1.Haziran.19
Öykü Gazetesi kepenk indirdi. Birkaç ay önce de Öykülem sonlanmıştı. Bu kadar fazla öykü kitabının yayımlandığı bir edebiyat ortamında iki öykü dergisinin ardarda kapanması, üzerine kafa yormayı gerektirmez mi?
Kapanan yayınevleri ve dergiler konusunda verilen ilk ve en yoğun tepki “kör ölür badem gözlü olur” minvalinde oluyor. Ölüm anından sonra gelen “tepkilerin” kimseye faydası yok. Olmadığı gibi, tepkiler ahlanıp vahlanmak sularından çıkamıyor. Daha bir ay olmadı, iki önemli edebiyat ödülü nedeniyle bir tartışma başlar gibi olmuştu. Unutuldu bile.
Edebiyatımızın canlı, tartışma ortamına olanak sağlayan, nitelikli ve öncü eserlere yer açacak dergilere ihtiyacı var. Oysa gerçek şu: Elimizde kalan nitelikli diyebileceğimiz edebiyat dergilerinin sayısı o elin parmaklarını geçmez.
Benim andığım iki dergiye de, bilhassa Öykü Gazetesi’nde biraz tuzum oldu. Nedir, mutlu ya da umutlu olamıyorum. Hani dergiler edebiyatın mutfağıydı?
3.Haziran.19
Şair, çevirmen, müzisyen (var böyle tekmil yetenek insanlar) Tozan Alkan, “Çeviri Dedikleri” adlı kitabında “çevirmenlerin ve çeviriye kafa yoranların çeviri hakkında ne düşündüklerini” derlemiş. Orada gördüğüm ve en sevdiğim çeviri tanımı şu, Akşit Göktürk’e ait: “Çeviri, kıskanç bir tanrının, insanoğlunu bölüp dağıtmasından doğan olumsuz sonuçlara Prometheusça bir başkaldırmadır.”
Babil Lanetini kastediyor Göktürk, her türlü musibetin başladığı o meşum olayı. Çünkü ne geliyorsa başımıza birbirimizi anlamamaktan geliyor. Hatta aynı dili konuşurken bile anlamıyoruz birbirimizi. Onat Kutlar, “Bahar İsyancıdır”da yer alan “Çevirmen” başlıklı denemesinde öyle güzel anlatır ki bunu. O kadar olur.
6.Haziran.19
Yazmaya heveslenen hemen herkesin başına geliyordur. Yakınlarınız, sadece bayramlarda gördüğünüz akrabalarınız, hatta arkadaşlarınız zaman zaman söylüyordur size de: “Dur bak, ne anlatacağım sana, acayip hikaye, yazarsın sen bunu.”
Buyrun buradan yakın!
Bu kişiler, elbette ve kesinlikle, öykü okuru olmayanlardır. Çünkü öykü okuru, böyle beyhude bir çabaya girişmez. Bilir ki “acayip bir hikaye” her zaman öyküye dönüşecek değildir. Anlatılan hikaye hakikaten de enteresan, dramatik, komik, çok etkileyici olabilir. Ne ki bir hikayenin öyküye dönüşmesi için gerekenler vardır. Tut ki anlatılan o hikayenin, öyküye dönüştürülebilir bir malzemesi (içeriği, kişileri, atmosferi) olsun. Yine de kendinizin kılamadığınız bir hikayeyi yazabilir misiniz? An gelir, bir gazete haberine bakıp bir öykü yazabilirsiniz. Ve fakat o gazete haberini kendinizin kılmışsınızdır. Çağrışımları, etkileri, sizde sürmeye devam eden hikayesi sizi etkilemiştir. Başkasının başından geçen “çok acayip” hikayenin ise bir ehemmiyeti yoktur doğrusu. Bırakın başkalarının başından geçeni, kendi yaşadığınız ve öykü yazma uzuvlarınızı gıdıklayan, harekete geçiren bir olayı da yazamayabilirsiniz. Çünkü, öyküyü kediye benzeten usta öykücü Cemil Kavukçu’nun dediği üzre, “[B]en öyküyü kovalamıyorum. Şimdi ne yazsam, acaba bundan bir öykü çıkar mı diye düşünmüyorum. Kedinin ayaklarıma sürünüp başını okşatacağı anı bekliyorum.”
