üzerinde, sözcüklerden, tümcelerden oluşturuyor. Bu olgular yığını içinde, matematiksel bir deyimle bazıları sabitlerdir, bazıları parametrelerdir, bazıları değişkenlerdir. Sabitlere örnek: az çok kesin olarak bildiğimiz doğa yasaları, insanın temel nitelikleri, şu anda mevcut olan, geçmişte mevcut olduğunu bildiğimiz şeyler; Osmanlı imparatorluğu gibi, güneş diye bir yıldızın varolduğu gibi vb. Bütün bu kesin bilinen, değişmez olgular, bugünde ve geçmiştedir, gelecekte bir sabit yoktur bizim bildiğimiz. Bir de değişkenler vardır; mesela Anna Karanina adlı kadın bir insandır, değişkendir, hayaldir, herhangi bir şahıs olabilir. Bir de, biz değiştirmediğimiz için sabit kabul ettiğimiz fakat aslında değiştirilebilecek olan şeyler vardır. Bunların başında gelecekteki olgular geliyor. Geleceğin neyse o olacağını, onu bilemeyeceğimizi varsayıyoruz; dolayısıyla, gelecek üzerinde oynamayı normal olarak yazında kabul etmiyoruz. Geleceği, değiştirilebilir, değiştirilmesi bizim elimizde olan bir genel gerçek haline getirdiğimiz zaman bilim-kurgunun alanına giriyoruz sanırım. Şu anda, ışık hızının aşılamayacağı, bildiğimiz kadarıyla değiştirilemez bir olgudur. Ama biz bunu sabitten parametreye dönüştürüp değiştirebiliriz. Ve hep şu soruyu sorarız: Olsa ne olur, ışık hızı aşılsa ne olur? Mesela, su kaç derecede donar, kaç derecede buharlaşır? 0°C’de donar, 100°C’de buharlaşır. Bunlar sabit midir? Günlük hayat içinde kaldığınızda evet, ama biliyoruz ki yükseldiğimiz zaman farklıdır, alçaldığımız zaman farklı. Yer çekimi farklı olsaydı farklı olacaktı. Aslında sabit değildir. Suyun 80°C’de buharlaştığı bir ortam alabiliriz pekâlâ, bunun için başka bir gezegene gidebiliriz. Toplumsal yapının başka türlü olduğu bir ortam yaratabiliriz, bunu yapmak için başka bir gezegene gidebiliriz; geleceğe, yahut daha önce birçok yazarın yaptığı gibi dünyanın bilinmeyen köşelerine gidebiliriz, işte bilim-kurguyu ayırt eden, tanımlanması çok zor olan unsur, sanırım bu.
BÜLENT SOMAY: Lisansüstü tezimi birlikte yaptığım hocam Suvin’in tezini anlatmak istiyorum, bu Müfit Özdeş’in söylediğiyle uyuyor. Suvin önce Brecht üzerinde çalışmış, sonra bilim-kurguya geçmiş ve orada Brecht’in tam başaramadığı şeyi bulduğunu düşünmüş: “Bilim-kurgu yadırgatmadır,” diyor. “Doğal, olağan kabul ettiğimiz şeyin böyle de olmayabileceğini göstermektir. Onu fantaziden ayıran nokta (‘gerçek gibilik’ diye çevirebileceğimiz) ‘verisimilitude’ özelliğidir. Bilim-kurguya bilişsel destek sağlamak gerekir, o bilim kelimesinin anlamı da budur,” diyor. Yani bizim zaman ve mekânımızın bilimsel kapsamı içinde mümkün ama gayri-muhtemel olan şeyler bilim-kurguda varsayım olarak alınıyor. Öyle bir varsayım ki kanıtlanamıyor ama çürütülemiyor da. Nitekim Asimov, Paul French adıyla yazdığı romanlarda birçok varsayımda bulunuyordu; diyelim Merih’in yüzeyinde insanlar yaşıyor, diyordu. Bunun gayri-muhtemel olduğunu Asimov da biliyordu ama o gün için o varsayım çürütülemezdi. Bugünse çürütülebilir, artık Merih’te hava olmadığı biliniyor; bu nedenle biri kalkıp Merih’in yüzeyinde insanların uzay elbisesi giymeden dolaştığı bir roman yazarsa onu kimse okumaz, ciddiye alınmaz. Buna karşılık Tau Ceti diye bir güneş yaratabilir, çevresine Urras ve Anarres diye iki gezegen oturtup üzerlerine insansı, kıllı bir ırk yerleştirebilirsiniz. Kimse gidip görmediği için, bu çürütülemez.
