976ed-5b4bb75e5379ff29f0ac2b71

I

Bazı çağdaşım öykücülerin kendileriyle yapılan söyleşilerde üslup sahibi olmak istemediklerini, donup kalan, statik bir öykü anlayışını benimsemektense sürekli yeni bir dilin, anlatımın peşinde koşmayı yeğlediklerini okumuşluğum, “Okur beni, imzamı görmeden, sadece yazdığım öyküden tanısın istemem” mealinde sözlerini görmüşlüğüm var.

Üslup sahibi olmak, yazdıklarınızın imzanız olmadan bile tanınması kötü bir şey midir? Bir soru daha: Yeni anlatım biçimlerinin, (hatta fazla iddialı da olsa) yeni bir dilin peşinde koşmak, üslup sahibi olmakla çelişir mi? Düşünelim. Ve fakat en baştan şerhimizi de koyalım: Uzun şiir yaşamı boyunca şiir yatağını birkaç defa değiştiren, sürekli yeni ve daha “genç” bir şiirin peşinde koşan İlhan Berk’e ne diyeceğiz peki? “Üslupsuzdu” diyemez kimse. Demek yeni anlatım biçimlerinin arayışında olmak, üslup sahibi olmakla çelişmiyor.

II

Can Yücel’le devam edelim. “İstanbul Liseli Gençler Sordu Şiirde Uslûp Nedir Diye?” başlıklı şiirinde şöyle der Can Baba:

Ben de dedim ki bazıları
Ayçiçeği diyorlar günebakana
Bazısı da günebakan diyor ayçiçeğine

Ben günebakanı yeğliyorum
Belki de güne yöneldiğim için yine

Ama siz de bilirsiniz ki
Gün aydındır gece de gece

Ama ne zaman diyeceğiz birbirimize günaydın?

Ben de onu diyordum ya işte
Bak kardeş şimdi uslûp meselesini düşünmeye başladın.

III

Ey okur! Hiç uyarmıyorsun. Şiir günlüğü değil ki yazdığımız. Nesirde, öyküde, romanda üsluba gel artık demiyorsun.

Can Baba’nın şiirinden hareketle devam edelim: Bazı sözcükleri kendinin kılmak, daha en baştan, sonsuz olasılıklar içinden “bağzı” sözcükleri kullanmayı seçmek, belki de üslubun ilk adımıdır. Söz gelimi, “sözgelimi” sözcüğü kimi hatırlatıyor size? (Söz gelimi’nin bitişik mi ayrı mı yazılacağı da…)

IV

Müzeyyen Senar hangi şarkıyı okursa okusun edasından, tavrından o olduğunu anlarsınız değil mi?

Üslupçu olmak, standart olanı hatmedip ancak ondan sonra o standardın sınırlarını esnetmeye çalışmayı, hatta (bazen) giderek o standardı bozmayı gerektirir. Bestesi Osman Nihat Akın’a ait olan “Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya” adlı Nihavend şarkıyı ele alalım. Benim dinlediğim herkes, şarkının üçüncü dizesini aslına uygun olarak, şöyle okuyor: “Yâri karşımda görsem de dalarım hülyaya.” Müzeyyen Abla ise “de”yi, biraz daha öne alır ve “da”ya çevirir. (Dinleyin, göreceksiniz.)

İşte üslup, biraz da budur.

V

Üslup sahibiyseniz eğer, sesinizi / dizenizi / öykünüzü / sözcüklerinizi / fırçanızı sizi bilen herkes tanır, fark eder. Bununla bitmez. Sizin üslubunuzu taklit eden herkes, izleyenlerin radarına takılır. Ahmet Kaya’yı başka biriyle karıştırmak, takdir edersiniz ki pek mümkün değildir. Ya Ahmet Kaya’yı taklit etmeye çalışan biri? Onu fark etmemek ne kadar mümkündür? Çünkü müzikten bahsediyorsak, yalnızca “ses rengi, tonu, gücü” değildir üslubunuzu oluşturan. Sözcükleri nasıl vurguladığınız, belki bazı sözcükleri standart dışı (ya da düpedüz yanlış) telaffuz etmeniz de üslubunuzun bir parçası olmuştur. Ahmet Kaya’da olduğu gibi.

Üslupçu sanatçı, onu izleyenler açısından aşılması gereken bir bariyerdir. Ahmet Kaya’nın bir şarkısını onun gibi söyle(ye)memekciddi sınavdır bir şarkıcı için. Yazarlar için de böyledir. Üslup sahibi yazarlar, önünüze dikenlerle dolu çok güzel bir bahçe sermiştir. Eğer üslup sahibi olmak istiyorsanız, o bahçeden dikenlere bata çıka geçmeyi göze almanız gerekir.