8.Haziran.19
On yıla yakın geçmiştir üstünden, bir arkadaşımın düğününde tanımadığım bir adamla aynı masaya oturtulmuştuk. Eğer düğünlere “tek” gitmişseniz, başınıza geleceği kesindir: Diğer “tek”lerle aynı masaya oturtulursunuz. Ve bu tanımadığınız “tek” adam ve kadınlarla sohbet etmek durumunda kalırsınız. Adamı hiç tanımıyordum, sessizliğe dayanıklı birisi de değildi, anlatıp duruyordu. İş yerindeki sıkıcı muhabbetleri, sanki beni çok ilgilendiriyormuş gibi, bana anlatıyordu. Sohbetinin (sohbetimizin değil, sohbet dediğin iki kişiyle olur) bir yerinde, iş yeri sorunlarını anlatırken, dergilerde birkaç şiirine denk geldiğim bir şairin adını anınca sanki kaybolmuştum da yolumu bulmama yarayacak bir nişan çıkmış gibi fazladan bir sevinçle bahsettiği şairi tanıdığımı söyledim. Şiirlerini okumuştum. Tek taraflı muhabbetimizde bir “ortak” nokta bulmuştuk nihayetinde. Ne gezer! Konuşkan düğün arkadaşım, fazla “heyecan yapmamamı”, o şairin de senin benim gibi sıradan bir insan olduğunu, gözümde büyütmemem gerektiğini büyük bir sır veriyormuşçasına yumurtladı. Düğünleri sevmem zaten ama o düğün gerçekten çok uzundu.
10.Haziran.19
Onur Barış, “Benden Hikayesi” adlı belgesel filminde Sait Faik’imizi ele alıyor. Yazara çok benzeyen oyuncu Mert Er filmin artılarından biriyse diğer artısı da Sait Faik’i görüp tanıyanların aktardıkları. Ara Güler, Sait Faik’in kuzeni ve Burgazada’da Sait Faik’in alışveriş yaptığı bakkal amca, yazarla ilgili anılarını paylaşıyorlar filmde.
Bakkal amca, “Şimdi Sevişme Vakti” kitabının yayımlandığı günlerde dükkânına uğrayan Sait Faik’ten kitabı ister. Sait, işaret parmağını kaldırır, kitabın bedeli olan 1 lirayı ima ediyordur. Bakkal 1 lirayı çıkarıp verince Sait dükkândan sevinçle çıkar, yarım saat sonra kitapla döner. Bakkal amca imzalamasını isteyince de şöyle yazar: “Sade Burgazada’nın değil, dünyanın kitaba para veren ilk bakkalına”
12.Haziran.19
Bir fikrim var: “İmza Günleri Yalnızlığı” başlığıyla bir antoloji yapılsın ve yazarlar (az satan yazarlar elbette) imza günü anılarını yazsınlar. Önünde kuyruklar oluşan yazarlarla yan(a)yana oturduklarında neler hissettiklerini, gözlerinin içine bakıp adres soran (bilmemne yayınevi hangi salonda acaba?) okurlara nasıl cevaplar verdiklerini, satın alıp imzalattıkları kitapların parasını kendilerine vermeye kalkışan okurlar hakkında ne düşündüklerini okusak güzel olmaz mı?
Standın önünden gelip geçerken mahcup mahcup gülümseyen incelikli okurların hissiyatını tercüme edecek bir yazar da çıkar herhalde bu antolojide. Kimse çıkmazsa onu da ben yazarım!
Bazı yazarları ıskalarız. Bu kendi okursallığımızdan olabileceği gibi söz konusu yazarın ideolojik duruşu yüzünden de olabilir. Kurgu eserlerinde olmasa bile yazılarındaki, söyleşilerindeki, günlük yaşamındaki ideolojik duruşu bizi o yazardan uzak tutar. Durum, aslına bakarsanız, edebiyat adına üzücüdür. Bazen de birden fazla türde ürün veren yazarlarda, belirli bir türdeki eserleri diğerlerinin gölgesinde kalır. Tarık Buğra’nın öykücülüğü de sanki biraz böyledir. Romanlarının gölgesinde kalagelmiştir. Uzun süredir baskısı tükenmiş olan öyküleri İletişim Yayınlarınca yayımlandı. Umarım bu küçük gelişme vesile olur ve Buğra’nın öyküleri hakkınca okunur.
