1.Temmuz.19
Aylak okur olarak, zaman zaman akıl tasımıza düşen bağzı sorular:
Kitabın ön kapağına çevirmenin ismi neden yazılmaz? (Bunu yapan, daha doğrusu yapmayan birçok yayınevi var.)
Kitabın ön kapağına çevirmenin ismi yazılmazken neden önsöz yazan kişinin ismi yazılır? (Mesela, yakın zamanda okuduğum Ölü Canlar’ın Doğan Kitap baskısı.)
Neden gerekli gereksiz önsöz yazdırır bazı yayınevleri? (Ben okuyacaksam da kitabı bitirdikten sonra okurum önsözleri, tabii kurgu eserlerden bahsediyoruz, size de böyle yapmanızı tavsiye ederim.)
Küçük yayınevlerinde zaten yok, anladık da, bösböyük yayınevlerinde iyi bir redaktör, son okuyan, editör neden bulunmaz? (Bulunuyor olsaydı bu kadar hata olmazdı herhalde. Hata insanidir, elbette olacaktır ama parada olduğu gibi: Hata önemli değil ama miktarı önemli.)
Neden bazı yayınevleri öykü kitaplarının içerisine “İçindekiler” bölümü koymaz? (Sözgelimi Etgar Keret’in kitaplarına. Keret’in hususi isteği değilse eğer, tuhaf değil mi?)
Neden bazı yayınevleri ancak pertavsızla okunabilecek denli küçük puntolarla basarlar kitapları? (Söz gelimi, yeni Can Yayınları.)
Kitabın ilk baskısı değilse önceki baskı bilgileri neden (doğru olarak) verilmez? (Bu tür yayınevlerinden de mebzul miktarda bulunuyor maalesef.)
2.Temmuz.19
Sivas Katliamı –belki ben bizzat şahit olduğum için bana öyle geliyordur yoksa memleket tarihi katliamlarla dolu– bu toprakların son çeyrek yüzyıllık tarihinin güzergahını çizdi sanki: Zorbalık, siyasal İslam’ın kapitalizmle olan seviyesiz birlikteliği, bir arada yaşama kültürünün giderek yok olması, devlet aygıtları aracılığıyla suç işleme ve zinhar hesap vermeme, aydın düşmanlığı, Alevi nefreti ve sonuç olarak hepimizin ziyan olup gitmesi. En vahimi de dindar ve muhafazakar bir ahlaksızlık (bugün okuduğum söyleşide, katillerin oteli taşlamaya ezan okunduğu sırada “ara verdikleri” söyleniyordu).
Ve daha saya saya bitiremeyeceğimiz nice kötülük: Kadın nefreti, çocuk nefreti, aydın nefreti, LBGTİ nefreti, ağaç ve doğa nefreti, deniz ve orman nefreti, memur, öğretmen, esnaf ve çiftçi nefreti, ODTÜ başta olmak üzere üniversite nefreti, Çankaya nefreti, Kürt nefreti, (hatırlayalım: çok afedersiniz) Rum nefreti, sanatçı nefreti, tiyatro nefreti…
Memleket tarihinin son çeyrek yüzyılında en çok artan ve yükselen şey nefret.
5.Temmuz.19
Bir arkadaşım, sever beni, sigarayı fazla içmememi ve dik durmamı tavsiye eder durur. Böylesi öğütlere eskiden, daha gençken çok sinirlenirdim. Şimdi, otuz beşimdeyim artık, eğer tavsiye sakız gibi uzatılmazsa sinirlenmeden ve karşımdakini kırmadan savuşturabiliyorum.
Tütün ve (önce tütünler bozulduğu için, artık mecburen) sigara içiyorum. Abartmamaya çalışarak. Çocukluğumdan beridir de dik durmam. Dik durmak, ama oklava yutmuşçasına dik durmak bana kibirin ve itici bir özgüvenin göstergesiymiş gibi gelir. Elbette, profesyonellerin demesiyle postür mühim. Yanlış duruş, sağlık problemlerine yol açabilir giderek. Nedir, ergenliğimden beri, dik durmaya yakıştırdığım bu olumsuz yakıştırmadan kurtulamıyorum.
İflah olmaz bir gönüllü kambur ve tütün tiryakisiyim ben. (Yine de, Enis Batur ve iki gözüm Salâh Bey bile bıraktıysa tütünü, sigarayı, benim de belirsiz bir uzak gelecekte tütüne veda etme ümidim sürmekte.)
6.Temmuz.19
Vüs’at O. Bener, Mızıkalı Yürüyüş adlı kitabında (ve YKY’nin birlikte bastığı Kara Tren’de de) kendi yaşamını kurmacaya dönüştürerek, belki de kurmacayı kendi yaşam öyküsüne bulayarak anlatıyor.
Vüs’at O. Bener’i az çok okumuş olanlar, hayatını bilenler, belki en azından Kurmacasız Bir Yaşam’ı okumuş olanlar için bilinmeyecek şeyler değil bunlar ama olsun, biz yine de Mızıkalı Yürüyüş’te adı geçenlerin gerçekte kimler olduklarını bırakıverelim şuraya, belki bir gün kapsamlı yazı ya da eleştiri yazacak birilerinin işine yarayabilir.
