Yüz Kitap’ın bu güne kadar yayımladığı kitaplar arasından “kötü” çıkmadı. (Bana hitap etmeyen birkaç kitabına denk gelmedim değil ama onlar da iyiydi. Sadece benim öykü zevkime uymuyordu.) İşbu nedenle, geçtiğimiz günlerde yayımladıkları William Trevor’ın Yağmurdan Sonra adlı kitabını, zaten er geç okuyacaktım. Nedir, kitabın tanıtımındaki “Şu anda İngiliz dilinde yazanlar arasında Trevor’dan daha iyi bir öykü yazarı yok” büyük cümlesi beni hem itti hem de çekti. Böylece Yağmurdan Sonra okuma listemdeki sırada kaynak yapıp ön sıralara geçmiş oldu.

İyi ki de öyle olmuş. “İngiliz dilinde” daha iyi bir öykü yazarı var mı yok mu bilemem ama Trevor’ın öyküleri iyi. Okurken bazılarını alelade bulduğum ve fakat kitabı kapattıktan sonra zihnimi uzun süre meşgul eden, anlık çarpmasa da uzun erimli etkiye sahip öyküler içeriyor Yağmurdan Sonra.

Yağmurdan Sonra’yı okurken, eş zamanlı olarak The Paris Review dergisinin 110. sayısında (Bahar 1989) yer alan söyleşiyi de çevirmeye çalıştım. Söyleşiyi yapan Mira Stout hanımefendinin demesine göre “neredeyse altmışına basmış olan William Trevor dal gibi”ymiş ve “kahverengi süveteri, tüvit kravatı ve fitilli kadifeden pantolonuyla sevecen bir taşra okulu müdürüne” benziyormuş o sıralarda. Lezzetli yemekler ve bir şişe enfes Montepulciano eşliğinde dört saat kadar konuşmuşlar Trevor’ların Devon’daki Viktoryen tarzı çiftlik evlerinde.

Ben bazı soruları eleyerek, yani bir kısaltılmış versiyonunu çevirdim söyleşinin.

Onur Çalı 

4cade-william-trevor-jerrybauer

Üniversiteyi bıraktıktan sonra ne yaptınız?

Dublin Trinity Koleji’ni bıraktığımda iş bakmaya başladım. 1950’lerin İrlanda’sında iş bulmak çok zordu. Sonunda gazetede bir ilan gördüm, birisi çocuğuna özel ders verdirmek istiyordu. İlanın sonunda “iş, rahibeler için uygundur” yazıyordu, ilginçti, o işi aldım. Böylece her gün Dublin’den yola çıkıp 40 km yol gidiyordum ve derslerinde geri kalmış bu çocuğa ders veriyordum. Çocuğun annesi komşu çocuklarını da getiriyordu, küçük bir akademi oluşmuştu.

Niye bir rahibe istemişlerdi?

Çünkü rahibelerin zamanları oluyor. Yarım günlük bir işti, geçimim için yeterliydi ve bu iş bir yıla yakın sürdü. Bu günleri yazmak istemedim pek. Evlendiğimde işi bıraktım ve kuzey İrlanda’da 18 ay kadar bir okulda çalıştım. Sonra okul iflas bayrağını çekti. İrlanda’yı terk etmek zorunda kaldık çünkü başka bir iş bulamadım. İngiltere’de Rugby kenti yakınlarındaki Midlands bölgesindeki bir okulda iki yıl kadar öğretmenlik yaptım. Ta ki heykeltıraş olarak yaşamaya karar verene dek. Adsız Sansız Bir Jude gibi kilise heykeltıraşı olmak için Güney Batı’ya geldim ve yedi yıl da böyle geçti. Sonra, ilk çocuğumuz doğmak üzereyken kazandığım paranın üçümüze yetmeyeceği ortaya çıktı, ben de heykeltıraşlığı bıraktım ve reklam yazarlığına başladım. Aslında çok şanslı sayılırım çünkü bu iş hakkında hiç fikrim yoktu. Otuzumdaydım. Londra’ya taşındık ve birkaç yıl reklam yazarlığı yaptım, her zaman kovulmaya hazır olarak çalıştım.

Neden?

Çünkü bu işte iyi değildim. Hikaye yazmaya o sıralarda başladım. Bir daktilom ve sınırsız çayım vardı. Bir reklamın başında günler geçirmeme izin veriyorlardı çünkü işi çok önemsiyorlardı. Örneğin bir boya markası hakkında dört satır yazacaksam, benden iki gün bir şey beklemiyorlardı. Ben o kadar ciddiye alamıyordum, hikaye yazmaya böyle başladım. The Old Boys’u ve galiba iki romanımı daha oradayken yazdım.

Mesaideyken mi?