METİS ÇEVİRİ: O halde bilim-kurgunun korku ya da fantazi edebiyatından farkını şöyle koyabilir miyiz: Diyelim bir korku öyküsünde çevre sabittir, bildiğimiz, tanıdığımız bir dünyadır; bu çevreye düzeni bozan, insan psikolojisindeki boşluklardan yararlanarak çarpıcı olan bir yaratık girer. Ancak bu yaratık “gerekçelendirilmez”, onun dünyası bilinmez, bu dünyanın “paradigmaları” belirtilmez…

MÜFİT ÖZDEŞ: Zaten o hayaletlerde, hortlaklarda, cinlerde, perilerde bizi sarsan, gerçek sandığımız şeyleri sorgulayan bir şey yok ki! Bunlar zaten yüzlerce yıldır efsanelerin, romanların unsuru olarak, sanki gerçekmişçesine kültürel hayatımızın içinde olan şeyler. Çocuk masalları, bâtıl inançlar filân… bunlar gerçek hayatın herhangi bir öğesi kadar tanıdık.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Evet, yadırgatma yok!
METİS ÇEVİRİ: Ama korku edebiyatında da tümüyle farklı, tanımadığımız öğeleri karşımıza çıkaran öyküler, romanlar yazılıyor artık. Bu edebiyatta dikkat çekici olan ortak özellik, bu “yabancı unsur”un bir sisteme oturtulmamış, mümkünlüğü ya da muhtemelliği tartışma dışı bırakılan bir şey olması. Tümüyle insandaki zayıflık ve eksikliklerle, yani bilinemezlerle oynanıyor sanki.
BÜLENT SOMAY: Metis Çeviri‘nin bu sayısında yer alan Angenot’nun makalesindeki tezi kısaca özetlemek istiyorum, sanırım tartışmamıza yaran olur. Angenot, “Bilim-kurguda bütün anlatıyı düzene koyan bir söylenmeyen vardır; onu bütün diğer kurgu türlerinden ayıran budur,” diyor. Buna bir örnek vermek gerekirse, diyelim Heinlein’ın bir romanı şöyle başlar: “The door dilated.” Yani, kapı bir iris gibi açıldı, diye başlıyor; son derece sıradan bir cümle bu. Oysa çok sıradan bir cümle değil, çünkü dünyada hiç öyle açılan kapı yok. Yazar bu cümleden sonra anlatıya devam ediyor; hiç bir zaman durup, kapının niye iris gibi açıldığının açıklamasını yapmıyor. Okur oradan, şöyle varsayımlar kurmaya başlıyor: Bu kültürde demek ki kapılar var, ama bizim bildiğimiz kapılar yok vb. Gerçekçi bir romanda kapı açıldı lafı bize, “Demek burada kapılar varmış,” diye düşündürmez, çünkü zaten bizim gerçekliğimizde olduğu için, yadırgama duygusu yoktur. Kapının iris gibi açıldığı bir kültürdeyse kapı olması bize yeni bir şey düşündürüyor. Kapıların olmadığı bir kültür de olabilirdi. Demek o kültürde saklanacak bir şeyler var; kapı o şekilde açıldığına göre demek herkes o kapıyı açamıyor… Giderek o kültürün, kapıların olduğu, insanların mülk sahibi oldukları, mülklerin birbirinden saklandığı bir kültür vb. olduğuna dair bir sürü çıkarsama yapmaya başlıyoruz, tek bir cümleden kalkarak. İyi bir bilim-kurgu yazarı bütün bunları bir metne serpiştirdiği zaman, bütün bu serpiştirmelerden bir paradigma, aslında orada varolmayan ama bizim bu tür çıkarsamalar yoluyla kurabileceğimiz bir paradigma çıkıyor ortaya; işte bilim-kurguyu ayıran bu. Gerçekçi kurguda, o paradigma zaten bizim bildiğimiz, içinde yaşadığımız paradigmadır. Fantastik kurguda zaten paradigma yoktur, her şey olabilir çünkü, oyunun kuralları yoktur. Tarihsel kurguda da, gene bizim yabancı olduğumuz, ama tarih kitabına bakarsak bulabileceğimiz, bir yerlerde yazılı olan, varolan bir paradigma söz konusudur. Bilim-kurgudaysa bizimki olmayan, yeni bir dünya yaratılmıştır; metnin içine serpiştirilen ipuçlarından da olmayan bir paradigma yaratılmıştır.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: “Kılıç ve Büyü” diye çevirebileceğimiz “Svvords and Sorcery” tipi fantaziyi belki burada ayrı tutmak lazım. Bu tip yapıtlarda, diyelim Conan‘da, ya 10.000-100.000 yıl önce dünyada yaşamış olduğu varsayılan, ya da bundan 10.000-100.000 yıl sonra yaşayacağı varsayılan bir kültür söz konusudur. Genellikle barbar bir kültürdür bu, kılıçların, büyünün etkili olduğu bir kültür. Bu da sanıyorum bilim-kurgudaki etkinin aynısını yapıyor, çünkü o da bizim için değişik bir toplum ve çürütülemez.