VI

“fast-food” restoran zincirlerinin birinde temiz, steril ama tatsız tuzsuz bir hamburgeri mi tercih edersiniz yoksa sokak arasındaki küçük bir lokantada belki baharatı biraz fazla kaçmış, bol yağlı, salçalı ama pek lezzetli kuru fasulyeyi mi?

“Sen üsluptan açtın ama edebiyattan değil de müzikten yemekten bahsedip duruyorsun” diyen sesini duyuyorum ey okur! Evet, üslup biraz da budur: Başka yere bakıp baktığın yerde olmayanı anlatmaktır. Bir meseleyi, “o” şeyden bahsetmeden ele almaktır.

Peki peki, yine de öyküye dönelim biz. Yine sorular soralım. Edebiyat dergilerini takip edenler, birbirine çok benzeyen öyküler okuduklarını söylemezler mi? Altlarındaki imzaları görmeseler hepsinin tek bir kalemden çıkmış olabileceğini düşünecekleri, birbirinin kopyası öykülerle karşılaşmaktan yakınmazlar mı?

Oysa bahsedilen öykülerde yanlış yoktur. Kurgu, atmosfer, karakter, olay örgüsü gibi kendisine öğretilen modern öykünün tüm unsurlarını yerli yerinde kullanmıştır yazar. Diyalogları başarılıdır. Temiz iş çıkarmıştır; dili pürüzsüzdür, hata yoktur. Ya tat, ya lezzet, ya kıvam? Tuzu eksik gibidir, iyi pişmemiştir sanki, bir olmamışlık vardır. İşte o olmamışlığın adı üsluptur.

Üslup biraz da budur, eksikliği hissedilendir. Ürüne lezzet katandır.

VII

Sokak arasındaki küçük lokantanın mı müşterisi çoktur yoksa ana caddedeki “fast-food” zincirinin mi? Cevabı hepimiz biliyoruz. Edebiyatta da ekseriyetle böyledir. Sokak arasındaki kuru fasulyeciyi damak tadı olanlar bilir. Damak tadı olmayanlar hamburger yemeye devam edebilir.

Üslup biraz da budur; yazarın okurla, okurun yazarla birlikte giderek bir damak zevkine sahip olması, her yemeğe gönül indirmemesidir.

VIII

Üslup sahibi olmak, bir yazarın erişebileceği en yüksek mertebedir. Üslup sahibi yazarın kitapları çok satmaz, çok satsa da bunda onun kabahati yoktur. Değil mi ki o kalemini zamanın ruhuna değil de geleceğe doğru uzanan geniş bir zamana sürmüştür.

“Biçem (üslup) gerçekten benim ana sorunlarımdan biri. Belki de bütün bu yazdıklarımı bir biçem, bir biçim sağlamak için yazıyorum” diyen, bizim edebiyatımızın (Türkçe Edebiyat mı dersiniz Türk Edebiyatı mı, size kalmış, çünkü bu da bir üslup meselesidir) binrenkli üsluba sahip nadir yazarlarından Salâh Birsel, Yapıştırma Bıyık adlı kitabında bakınız ne diyor:

Proust, 16 ciltlik Geçmiş Zaman Ardında’yı bitirdikten sonra: ‘Artık ölebilirim’ demiştir. Öyle de olur. Romanın son noktasını kondurunca avucundaki can kuşunu da uçurur. Bu, insana inanılmaz görünür. Ama gerçek sanatçı budur. Yarattığı şey kendi yaşamından önce gelir. Giderek, deneme bir de biçem demektir. Biçem, yani üslup yoksa, deneme de yoktur. Üslubun tanımı da şudur: Yazarak ölmek.

Üslup biraz da budur. Yazma hevesini (hırsını değil) ölene dek kararlıkla sürdürmektir.

IX

Calvino, “Varolmayan Şövalye” (Ada, 1985) romanının önsözünde, daha sonra bu romanın da içinde olduğu “Atalarımız” üçlemesini yazma sürecini anlatır. Nasıl yazacağını bir türlü bulamayan ama aramaktan da zinhar vazgeçemeyen (hatta arada yazdıklarını yırtıp atan) Calvino şöyle der: “Daha düşünceli, daha kaygılı bir tonu benimseyecek olsam, herşey bozarıyor, hüzünleniyordu, benim olan o havayı, yani yazanın bir başkası değil de ben olmamı haklı gösterecek tek özürü yitiriyordum.”

O zaman soralım: Üslup neydi? Üslup, kimselere benzemeyen özbeöz özrümüzdü. Doğuştan değil de sonradan, ancak çalışarak ve yaşayarak edinebileceğimiz güzel özrümüzdü.

Onur Çalı