Tamamen değil. Romanlarımdan birinin nüshasını iş makinemde çıkardım. Şair Gavin Ewart, onunla aynı ajanstaydık, buna şiirlerinden birinde değinmiştir. Sonunda onları haftada iki gün çalışmaya ikna ettim ve bu ayrıcalığı suistimal ettim. Bir hafta sonu Jane’le Brüj’e gittik ve dönmedik. Onları yüzüstü bıraktım. Kovulmak üzereyken istifa ettim. İşverenlerle ilişkim her zaman sıkıntılı olmuştur.

Bir reklam ajansında çalışmanın hiç güzel tarafı yok muydu?

Şimdiden bakarsanız vardı. Zaten yazarlar için tüm deneyimler iyidir, fiziksel acı dışında. Ofis yaşamı enteresandır. İnsanlar orada, evde aileleriyle birlikte davrandıklarından oldukça farklıdırlar. Birmingham yakınlarında bir fabrikayı ziyaret etmem gerekiyordu, yanlış hatırlamıyorsam, vida üreten bir fabrikaydı. İş nedeniyle olmasaydı vida üreten insanlarla hiçbir zaman tanışamazdım, orada insanların yaptıkları işe gerçekten ilgi duydum. Ayrıca kovulacağıma dair her zaman ciddi biçimde kaygılanıyordum, bu da hatırlaması faydalı olan bir duygu.

İyi işler çıkarıyor muydunuz?

Ah, hayır. Kötü işler çıkardım. Pervaneli botlar, bira ya da havayolları hakkında ikna edici biçimde yazmakta zorlanıyordum. Hiç slogan bulamıyordum. Ama reklamcılık, hayatımda önemli bir yer kaplamıyordu; uzun süre öğretmenlik yapmıştım ve tekrar para kazanmak zorunda kalacak olduğumda öğretmenliği tercih ederdim.

Hangi konuları öğretiyordunuz?

Az çok her şeyi. En çok matematik öğretmeyi seviyordum çünkü sayılarla aram yoktur ve benimle aynı durumda olan çocuklara sempati duyardım. Matematiğe istidadı olan çocuklara da büyük saygı duyardım. Sanat ve İngilizcedeki becerim beni hoşgörüsüz yapardı, bu konularda ders vermeyi bunaltıcı bulurdum. Bir keresinde bir okul müdürü bana “Sanat odasının duvarları neden çirkin kadın resimleriyle kaplı?” diye sordu, “ve neden bazılarının burun deliklerinde korkunç sigara izmaritleri var?” Ben de ona, çocuklardan düşünebildikleri en çirkin kadının resmini yapmalarını istediğimi söyledim. Maalesef, hemen hiçbirinin aklına, okul müdürünün karısından başka biri gelmemişti. Çocuklardaki bu şeytani tarafı seviyorum.

a9be6-merlin_137848884_4767dc33-49d5-4dfe-b5ee-f88189a43a3c-articlelarge

Tavuk çiftliğinde çalıştınız mı gerçekten?

Hayır çalışmadım; üzgünüm ama gerçek bu. Bir keresinde bir Amerikan gazetesinde çok iyi bir polo oyuncusu olduğumu yazdılar, bu beni oldukça eğlendirdi. Hayatımda hiç polo oynamadım.

İlk ne zaman yazar olmayı istediniz?

Çok gençken yazar olmak istiyordum. Çok fazla polisiye okurdum. On yaşıma geldiğimde ben de polisiye yazmak istedim. Uzun süre yazar olmak istedim ve sonra bir ustanın etkisi altında kalarak heykeli keşfettim. Böylece yazma isteğim bitti ve çok çok zaman sonra yazmayı tekrar ciddiye almaya başladım. Öğrencilik zamanlarım boyunca hiç yazmadım.

Yazmayı tekrar ciddiye almaya başladığınızda neler okuyordunuz?

Polisiye ve dedektif hikayelerinden mezun olmuştum artık, A. J. Cronin ve Francis Brett Young, Cecil Robert gibi ortalama yazarları okumaya başlamıştım. Bu yazarların fevkalade olduğunu düşünüyordum ama sonra, bu yazarlardan geçerek, bilhassa hikayelerine her zaman hayranlık duyduğum Somerset Maugham’a başladım, sonra İrlanda’da iken her nedense okumadığımız İrlandalı yazarları okudum. Onları görmezden gelirdik, belki de kendi mahsulümüz oldukları için. Muhtemelen Joyce’la başlamışımdır ve bir noktada Dickens’ı ve Viktorya dönemi yazarlarını okumaya başladım. İştahla ve mutlulukla okudum onları ve şu gerçekle tanıştım; okumazsanız yazamazsınız.

Sizin üslubunuz istikrarlı, sağlam; o zamanlar biçem üzerine denemeler yapıyor muydunuz? Edebiyatınızın çok fazla değiştiğini düşünüyor musunuz?