BÜLENT SOMAY: Zaten “Kılıç-Büyü” türünün iyi örnekleri bilim-kurgunun kapsamına sokulabilir sanırım. Diyelim Ursula Le Guin’in Earth-Sea(Yer-Deniz) üçlemesi. Evet, fantazi ama bilim-kurgu kapsamına almayacak mıyız? Her türlü özelliği var, dünyasını kuruyor, olmayan paradigması var. Sadece o dünyada bilim değil büyü çalışıyor.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Büyüyü de bir tür bilim olarak ortaya koyuyor. Şu anda bilmediğimiz, ama bir zamanlar kullanılan, fiziksel bir temeli olan, bizim unuttuğumuz bir bilim olarak öne sürüyor. Bu da bir ölçüde belirleyici olabilir.
METİS ÇEVİRİ: Bildiğimiz gibi Türkiye’de bilim-kurgu yazarlarına ender rastlanıyor. Orhan Bey, sizin yayınlanmış bilim-kurgu öykü derlemeleriniz var, Ada Yayınları’ndan çıkan Yoksullar Geliyor ve Şişe, değil mi?
ORHAN DURU: Evet. Yoksullar Geliyor, bilim-kurgu nitelemesiyle basıldı, Şişe‘de de bu özellikleri taşıyan öyküler var.
METİS ÇEVİRİ: Siz yazdıklarınıza bilim-kurgu derken bunu nasıl tanımladınız? Daha doğrusu siz mi kendinizi böyle tanımladınız, yoksa yayınevi mi bu adı verdi?
ORHAN DURU: Hayır, ben bilerek isteyerek bilim-kurgu yazdım. Öteden beri benim öykülerimde fantazi, düşsel bir yan vardı. Ben edebiyatımızın fazla gerçekçi olduğunu düşünüyorum: köy edebiyatı, toplumsal sorunlar, en ötesi kendi yaşamını alıp, “hayattan gerçek parçalar”la anı roman yazanlar… Oysa bizim toplumumuz düş kurabilmeli, hayal kurabilmeli. Gerçi çocukluğumuzdan beri masallarla büyüyoruz. İslam kültüründe, ki biz de bunun bir parçasıyız, masallar, ütopyalar var. Bugünse düş kurmak neredeyse ayıp. Ben edebiyatımızda fazla kurgu göremediğim için, bilim-kurgu da olmayan bir şey üzerine kurgu kurmak, gerçekten bir öykü oluşturmak gereğini getirdiği için yararlı olacağını düşündüm. Severek bilim-kurgu okurdum, sonra denemeye başladım. Mesela bir tanesini nasıl düşündüğümü anlatayım. Bodrum’da aklıma geldi; tatildeydim, denize giriyorum, arkadaşlarla eğleniyorum falan. Birdenbire ben aslında başka yıldızdan buraya gelmişim de az sonra geri gönderilecekmişim, ama bunu bilmiyormuşum, son dakikada öğreniyormuşum diye geldi aklıma. Oturup böyle bir öykü yazdım. Aslında tabii oradan İstanbul’a ya da büyük kentlere dönmek bir anlamda uzayda seyahat gibiydi…
“Harita” öykümde de, daha örfçe öne sürülmüş bir şeyden yola çıktım. Daha önce Piri Reis haritasını uzaydan gördü de öyle çizdi gibi iddialar vardı. Ben o öyküyü yazarken çok zorluk çektim. Tarihsel bir öykü havası vererek yazdım. Piri Reis hangi yılda nerede dolaşıyordu? O çağlarda denizde nasıl savaşılıyordu? Kalyon var mıydı, kadırga var mıydı? Bütün bunları araştırmam gerekti. Hatta Nermin Menemencioğlu onu İngilizce’ye çevirirken, uzun süre yazışıp İngilizcesi’nde hangi sözcüklerin kullanılması gerektiğini tartıştık.
BÜLENT SOMAY: Türkiye’de yazarlar kurguya yöneldiği zaman gerçekçilik bir zorunluluktu, muhalif olanlarsa sosyalist gerçekliğe yöneldiler! Benim kuşağım için hayal kurmak ayıptı, bilim-kurgu kaçış edebiyatı sayılıyordu.
ORHAN DURU: Oysa bu yolla muhalefet yapmak çok daha kolay!
METİS ÇEVİRİ: Bilim-kurgunun ayırt edici özelliklerinden birinin de muhalefet olduğunu söyleyebilir miyiz?