Buğra’nın öykülerinin yeni baskısına önsöz koymuş yayınevi. Benim için sorun değil, ön sözleri kitaptan sonra okurum. Ve fakat öykü ve romanlara, çok elzem değilse, önsöz yazılmasa daha güzel olmaz mı?
13.Haziran.19
Arada tesadüf ettiğim bir galat-ı meşhur var. Geçenlerde twitter’da biri yazmış yine (baktım, yazar ve oyuncuymuş bunu yazan): Efendim, Kafka sağlığında “tek satır” yayımlamamışmış. Okur, nedense, Kafka’yı (ya da Pessoa’yı, benzeri münzevileri) bir mağara adamı-yazar olarak düşlemeyi seviyor. Tutkuyla yazan ama yazdıklarını yayımlatmaya kesinlikle gönül indirmeyen, “değeri” birtakım tesadüfler sonucu ancak öldükten sonra anlaşılan yazar imgesi, nedense, okurun ilgisini çekiyor. Oysa, sözgelimi, adını andığım yazarlar için bu düpedüz yanlış bir bilgi. (Çok kısaca geçelim: Kafka için şunu söylemek yeterli olacaktır: Dönüşüm 1915’te yayımlandı. Pessoa sağlığında birkaç dergi çıkardı, yayınevi kurdu, vs. Demem o iki bu iki yazar için edebiyat ortamının, bırakınız tamamen dışında olmayı, merkezinde oldukları söylenebilir.)
Bahsettiğim tweet’teki ve bu türden yanlış Kafka bilgisinin dolaşımında (bazen aşikare) alt metin “şimdiki” yazarların eleştirilmesi oluyor. Kendi yazı mağarasına çekilip yazdıklarıyla yaşayan soylu ve münzevi yazar imgesinin karşısında bugünün yazarları itiyor bahsettiğim okur tipini: Her yazdığını büyük bir hevesle “paylaşan”, beğeniye ve satışa ve okura ve takdir edilmeye ve sevilmeye aç olan günümüz yazarları. Biz günümüz yazarları. (Biz demezsem ovada, kalabalığın arasında değilmişim de, sanki çekildiğim tepeden konuşuyormuşum gibi olur, ki bu da düpedüz yalan olur. Şahsen ben de sosyal medya alemine epey fazlaca “takılan” bir yazarım.)
Münzevi yazar, mağara adamı-yazar düşlemeyi seven okura kötü haberlerim var: Hayalini kurduğu o soylu yazarların soyu kurudu. Çünkü, ve ondan önce, okur da eskinin okuru değil artık. Her şeyden çok “görünene, parlatılana, ortada olana” değer veren bir okur kitlesi hakim şimdilerde. Bunu işkembe-i kübradan atmıyorum, ne de umutsuzum, bir olgu bu sadece, üstelik apaçık ortada: Satış rakamlarına, baskı sayılarına bakıp teyit edebileceğiniz bir okur tipi bu.
Başa dönecek olursak: Edebiyat ortamına hiç girmemiş, sağlığında hiçbir metnini yayımlatmamış bir yazarın (“yazar adayı” hayatta en çok nefret ettiğim kelime olabilir) öldükten sonra birden ünlenmesi, “büyük” bir yazar haline gelmesi, öyle sık rastlanılan bir durum değildir. Okur, o büyük yazarları büyük bir mutluluk ve kederle okumayı, biraz da o büyük yazarların sandığı kadar münzevi olmamasına borçlu.
İşte böyle.
Onur Çalı
İmza Günleri Yalnızlığı'na benzer bir derlemeyi (sosyal medyadan, söyleşilerden topladığım iki üç yazar anısını) bloğumda paylaşmıştım. http://kurmacabiyografiler.blogspot.com/search/label/imza%20g%C3%BCn%C3%BC
Hahahaha bunlar iyiymiş 🙂
Peki, yazar bilmiyor mudur imza gününde ne ile karşılaşacağını? Yazarlık çok narsistlik bi'şey a canım 🙂
Biliyordur da bir umut diyordur belki. Belki de her seferinde yemin edip yeminini bozuyordur da öyle gidiyordur gene imzaya. Belki küçük bir yayınevinden yayımlandığı için kitabı, reklamı, ilanı olmadığı için bir katkı olur, yeni okurlara belki bir umut ulaşırım diye gidiyordur.Falan filan.