Hayır, bence tüm yazdıklarımız deneyseldir. Aşikar biçimde deneysel eserlerin, benim gibi geleneksel yazarların yazdıklarından daha deneysel olduğunu düşünmüyorum. Her zaman denedim ama bu deneyler bende saklı. Daha ziyade soyut sanat gibi: Soyut bir resme bakarsınız, daha sonra bir Rönesans resmine yakın plan bakarsınız ve aynı soyutluğu bulursunuz.

The Old Boys’u yazdığınızda, yazar ve sanatçı arkadaşlarınız var mıydı?

O zamana kadar arkadaşlarım edebiyat dünyasından ziyade resim dünyasındandı; başka yazarları tanımazdım. Hiçbir zaman bir grup insanla yakınlaşma çabasında olmadım. Arkadaşlarım var çünkü onları seviyorum. Gruplaşma fikrinden nefret ediyorum.

A Standard of Behavior ilk romanınız mı?

Oldukça yoksulken, para için yazdığım bir şey aslında o. Aslına bakarsınız ilk romanım o, The Old Boys’dan kısa bir süre önce yazılmıştı. Ama The Old Boys yazdığım ilk ciddi şeydi.

Yazdıklarınızı yayımlatmakta zorluk çektiniz mi?

İşin garip yanı, hayır, çekmedim. Onun dışındaki her şey zordu, söz gelimi galerilerde yer bulmak. Birkaç hikayem The London Magazine ve Transatlantic Review gibi dergilerde ve birkaç albenili dergide yayımlandı. Sonra onları gören bir editör roman yazmamı tavsiye etti. Hatta bana The Old Boys’u yazmam için 50 pound verdi. Aslında çok şanslıydım çünkü bu romanım televizyona ve radyo oyununa uyarlandı, insanlar beğendi, ben de biraz gözden geçirip bir tiyatro oyunu yazdım. Şansım yaver gitti.

The Old Boys çıktığında kaç yaşındaydınız?

Galiba 1964’te çıkmıştı, yani 36 yaşımda olmalıyım.

İlk başlarda kendinize çok güveniyor muydunuz?

Hiç sanmam. Bence özgüven yazarlar için çok tehlikeli bir şey. Kırılgan, huzursuz ve tedirgin yazmaya meyilliyimdir. Her zaman denerim ve hiçbir zaman doğru yaptığıma güvenmem.

Kendinizi İrlanda edebiyat geleneğinin bir parçası olarak görüyor musunuz?

Bu soru genellikle İrlandalı yazarları çok rahatsız eder çünkü İrlandalı yazar demenin, söz gelimi Liverpool’lu ya da Yorkshire’lı yazar demek gibi yerel ya da bölgesel bir otoriteyi ima ettiğini düşünürler.

Tam tersi değil mi?

Aslında tam tersi. Ben kendimi her zaman İrlandalı bir yazar olarak tanımladım. Bu ifadeden gerçekten hoşlanan birkaç İrlandalı yazardan biriyim. İrlandalı olduğum için, İrlanda geleneğine ait olduğumu hissediyorum. İrlandalı olmanın en önemli şey olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan İrlanda taşralılığını alıp, ki bu benim çok iyi bildiğim bir şey çünkü oradan geliyorum, onu evrensel hale getirmek.

Büyüme çağınızda kahramanınız olan İrlandalı yazarlar var mıydı? İçlerinden özellikle öykündüğünüz biri var mıydı?

İrlandalı kahramanlar dendiğinde aklıma İrlandalı siyasi liderler geliyor. O günlerde İrlandalı yazarlar şimdiki konumlarında değillerdi. Yeats ve Bernard Shaw ben çocukken hayattalardı ama şimdiki itibarları yoktu. Öğrendiğimi hatırladığım tüm şiirler, Yeats’in “The Lake Isle of Innisfree” (Innisfree’deki Göl Adası) şiiri hariç, İngiliz ya da İskoç şiiriydi. Joyce’u, bilhassa Dublinliler’i çok severim ama bunu hiç edebi kahraman bağlamında düşünmedim.

Eserlerinizde İrlanda’daki politik durumu ele almak konusunda bir sorumluluk duygusu ya da mecburiyet hissediyor musunuz? Bazen, Fools of Fortune adlı romanınızda ve The News from Ireland adlı hikaye kitabınızda olduğu gibi siyasi tahakküm anlatınızın temelini oluşturuyor ama banliyöde yaşayan bir ev hanımının çatışmalarını ve sürdüğü ruju da aynı yoğunlukta yazıyorsunuz.