ORHAN DURU: Hiç kuşkusuz! McCarthy dönemi bilim-kurgunun en parlak dönemidir örneğin. O sırada pekçok yazar bilim-kurgu aracılığıyla derdini anlatmaya çalışmıştır. Howard Fast bile bilim-kurgu yazmıştır.
BÜLENT SOMAY: Son derece Amerikancı bir yazar olan Asimov bile, o dönemde ansızın muhalif olur, McCarthy karşıtı pek çok bilim-kurgu öyküsü yazar. Örneğin bize Marslılar diye çevrilen The Martian Way‘de açıkça McCarthy eleştirilir. Ben bilim-kurgu yadırgatmalıdır derken bilim-kurgu yazarının şu ya da bu ölçüde, şu ya da bu radikallikte muhalif olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela Sovyetler’de 1956’ya kadar bilim-kurgu yayınlanmadı. Yasaktı çünkü. Zamyatin, yaymlanamamıştır Rusça’da. Rusya’da da Rusya’ya muhalifti bilim-kurgu. Çünkü yadırgatmak durumundaydı, yadırgatmaya kalktığı anda da muhalif durumundaydı.
METİS ÇEVİRİ: Peki ilk başladığı yıllarda bilim-kurgu döneminin bilimci anlayışının savunuculuğunu üstlenmiyor muydu?
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Gernsback döneminde evet, o dönemde yazılan yapıtlarda insanlar karikatür gibiydi, önemli olan yalnızca bilimin kendisiydi. O aşamayı geçince, 1930’lu yıllardan sonraki Altın Çağ denen döneme gelince, muhalif olmaları gerekiyor.
BÜLENT SOMAY: Bundan vazgeçen yazarlar da çok kötü duruma düştüler. Örneğin çok radikal bir cumhuriyetçi muhalif olan Heinlein soğuk savaş döneminin ortalarında, 50’li yılların sonlarında iyice Amerikancı oldu, çok tutucu bir noktaya geldi. Ama o zaman okutmaz oldu kendini. Starship Troopers, Farnham’s Freehold çok kötü romanlardır. Daha sonra da 1960’lı yıllarda, yeni bir muhalefet dalgası yükseldiğinde yine muhalif romanlar yazmaya başladı…
ORHAN DURU: Muhalefeti genel anlamda da alabiliriz, içinde yaşadığımız katı kurallara muhalefet; fizik kurallarını, benzeri kuralları düşümüzle delmeye çalışmak…
MÜFİT ÖZDEŞ: Hatta mevcut edebiyata muhalefet.
METİS ÇEVİRİ: Peki Türkçe’nin bilim-kurgu yazarlığı açısından bize sunduğu olanaklar neler? Bir yetersizlikten söz edebilir miyiz?

LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Orada bir terim sorunu var tabii; günlük dilde bilim kavramları fazla yansımıyor. Sokakta konuşulan dille bilim dili arasında büyük bir uçurum var. Bilim-kurguyu eğer dar anlamda, bilimsel yanı ağır basan bilim-kurgu anlamında kullanırsak, bunun bir etkisi olabilir. Bilimsel terimlerin Türkçeleri türetilmediği için, bunlar tümüyle anlaşılmaz kalıyor. Bu bilim-kurgunun izlenmesini de zorlaştırabilir. Dil açısından bilim-kurgunun izlenmesini zorlaştıracak bir diğer şey, bu dalın genelde biçim açısından zorlayıcı olmasıdır. Virginia Woolf’un ana akım yazınında yaptığı şeyi bilim-kurgu yazarlarının birçoğu yapmıştır. Örneğin John Brunner’ın Stand on Zanzibar‘ını alırsanız orada gazete küpürleri ve haberlerle bir biçem denemesi vardır; ya da Michael Moorcock’ın Jerry Cornelius romanlarında çok değişik biçem denemeleri vardır ki okur açısından zorlayıcıdır.
ORHAN DURU: Ben Türkçe’de bilim-kurgu yazımında dil açısından bir zorluk olacağına inanmıyorum. Verilen örnekler bana biraz aşırı geliyor. Ama bilimsel çalışmalara dayanan birşeyler yazılacaksa, yazar güçlük çekebilir. Bilim terimleri zaten yaygın değil. Bununla birlikte Türk toplumu yeniliğe açık; telsiz telefona, bilgisayara kolayca uyum gösteriyor. Bu uyum yüzeysel olsa bile, buradan yeni öyküler çıkabilir.
BÜLENT SOMAY: Burada temel bir sorun var: Bilimsel terimler bize hep dışarıdan çevrilip geldiği için, “neolojizm”de, kurmaca kelime türetmede zorluk çekiliyor. Kurmaca kelimenin yadırgatıcı olması lazım, oysa türetmekte baz alacağımız kelimenin kendisi bizim için zaten yadırgatıcı. Telematik kelimesini ele alalım. Uzaktan Yunanca ön takısına otomatiğin son iki hecesini birleştirmekle oluşturulmuş bir kelime, zaten kendisi bir neolojizm örneği. Kurgunun içinde bunu yapmak istediğimizde çok şanssız bir yerden başlıyoruz. Halbuki bilim-kurgunun önemli unsurlarından biri bu.