Bunu bir görev olarak görmüyorum. Eğer İrlandalıysanız ve İrlanda yakın tarihinde yeri olan olayları bizzat yaşamışsanız bunlara dahil olmanız kaçınılmaz. Üzerine bir hayli kafa patlatıyorsunuz. Bu nedenle de ister istemez yazdıklarınıza sızar. Tam olarak dediğiniz gibi, aslında soruyu kendiniz yanıtladınız: Bazen orada durur ve size bir şey söyler ama bazen de başka şeyler gelip kendini dayatır. Ev hanımının ruju ve Ulster Krizi nedeniyle acı çekmiş aileler hakkında tam olarak aynı yoğunlukta hissediyorum. İrlanda’nın eserlerimde olmasının nedeni İrlanda’nın ülkem olması ve orayı biliyor olmam. Demek istediğim şu; Bolonya’daki bir bombalama, Derry’deki bir bombalama kadar dehşete düşürür beni. Masum İtalyanların ya da Amerikalıların ölümünden İrlanda’daki herhangi bir şey kadar dertlenirim.

Bir keresinde “İrlanda’yı iyi tanımak istiyorsanız, İrlanda’dan çıkacaksınız” demiştiniz. Bununla kastettiğiniz nedir?

Bu, bir şeye çok yakın olmakla ilgili bir şey. Yirmili yaşlarımın başına kadar ülke dışına çıkmamıştım ve eğer orada, Cork kentinin Skibbereen kasabasında kalsaydım, İrlanda’yı görmem gerektiği şekilde göremezdim; bir teleskopun yanlış tarafından bakmak gibi olurdu. Bence söylediklerim yalnızca İrlanda için değil, tüm ülkeler için geçerli. Birçok yazar sürgünlükten istifade etmiştir.

Diğer çağdaş yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok fazla çağdaş eser okumuyorum. Dickens’ı, George Eliot’ı ve Jane Austen’ı tekrar tekrar okuyorum. Amerikalı yazarlar her zaman ilgimi çekmiştir, bilhassa Amerikalı hikayeciler… F. Scott Fitzgerald, Hemingway, Faulkner ve John Updike’a hayranım. Carson McCullers, Mary McCarthy ve Tennessee Williams’ı (oyunlarından ziyade şiirlerini) severim. İrlandalı yazarlardan George Moore’a, James Stephens’a ve her zaman andığım Joyce’un hikayelerine bayılırım. Neredeyse hiç çeviri okumuyorum çünkü çok şeyi kaçırıyormuşum gibi hissediyorum ama Proust’u ve Mauriac’ı tekrar tekrar okurum.

Amerikan yazarlarında sizi çeken şey ne?

Yenilik ve açıklık.

Peki çağdaş İngiliz yazarları hakkında ne dersiniz?

Elizabeth Taylor’ın son döneminin büyük hayranıyım. Graham Greene’in, Ivy Compton-Burnett’ın, Anthony Powell’ın, V.S. Pritchett’ın hikayelerinin. Edebi hayranlığınız, tekrar okuyup okumadığınızla ölçülür. Ben bu yazarları ve Henry Green’i ve Evelyn Waugh’u tekrar tekrar okudum. Hepsi de hayal gücüme demir atmış olan karakterler yaratmışlardır, tıpkı gerçek insanlar gibi. Çağdaş İrlanda edebiyatında da çoğunlukla hikaye okurum, hikaye yazan hemen hemen herkesi okurum.

Hikaye tanımınız nedir?

Bir anlık bakışın sanatı olduğunu düşünüyorum. Eğer roman çetrefil bir Rönesans tablosu ise hikaye empresyonist bir resimdir. Gerçek infilak etmelidir. Gücü, neleri içerdiği kadar neleri dışarda bıraktığındadır. Anlamsızlığın külliyen dışlanmasıyla ilgilenir. Öte yandan, yaşam çoğunlukla anlamsızdır. Roman hayatı taklit ederken hikayenin kemikleri çıkmıştır, dolanıp duramaz. Asli sanattır.

Hiç kahraman yaratmadınız. Nedeni nedir?

Çünkü onları sıkıcı bulurum. Kahramanlar, hikayeye ait değildir. Frank O’Connor’ın dediği üzere “Hikaye, küçük insanlar hakkındadır”, katılıyorum. İnsanların kahramanlıktan uzak yanlarını, siyah beyaz başarılara göre daha zengin ve daha eğlenceli buluyorum.

Zaman, hem hikayelerinizde hem de romanlarınızda bir rol oynuyor: Geçmişte karakterlerin başlarına gelenler, geçen zamanın etkisi. Geçmiş ne ölçüde önemli?

Yazdıklarımın büyük bölümü içsel; küçük bir olay ya da bir andan yola çıkarak çocukluğa dönüş. Bir karşılaşmayı ve daha sonra geçmişteki bir olayı soyutlayarak gerçek bir yaşam kurmaya çalışırsınız ama zamanı bu bağlamda kullanmaksızın bir yaşam kuramazsınız. Hikayeyi çokça bir portreye benzetirim.