METİS ÇEVİRİ: Bu yalnızca teknik terimler için geçerli değil mi?
MÜFİT ÖZDEŞ: Hayır, şöyle düşünelim… Hiç alışılmadık, yaşanmadık, okuyanın bilmediği olaylar cereyan edecek; bunların ifadeleri de farklı olacak. On yıl önce “Bilgileri girdik ama sonuç değişmedi” diye bir cümle okusak, bu bize ne ifade ederdi? Yazan ve okuyan düş gücünü çalıştırmaya fazla alışık değilse, orada bir sorun çıkabilir. Yeni bir ifade kullanırsınız, çeviride olsun, yazarken olsun, sorun çıkartabilir.
BÜLENT SOMAY: Oysa “bilgi girmek” sözcüğünü 1940’ta ABD’de kullanabilirdiniz; çünkü günlük hayata girmemiş olsa da, hesap makinesinden bir adım ileri hesaplayıcı makineler vardı. Bunlar yalnızca bir iki araştırma merkezinde ya da üniversitede olsalar bile, kültürün içinde mevcuttular. Bu nedenle “Bilgileri girdik ama sonuç değişmedi” cümlesi yadırgatıcı olmakla birlikte, ulaşılabilir bir yadırgatıcılıktaydı. Bizdeyse son on yılda birdenbire en iyi bilgisayarlar girdi, ondan önceyse kültürümüzde bunlar yoktu.
MÜFİT ÖZDEŞ: Benim demek istediğim şu: Okur, edebiyatta bile olsa Türkçe’nin alışılmadık biçimde kullanılmasına yatkın değilse ne olacak?
ORHAN DURU: Ben Türkçe’de bu olanakların bulunduğuna ve zorlanırsa okurun alışacağına inanıyorum. Ayrıca ben zaten bilim-kurgunun içinde yaşadığımıza inanıyorum; on beş sene önce bilim-kurgu sanacağımız şeyler bugün toplumumuza girdi.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Bilim-kurgunun kapsamının böyle gelişmesinin nedeni de bu zaten. Bilimin günlük hayata geçişi çok hızlandı; sürekli olarak yeni teknolojiler üretiliyor, her iki yılda bir teknolojinizi çöpe atıyorsunuz. Bilim-kurgunun çıkış noktası olan birşey önermek, yeni bir varsayımda bulunmak gibi şeylerin çok fazla geçerliliği kalmadı. Oradan bir edebiyat dalının çok fazla ilerlemesi mümkün değil artık, insanlar teknolojik açıdan herşeyi mümkün görmeye başladılar. Dolayısıyla bilim-kurgunun ağırlığı azaldı ve köklerini oluşturan fantazi akımı güçlenerek öne çıktı.
BÜLENT SOMAY: Üstelik teknoloji böyle yaygınlaşırken bilim o kadar hızlı değişmiyor artık. Bilimde 1950’li yıllara kadar görülen gelişmenin hızı düştü. Bilim-kurgunun Amerikan kaynaklı bir tür olması tesadüf değil, Edison ve Ford çağı çocukları bilim-kurgu yazıyorlardı. Bu yazarlar atom bombasına tanık oldular, genetik araştırmaların sonuçlarına tanık oldular. Bütün bunlar, gündelik hayata çok girmese bile çok etkileyiciydi. Şimdiyse 20. yüzyılın ilk yarısında yapılmış şeylerin uygulamalarını görüyoruz, bilimsel buluşlarda büyük bir şaşırtıcılık söz konusu değil.
ORHAN DURU: Bilimin yerine teknoloji geçti gerçekten, bilimde sansasyonlar yok artık.
MÜFİT ÖZDEŞ: Bilim-kurgunun Türkiye’de niye az yazıldığı sorusuna dönecek olursak, bilim ya da teknoloji üreten bir toplum olmadığımızı söyleyebiliriz. Dolayısıyla bir yazar ya da okurun çevresinde, dünyasında, bilimsel araştırmalarla, teknolojik gelişmeyle uğraşan pek kimse yok. Ayrıca yakın zamanlara kadar Türkiye’de kullanılan teknolojide de, insanların hayat tarzlarında da pek değişiklik yoktu. O açıdan insanları meraklandıran, bunun sonu nereye gidiyor diye sorgulatan şeyler de pek yoktu. İkincisi düş kurmaya prim veren bir edebiyatımız, kültür hayatımız yok. Bir de gerçekçiliğin gelip çok tartışmasız bir şart olarak kendini dayatması var.
BÜLENT SOMAY: Bilim-kurgu edebiyatında iki büyük istasyon vardı; biz her ikisini de kaçırdık artık. Biri 1930’lu yılların başındaki saf bilimci, Gernsback ve Campbell’ın ortaya koydukları “Altın Çağ” dönemiydi, diğeriyse 1960’lı yıllardaki “Yeni Dalga”. Birincisi yenilikçi, devrimci, entelektüel ama bir anlamda tutucu bir akımdı. Harlan Ellison’ların, Le Guin’lerin başını çektiği ikinci akımı yakalayabilirdik belki, ama bizde 1960’lı yıllar öyle bir başkaldırıdan çok klasik sosyalizmi keşfetme dönemiydi; bu yüzden yaratılan bu yeni edebiyatı izleyemedik. Bilim-kurgudaysa artık böyle bir yeni akım yok.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Şu anda bilim-kurguda çıkan tek yeni akım “cyberpunk” ama onu da yakalamamız mümkün değil. Çünkü öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Cyberpunk tümüyle bilgisayar çağının bilim-kurgu akımı. Günlük hayatta yaşanan bilgisayar olgusunun içinden çıkıyor; Türkiye’de biz henüz pek hissetmesek de bilgisayar kullanımı çok farklı bir yere gitti. Cyberpunk bu tür bir dünyayı alıyor, romanların geçtiği zaman 1995, 2000 gibi çok yakın gelecek. Varolan gelişmelerden çıkarsanabilecek bir çağ tablosu çiziliyor; çok katı, acımasız bir çağ, rekabetin aşırılaştığı, sokak kanunlarının geçerli olduğu bir dünya. Bu Amerika’da zaten şimdiden geçerli, borsada ve bilgisayar endüstrisinde şimdiden var. Zaten yaşanan bu olgulara bir iki ekleme var; biri yapay gerçeklik (artificial reality), yani bilgisayar aracılığıyla bir gerçeklik yaratılabileceğinin öne sürülmesi. Hatta bunun bilimini bile yaptılar şimdi, bilgisayar biliminin bir alt kümesi olarak geliştirmeye çalışıyorlar. Bir de bilgisayar kovboyları diyebileceğimiz, fiziksel olarak da makineye bağlanan, bilgisayardaki bilgilere ulaşabilen, ama makine olmanın dezavantajlarını da aşan tipler geliştiriliyor; bilginin güç olduğu, acımasız, son derece otomatize bir toplum anlatılıyor. Örneğin William Gipson, Bruce Sterling gibi yazarlar var. Punk akımına çok yakın bir stilde yazıyorlar, bol argolu, naiv ve sert bir edebiyat. Yazarlarının bazıları bu terimi kabul etmese de artık genel kabul gördü. Biyoloji ve biyoteknolojinin gelişmesiyle bu yazılanların gerçekleşmesi çok da imkânsız görünmüyor.
BÜLENT SOMAY: 1969-77 arasında bir yeni ütopyacılık akımı gelişmişti. Bu da onun zıttı herhalde.
METİS ÇEVİRİ: Türkiye’de bilim-kurgunun çevirilerle ne ölçüde temsil edildiğine gelecek olursak… Bu sayımızda verdiğimiz kaynakçada 200’den fazla kitap ismi sayılıyor. Sizce bunlar bilim-kurgu dalını Türkiye’de kapsamlı olarak tanıtmak açısından ne ölçüde isabetli seçimler?
MÜFİT ÖZDEŞ: Listeye baktığımız zaman ilk görünüşte oldukça iyi temsil edildiğini düşünebiliriz. Anlamsız bir Asimov şişkinliği varsa da, tanıtılmasını gerekli gördüğüm çeşitli akım ve yazarlar yayınlanmış. Ancak sorun şu: Bu kitaplar, Türkiye’deki tipik okurun eline ne kadar ulaşmış? Çoğu eskilerde yayınlanmış, baskısı tükenmiş ve bir daha basılmamış. Çoğu kötü çevirilerle ya da tuhaf ticari yayınlar halinde çıkmış ve kimsenin dikkatini çekmemiş. Listenin ancak minicik bir parçası Türkiye’deki kitap okurunun yaşantısında mevcut. Dolayısıyla çevirilerle hemen hemen hiç temsil edilmemiş diyebiliriz.