Zaman yıkıcı mıdır koruyucu mudur?

İkisi de. Hem sağaltır hem yıkar geçer, yaranıza bağlı; aslında karakteri ortaya çıkarır. Acı ya da şifa: İkisi de zamansız gelebilir. Bu, insanların yanısıra yazılacak en ilginç şeylerden biri; yazdığım her şeyin bununla ilgisi vardır. Zaman hava gibidir; her zaman oradadır, insanları değiştirir, karakterleri şekillendirir. Hafıza da karakteri şekillendirir; hatırlama biçiminiz sizi siz yapar. İnsanlar, diğerleriyle en özel yanlarını paylaşmak için çırpınıyorlar. Benim sıklıkla yazdığım, işte bu büyük zorluk.

Neden?

Bilmiyorum ve böyle söylüyorum çünkü yanlış anlamak istemiyorum. Gerçek en önemli şeydir ve eğer onu gözden kaybederseniz, yazdıklarınız da sonunda heba olacaktır.

Sahne, televizyon ve radyo için eserlerinizin bir dizi uyarlamasını yaptınız. Aktörlerin yüzlerini ve seslerini karakterleriniz üzerinde kullanmaları hakkında ne hissediyorsunuz?

İnsanların fiziksel olarak görünmesi, hikayenin iletiminde sapmaya neden oluyor, hikayenin ritmini değiştiriyor. Böylece izleyici daha az çaba harcayabilir ve siz de hayal güçlerini harekete geçirmek durumunda kalmazsınız. Bir betimlemeyi okuduklarında harekete geçen hayal güçleri tamamen etkisiz hale gelir. Onların işini kolaylaştırırsınız. Öte yandan radyo, benim açımdan daha iyi çünkü radyoda izleyici ile hayal gücü arasına yalnızca aktörün sesi giriyor.

Buraya, Devon’a taşınmanız çalışma biçiminizi değiştirdi mi?

Pek sayılmaz. Hiçbir değişiklik olmadı. Nerede yaşadığım benim için fark etmez. Sabahları çalışırım ve bunu her yerde yapabilirim; otelde ya da herhangi bir yerde.

Ne zaman uyanırsınız?

Eskiden saat dörtte kalkardım ve işimin çoğunu –bilhassa yazları– saat dört buçuk ile kahvaltı zamanı arasında yapardım. Bir süre önce bunu bıraktım; düpedüz ceza gibi olmaya başlamıştı. Şimdilerde sekize yirmi kala çalışmaya oturuyorum ve on ikiye kadar çalışıyorum. Bazen gün içinde biraz daha çalışıyorum.

Daktiloda mı çalışırsınız?

Evet, aynı zamanda el yazısıyla yazarım. Tekrar tekrar yazarım. Diyelim bir bölümün başlangıcının ne kadar fazla versiyonu –mavi kağıt, beyaz kağıt üzerinde, daktiloya çekilmiş, el yazısıyla yazılmış– varsa elimde, nihayetinde ona o kadar vakıf olabildiğimi fark ettim. Yaptığınız işe vakıf olmanız gerekir demenin dolambaçlı bir yolu bu, böylece sonunda her şeyi ezbere bilirsiniz. Bir süre sonra öyle vakıf olursunuz ki hangi kısmın nerede olduğunu, nereye bakmanız gerektiğini bilirsiniz ve bakar bakmaz yanlışları görürsünüz. Ama daha önemlisi, karakterlerin içini dışını bilecek hale gelirsiniz. Karakterin hangi gün ne yaptığını, en sevdiği çiçeğin ne olduğunu, yüzündeki kırışıkların yerini. Yazdığım romanla ya da hikayeyle çok uzun zaman geçirmezsem bu söylediklerimi yapamıyorum. İkisi arasındaki büyük farklardan biri, romanın sonlarına doğru neler olacağını bilmek zor. Ama hikayede, sona gelmeden çok önce neler olacağını kestirebilirsiniz. Roman için inanılmaz fazla miktarda ham materyal yaratmam gerekir ve daha sonra romanı bunların arasından kesip çıkarırım. Filmlerin yapılmasına benzer şekilde yazarım romanlarımı. Gerçekten de elime makas alıp keserim. Fools of Fortune romanımda yıllarca ortadan kaybolan bir karakter var; adamın nereye gittiğini biliyorum, her şeyi yazdım sonra kitaba koymaktan vazgeçtim. Ama onun nerede olduğunu, neler yaptığını bilmeseydim romanı yazamazdım.

Gerçekten yazıp sonra da attınız mı?