BÜLENT SOMAY: Bu liste bu anlamda yanıltıcı; içinde yer alan kitapların %90’ının Türk okurunun alışık olmadığı formatlarda çıktığını düşünürseniz, onların eline ulaşmadığını anlayabilirsiniz. Oysa diyelim Mülksüzler, roman okurunun alışık olduğu bir formatta, edebiyat dizisinin içinde yayımlandığı için özel olarak bilim-kurgu okuru olanlar değil, genel olarak roman okuyan kişiler aldı ve ona bilim-kurgu değil, roman olarak baktılar. Türkiye’de yapılması gereken bu. Amerika’da 1925 yılında zaten bilim-kurgu okuru kitap değil, dergi yoluyla yaratıldığı için onun yolu başkaydı. Bizde zaten böyle bir şans yok, bilim-kurgu dergisi çıksa bile 50 kişi okur. Demek ki roman ya da öykü okurunu bilim-kurguya çekmek zorundayız.
METİS ÇEVİRİ: Bilim-kurgu okuru diye varsayılan hangi kesimdi? Yayıncılar neye yöneldi?
MÜFİT ÖZDEŞ: Çağlayan Yayınevi’ninki ticari bir yayın girişimiydi. Genel dizileri içinde önce Mike Hammer’ler tuttu, onu biraz sürdürdüler, hatta biraz da uydurdular; sonra da aynı okura sesleneceğini düşünerek bilim-kurgu denediler, eksik çevirilerle, fazladan eklenmiş cinsellik içeren parçalarla…
METİS ÇEVİRİ: Peki yazar seçimi açısından bakacak olursak nasıl değerlendirebiliriz? Bu yazarlara bir anlamda haksızlık edilmedi mi? Başka bir dizide, başka bir biçimde sunulmuş olsalardı, genel okura ulaşabilirler miydi?
MÜFİT ÖZDEŞ: Çağlayan’ın listesine baktığımızda, basılan on kitabın yedi-sekiz kadarının ciddi bir bilim-kurgu dizisinde yer alabilecek kitaplar olduğunu görürüz. Ancak o çeviri ve sunuşla, macera romanı sunar gibi sunulunca…
ORHAN DURU: Aslında bu dizinin içinde çok iyi çeviriler de var. Ama büyük bir çoğunluğu berbat. Bunlar da bilim-kurgunun ne olduğunu okura anlatma açısından iyi birer örnek oluşturmuyor elbette; bu nedenle faydadan çok zarar oldu, okuru itti. “Bunlar palavra şeylerdir, edebiyat değildir,” izlenimi yarattı. Anthony Burgess’in daha yakın bir dönemde Otomatik Portakal adıyla yayınlanan Clockwork Orangekitabının bile çevirisi son derece özensiz; çevirmesi son derece güç bir yapıt ama gereken çaba gösterilmemiş.
METİS ÇEVİRİ: Edebiyatımızda böyle bir gelenek bulunmadığı için bilim-kurgu romanlarını da bir bütün olarak görmek yerine “özünü” alıp, diyelim macera kısmını alıp kısa yoldan okura iletme çabası mı bu acaba?
ORHAN DURU: Olabilir. Kötü örneği Çağlayan Yayınları başlattı. O sırada, sanırım 1 liralık, ucuz kitaplar basıyordu, halkın eline bol miktarda kitap verme çabasındaydı, o kitaplar bir hengame içinde çıktı. Ardından Baskan da aynı havaya girdi. Bol miktarda çıkarayım, hızla satsın derken nitelik gözden kaçtı.
MÜFİT ÖZDEŞ: Ama arada bir fark vardı. Çağlayan’da çeviriler hep yalan yanlış olsa da, en azından okunabilir bir Türkçe’yle yayınlanıyordu; diyelim çevirileri Kemal Tahir yaptığı için kendini gene de okutuyordu. Halbuki Baskan’dan ve ondan sonraki yayınevlerinden çıkanlar hiç okunmaz durumdaydı, Türkçesi bile anlaşılmıyordu.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Ben bu yayınlarda ticari kaygının ön planda olduğunu düşünüyorum. Çağlayan, 1954-55’te, ilk uzay araştırmaları gündemdeyken bilim-kurgu yayımına başladı; 1969’da aya gidildikten sonra Okat, 1971’de epey bir yayın yaptı… Okurun gündemine uzay vb. girmişken “Biraz Feza Romanı yayınlayalım,” demiş olmalılar. Bu sıralar böyle dizilerin çıkmıyor olmasını da uzay çalışmalarının son yıllarda girdiği krize bağlayabiliriz belki.
METİS ÇEVİRİ: Orhan Bey, sizin bilim-kurgu öykü derlemeniz nasıl tepki aldı?
ORHAN DURU: Benim genel bir okurum vardı, yine onlar tarafından okundum. Bunlar yayınlandıktan sonra bilim-kurgu öyküleri olduklarına ilişkin saptamalar çıktı ama tartışma olmadı. “Bilim-kurgudur” diye bir burun kıvırma da görmedim.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Aslında gizli bir bilim-kurgu meraklıları grubu var. Ne yazık ki bunlar çok kısıtlı. 1979’da TRT 2’de altı ay kadar Erol Tulay’ın hazırladığı Bilim-Kurgu ve Müzik programı yayınlandı, bilim-kurgu filmlerinin müzikleri çalındı, öyküler ve senaryolar okundu. Sezar Erkin Ergin, 1974-75’te Antares dergisini çıkardı; ardından Selma Mine 1976-81’de X-Bilinmeyen dergisini çıkardı, gerçi son iki yılında derginin adı Bilinmeyen Evren olmuş ve tarzı biraz değişmişti. Bu dergide Turan Dursun’un da kutsal kitap metinleriyle ilgili yazıları çıkmıştı. En son da Bülent Akkoç 1989-90’da öncü dergisini yayımladı. Bu dergilere çeşitli katkılar geldi, fan klüpleri kuruldu… Ama dergilerin yaşamasını sağlayacak, sürekli bir merak olmadı.
ORHAN DURU: Çok uğraşıldı ama ne yazık ki istenilen kalitede olmadı. Belki belli bir niteliğe ulaşılırsa daha çok ilgi toplayabilir, Türkiye’deki etkisi fazla olabilir. Temel kitapların çevrilmesinde de büyük yarar var. Fransa’da da bilim-kurgu önce çeviriyle girdi, ardından kendi yazarları geldi.
METİS ÇEVİRİ: Bilim-kurgu dergileri daha çok çeviri ağırlıklı mıydı?
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Hayır, örneğin X-Bilinmeyen %50-%50 diyebiliriz.
ORHAN DURU: Şimdi bunlardan bir kısmı çalışmalarını mizah dergilerinde sürdürüyorlar, örneğin Galip Tekin. Çizgiyi de öyküyü de birlikte götürüyorlar. Bunların bilim-kurgu ya da fantazi öyküsü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
MÜFİT ÖZDEŞ: Bu mizah dergilerinde gördüğümüz, kurulu dünyaya alaylı ve küçümseyerek bakış, muhaliflik havası, bu çizerler için de uygun oluyor.
ORHAN DURU: Eğer bir bilim-kurgu dergisi bulunabilseydi bu çizerler onu besleyebilirlerdi.
METİS ÇEVİRİ: Ya dergilere yazan bilim-kurgu yazarları?

LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Çoğu pek ortaya çıkamadan silindi. Örneğin o zamanlar ben de yazdım, ama sonra yazarlık konusunda çaba göstermediğim için çevirmenliğe döndüm. Böyle çok arkadaş var. Bunlardan biri film ve fotoroman senaryosu yazıyor bildiğim kadarıyla.
ORHAN DURU: Tabii bu yazarlar teşvik de görmedikleri için yeteneklerini geliştiremediler. Yine de ben gelecek açısından umutluyum, yeni yazarlar çıkacaktır.
LEVENT MOLLAMUSTAFAOĞLU: Bilim-kurgu şu sıra filmlerle de kamuoyunun dikkatini çekiyor. Eskiden filmlere senaryo yazılırdı, şimdiyse romanlar filmleştiriliyor. Bu da bir yol.
METİS ÇEVİRİ: Ama bilim-kurgu, okuması zor bir tür, değil mi? Metne izin vermeye, metindeki entrikayı izlemekten çok metnin kurmaya çalıştığı dünyayı, süreci anlamaya çalışmaya dayanıyor. Bunun için roman ya da öykülerin özünü alıp bunları macera havasıyla aktaran o filmlerin bu tür bir okuma çabasına yol açacağına inanmak zor. Hedeflenmesi gereken, bilim-kurguyu yalnızca “Teksas-Tommiks” gibi oğlan çocuğu işi sanan, bir kenara atan okur galiba; yaratıcı bir okuma olduğunu, hayal gücünü zenginleştirdiğini, sorgulattığını fark ederse bu türe önem verecek olan okur kesimi.
ORHAN DURU: Evet, bilim-kurguya yöneltilen eleştirilerden biri de, insanı gerçeklerden uzaklaştırdığı, kaçış edebiyatı olduğu. Bunun yanlış olduğunu göstermek de önemli. Bu amaçla da kullanıldı gerçi ama bu her edebiyat dalı için geçerli. Türkiye’de bilim-kurgunun yaygınlaşmasının, yazılmasının, okunmasının edebiyat ve düşünce dünyamıza çok önemli katkılar getireceğine inanıyorum.
METİS ÇEVİRİ: Hepinize çok teşekkür ederiz.
Söyleşi, Metis Çeviri dergisinin 14. sayısında (1991 Kış, sayfa 11-21) yayımlanmıştır. Yazım ve imlaya dokunulmamıştır. Görseller tarafımızca eklenmiştir.