Olayları ve sahneleri, nihayet bana tamamıyle açık hale gelinceye kadar defalarca yazarım. Okur için tüm bu ayrıntıları bilmek sıkıcı olabilir, bu nedenle istediklerinizi ayırdıktan sonra diğerlerini buruşturup atarsınız… ama adamın hangi odada dolaştığını, adam gittikten sonra kadının neler yaptığını bilirsiniz. Elbette metine almadığınız kısımlar da metinde olanlar kadar önemli çünkü bilinçli olarak dışarıda bırakıyorsunuz onları. Kadının mutfağa inip yumurta haşladığını okurdan gizlersiniz. Bunu söylemek istemezsiniz çünkü bu kısım okurun hayal gücüne bırakılmıştır.

Okurlar, size yazıp hikayeleriniz hakkındaki düşüncelerini iletiyorlar mı?

Evet.

Siz onlarla yazışmayı sürdürüyor musunuz?

Yapamazsınız, çok vakit alıyor. Birçok insanla yazışmak zor iş.

Kendi eserleriniz arasında sizin favoriniz hangisi?

Benim favorim her zaman son yazdığım olur. Sanırım bu, yeni doğan bir bebeğin kısa bir süreliğine favoriniz olması gibidir, çünkü çok kırılgandır. Diğerleri eskidir ve kendi başlarına idare edebilirler. Gerçekten favorim yok. Fakat bir hikayeyi sevmemişsem ve memnun değilsem, demek ki o hikaye işe yaramazdır.

Bir kadının bakış açısından yazmayı zor buluyor musunuz?

Hayır, zor bulmuyorum. Yaşlı değilken yaşlı insanlar hakkında yazmakla aynı şey; The Old Boys kitabımı yazarken oldukça gençtim. Yalnızca kendi deneyimlerimiz hakkında yazmak bana çok sıkıcı geliyor. Yaşlı insanları, bir çeşit merak duygusuyla yazdım. Yaşlı olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek istedim, bacaklarınız tutulmuşken yürümek nasıl bir şey, bilmek istedim. Ve benzer şekilde, kadın olmanın nasıl olduğunu bilmek istedim ve bunu da bir çeşit merak duygusuyla yazdım. Artık yaşlanıyorum ve çocuklar hakkında daha fazla yazmak istiyorum çünkü çocukluğumun üzerinden çok zaman geçti. Farklı süreçler ama aynı takıntı.

Bir hikayeye başladığınızda, dille başlamaktansa, hikayenin genellikle bir olayla, sizi harekete geçiren gördüğünüz ya da duyduğunuz bir şeyle başladığınızı söylemiştiniz.

Çoğunlukla öyle olur, ama gerçek şu ki hikayeler her türlü şekilde başlayabilir. Hatırlanan bir öğretmenle ya da hayatınızın sonraki zamanlarında etkisi olacak birisiyle ya da önemsiz bir hadiseyle. Yazmaya başlarsınız ve yazma süreci içerisindeyken yazmaya başlamanıza neden olan şey kaybolur. Bazen hikayeler ansızın beliriverirler: Kaynağını hiç bilemezsiniz. Bir keresinde trendeydim ve herhalde bara doğru yürüyordum ki birlikte seyahat eden bir oğlan çocuğuyla bir kadını fark ettim. Çocuk okul üniforması giymişti ve kadın da belli ki ona göz kulak oluyordu. Kadının yüzündeki bitkinliği şimdi bile hatırlayabiliyorum. Sonrasında, muhtemelen yıllar sonra, “Going Home” diye bir hikaye yazmıştım.

Yazmadan önce bir hikayenin nasıl biteceğini biliyor musunuz?

Yaklaşık olarak –ama yalnızca yaklaşık olarak– nasıl olacağını görebiliyorum. Romanda onu göremiyorum. Roman bir katedral gibidir ve katedralin alacağı biçimi hayal gücünüzde taşıyamazsınız. Ben aslında, roman da yazmış bulunan bir hikayeciyim. Tersi değil.

Orta yaşlı kadınları, onların gündüz düşlerini anlatmakta çok iyisiniz. Bazen eski yaşamınızda orta yaşlı bir kadın olup olmadığınızı merak ediyorum.

Bilmem fark ettiniz mi ama orta yaşlı kadınlar konuşurken bir şeyleri gizlemezler. Eh, ben de iyi bir dinleyiciyimdir. Bazen bir kadının bana anlattıklarından büyüleniyorum ki aslında sıkıcı ve alelade şeyler bunlar. İlginç olan şey, onun ayrıntı seçimi, neden onu değil de bunu anlattığı ve neden bir yabancıya anlatmak istediği. Erkekler de aynını yapıyor kuşkusuz. Aslında, insanlar orada bir yerdeler ve görülmeyi bekliyorlar. Yapmanız gereken, onları merak etmek. Bence bir psikopatı anlayabilirsiniz. Özel olarak toplumun bu tabakasıyla ilgili değilim; sadece kahramanları ve çok göz alıcı insanları fazla parlak bulmuşumdur. Aslında, sıklıkla yaptığım, göz alıcı olan insanlar –ağır makyaj yapmış orta yaşlı kadınlar– hakkında yazmaktır ama bu göz alıcılık yanıltıcıdır: İşte bu yüzden ilginç bulurum onları.

Bazı eleştirmenlerin karakterlerinizde bir “umutsuzluk” hissi bulmalarına katılır mısınız?

Evet, bazı karakterlerim oldukça umutsuz. Diğerleri de kendilerini umutsuz durumlar içinde buluyorlar. Onlar için iyi giden pek bir şey yok, bu da doğru. Ama genel anlamda bakıldığında hayatta da durum bu. Belirli miktarda bir umut var ama sonsuz bir kaynak değil bu. Birçok insan öyle olsun ister ama dünya tozpembe değil. Benim hikaye ve romanlarımdaki insanlar öfkeli bir umutsuzluk içinde değiller, uzlaşıyorlar ve uzlaşmak da bir başarıdır. Orada umut tamamen kaybolmuş değil. Külliyen karamsar bir bakış yok bence. Aslında, belli belirsiz bir iyimserlik bile bulunabilir.

Bir yerlerde kendinizi melankolik olarak tanımladığınızı okumuştum. Bu kendini nasıl belli ediyor; bir durum mu yoksa yazmanızı sağlayan mizacınız mı?

Kendimi hiç melankolik olarak tanımlamadım; tekrar edeyim, tavuk çiftliğinde de çalışmadım. Melankolik bir tavuk çiftliği çalışanı bana intihar gibi görünüyor. Mutsuzluk, melankoli ve insan doğasının dokunduğu hemen her şey hakkında biraz bilginiz yoksa kurgu yazabileceğinizi sanmıyorum. Çok neşeli, iyimser birinin herhangi bir dalda sanatçı olabileceğinden kuşkuluyum. Sözcüklerle giriştiğiniz mücadele, başka hiçbir şey değilse bile, dile getirilmeye direnen bir şeyleri ifade etme çabanız sizi melankolik yapacaktır. Bir melankoli işi olabilir bu. Bir kurgu yazarı olarak gün ışığına her çıktığınızda aynı zamanda gecenin soğukluğunu da deneyimlemek durumundasınız. Bütünüyle melankolik olsaydım, herhangi bir şey yazamazdım herhalde. Yazarların uzun süre depresif olma lüksleri olmadığını düşünüyorum. Yazarlar, insanların sandığından çok daha az ilginçtir. Daktiloları vardır ve katipler gibi masa başında otururlar. İlginç olan ya da olmayan şey yazdıklarımızdadır. Aynı durum bütün sanatçılar için geçerlidir; yeteneklerimizin araçlarıyız biz. Dışarlıklıyız; toplumda yerimiz yok çünkü toplum bizim izlediğimiz ve ele aldığımız bir şey. Başkaları yollarını çizerler. Basamakları çıkarlar ve zirveye varırlar. Hırsı bilirler, iktidar peşinde koşarlar. Ben hiç hırslı değilimdir, ne de iktidarla ilgilenirim. Kurgu yazarlarının bunlara eğilimli olacaklarını sanmam. Bir devlet memurunun ya da mühendisin olacağı gibi olmazlar. Kurgu yazarları aynı şekilde istemez; ihtiyaçları farklıdır. Şahsen ben fark edilmemek isterim. Hem bir yazar hem de insan olarak dünyanın gölgeliklerinde dolaşmak isterim; spot ışıklarını sevmem ve şeylerin merkezleri, içinde olmaktan ziyade izlemeyi tercih edeceğim yerler. İçinde olmaktansa üzerinde düşünmek isterim; orada neler olduğunu merak eder, gördüklerimi kaydederim çünkü benim rolüm buymuş gibi geliyor. Bir şeyleri kağıda geçiriyorum ve bir biçim veriyorum, tüm bu yaptıklarım bana sıradan faliyetler gibi geliyor. Eğer bunu analiz edebilseydim, hakkında konuşabiliyor olsaydım, hiç yazmazdım herhalde. Gri saçlı kadını, çocuğu, yaşlı adamı yazmak beni memnun ediyor ama nasıl yaptığımı bilmiyorum. Ve bu muammamın gerekli olduğuna inanıyorum. Sorunuza gelecek olursak, bana neden diye sorarsanız, size bunu söyleyemem.

Eleştirmenler, eserleriniz hakkında oldukça destekleyici ve coşkulu oldular hep. Buna nasıl tepki verdiniz? Onlara güveniyor musunuz?

Gençken, tüm genç yazarlar gibi, eleştirmenleri okurdum ama artık pek okumuyorum. Yurtdışındaysam ve bir dizi not elime ulaştıysa onları okumak eğlenceli oluyor ama hiçbir zaman o günkü gazetede hakkımda yayımlanan bir şey var diye çıkıp o gazeteyi almam. Bazen eleştirmenler çok güzel şeyler söylediklerinde, aslında yanlış anlamış olurlar ve aynı şeyi bana hasımlık besleyen biri de pekala yapabilir. Ama bu, iyi eleştirinin diğerinden daha iyi olmadığı anlamına gelmez. Bilhassa her zaman hoşa gitmeyen, dengeli, keskin, ne yaptıklarını iyi bilen eleştirmenler yazdığında, haklı olduklarını bilirsiniz. Nedir, hemen hemen her zaman siz kendinize karşı onlardan daha sertsinizdir zaten.

Bir yazar olarak eksiklikleriniz neler sizce?

Bu bizi tekrar analiz etmeye götürür. Elbette eksikliklerim vardır, ama onları tek tek tanımlamak istemem.

Şu anda son sürat yazıyor musunuz?

Ah, hayır. Ben o ifadeyi kullanmazdım. Bir çeşit çok yavaş bir süratle. Gerçekte, kavrayışınızı tamamen kaybedip kaybetmediğinizi bilemezsiniz. Bunu size ancak zaman söyleyebilir. Geriye dönüp bakmaya inanırım. Geçmişe şimdiden bakıldığında, her şey gibi deneyimler de değişir; yazma konusunda da durum aynı. Çok hızlı yazarım ama aynı zamanda yavaş yazarım. Yazmayı bitirdikten sonra hikayeyi bir yere koyarım ve aylarca dönüp bakmam. Tekrar elime alıp okuduğumda, bazen sadece dışardan bir okurmuşum gibi bakarım. Bazı yerlerini tekrar yazıp yine kaldırırım. Kendine güvenmenin tersten işlediği yer burasıdır. Bir zanaatkar olarak becerilerinize güvenmelisiniz, diye düşünüyorum. Her zaman haklı çıkacağınıza güvenmek değil bu ama kendinize şunu demelisiniz: Bunun nasıl olacağını sadece ben bilebilirim çünkü ben yaptım.

İlk başladığınız zamanlarda yazar olmakla şimdilerde yazar olmak arasında fark var mı?

Olmamalı. Bir yazar olarak söyleyecekleriniz varsa, onlar bir şekilde ortaya çıkacaktır. Şimdilerde yazarların işinin daha zor olduğunu söyleyemem, tersini de söyleyemem.

O zaman, edebiyatın televizyon, sinema, video ve eğlence açlığı gibi şeylerden etkilenmediğini mi düşünüyorsunuz?

Böyle bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Bu soruyu yanıtlamanız, moduna göre değişir; eğer bu konuda kızgınsanız “daha ciddi olunmalı” dersiniz. Ve ciddi edebiyat dediğimde Thomas Hardy’den P. G. Wodehouse’a, Çehov’dan Sean O’Faolain’e herkesi kastediyorum. Şimdi bunlar yerine edebiyatta bir moda baskısı mevcut. Bunun eğlence açlığı çeken toplumun talepleriyle ilgisi olsa gerek. Moda portmantoda olur. Edebiyatta moda, bütün sanatlarda da öyle, yıkıcıdır. İngiliz edebiyat sahnesine dönüşen bazı ödüller bir edebiyat sirki yarattılar. Bu ödülleri kazanmak hoş, sanata feda edilen para iyi bir şey. Ancak ödüller ve çoksatan listeleri ve modalar insanlara ne okumaları gerektiğini söylüyor ve okuma hazzının yarısı ne okuyacağınızı kendinizin keşfetmesinde yatar. Cazibe ve gösteriş, edebiyatla ilgili şeyler değil. Edebiyat Thomas Hardy’dir, hiç moda olmayandır; Dorset’te kendi kendini yedi, umutsuzdu ve olağanüstü kitaplar yazdı. Nihayetinde önemli olan şey kitaplardır. Şimdilerde kitaplar sohbet programlarında; okunmaktan ziyade haklarında konuşuluyor.

Bir yazar olarak yapmak istediklerinizi ve vardığınız yeri değerlendirebildiğiniz zamanlar oldu mu?

Dürüst olmak gerekirse hiçbir zaman öyle bir amacım olmadı. Genel olarak hırsım yoktur. Herhangi bir açıklama yapmak istemem. Hikaye yazmayı bir etki yaratmak olarak görüyorum ve o etki, kendini başkalarına kendisi anlatacaktır. Peşinde olduğum tek şey bu.