Birader Sinan: Erhan Bener
Kardeş Güneş: Bilge Bener Bölükbaşı
Yeğen Onur: Yiğit Bener
Küçük Yeğen Yelda Bener: Yaprak Bener Chapdelaine
Nilgûn: Neşecan Otyam Bener
“Kadim dost” Ecvet Darıcalı ve karısı Güliz: Cevat Çapan ve eşi Gönül Çapan (Cevat Çapan’ın Darıcalı olmasına atfen)
İlk karısı Ceylan: Bergamalı Gazale Harputlu Bener
İkinci karısı Hande: Raziye Nugay Bener
Gülten: Ayşe Ilıcalı Bener
Dostlarından Cemşit: Cemil Eren
Cemşit’in çocukları Şirin ve Hasan: Zeynep Eren ve Barış Eren
Saadet Hanım, Nazlı Hanım: Neriman Ündeğer
Murat Belge, bir yazısında Oğuz Atay, Bilge Karasu ve Yusuf Atılgan ile birlikte anar Vüs’at Beyi. O yazıyı okuduktan sonra mı öyle düzenledik hatırlamıyorum ama bu dörtlünün kitapları yanyana bizim kütüphanede.
Diğer ikisiyle bağlantısı üzerine bir şey demek istemiyorum ama Yusuf Atılgan ile Vüs’at O. Bener birbirine çok benzer yazarlar. Belge’nin belirttiği gibi, “lakonik” olmaları bakımından değil sadece, sesleri de çok benziyor birbirine.
Kendime ve belki ilgili başka kimselere not: Bu iki sıkı yazarı, tekrar ve birlikte okumalı. Sonra elden geldiğince yazmalı.
9.Temmuz.19
Yuhanna’da (18. Bap) zamanın Yahudiye Valisi Pilatus ile İsa’nın gerçek (ya da hakikat) üzerine bir konuşmalarına rastlarız. Kısacık bir sohbettir bu. Sohbete döneceğiz ve fakat önce biraz arka planına bakalım.
Hikayeyi duymuşsunuzdur: Tarihin tam sıfır noktasında doğan (bu hesaplama da yanlış ya, neyse, konumuz o değil şimdi), Marangoz Yusuf’tan olma bakire Meryem’den doğma İsa, çeşitli maceralara girip badireler atlattıktan, muhtelif mucizelere imza attıktan ve çevresine iyi köyü bir destekçi kalabalığı topladıktan sonra yakalanır ve dönemin Yahudiye Valisi Pilatus’a teslim edilir.
O zamanlar Filistin toprakları üç idari bölgeye ayrılmıştı: Kuzeyde Celile, Kudüs çevresindeki Yahudiye ve güneydeki İdumea bölgeleri. Roma bu üç bölgeye vali atardı, valiler de halka az çektirmezdi doğrusu. Yahudi milleti, gariptir, seçilmiş olduklarını vurguladıkça başlarına felaketler yağıp durmuştur tarih boyunca. Sürgünler, yabancı milletlerin boyunduruğu altında yaşamalar, katliamlar… Almanların yaptığı Yahudi Soykırımı da bunlardan biridir. Tarihinde bu kadar zulme uğramış bir milletin bugün Filistinlilere yaptıklarını anlamak hakikaten zor. Neyse, biz konumuza dönelim: Pilatus ile İsa arasındaki kısacık gerçek sohbetine.
Ey okur, İsa’nın bu fani dünyaya antresini yaptığı dönem, Yahudilerin tarihinde II. Mabed Dönemi olarak adlandırılan aralığa rastlamıştır. Bu dönemin iklimi (kabaca) şöyledir: Yahudiler, tarih boyunca başlarına gelen felaketlerin nedenini yabancılarla etkileşim içerisinde olmalarına bağlamışlardır. Değil mi ki bu etkileşim onları Yehova’dan uzaklaştırmış, sapkın yollara itmiştir ve bu nedenle beklenen Mesih bir türlü gelmemektir, artık kendilerini dışa kapatacaklar, yabancılarla zinhar evlenmeyecekler (hatta evlenmiş bulunanlar boşanacaklar), ibadetlerini katı ve daha ağır bir biçimde yerine getireceklerdir. Yabancılarla (Yahudi olmayanlarla yani) bırakın evlenmeyi, aynı ortamda bulunmak dahi istemedikleri bir dönemdir bu. İsa ise bu aşırılığı yumuşatan bir söyleme sahip olduğundan ve dönemin bu katı dini anlayışında bazı reformlar yapmak istediğinden (daha doğrusu, bir ihya hareketine kalkıştığından) hedef haline gelir. Uzatmayalım: Yahudiler, bu bozguncunun idamını isterler. İsterler istemesine de maruzatlarını dile getirmek için -dedik ya: yabancılarla aynı ortamda bulunurlarsa kirleneceklerdir- pagan olan Vali Pilatus’un makamına çıkmaktan bile imtina ederler. Vali balkondadır, bunlar aşağıda. Vali Pilatus, işte böyle bir atmosferde sorgular İsa’yı ve başta bahsettiğimiz yarım kalmış sohbetleri de bu esnada yaşanır.
Yahuda İncili’nin 18. Babına dönelim şimdi, kulağını dört aç ey okur çünkü konuşanlar İsa ile Vali Pilatus’tur:
Pilatus, “Demek sen bir kralsın, öyle mi?” dedi.
İsa, “Söylediğin gibi, ben kralım” karşılığını verdi. “Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.”
Pilatus O’na, “Gerçek nedir?” diye sordu.
Bunu söyledikten sonra Pilatus yine dışarıya, Yahudilerin yanına çıktı. Onlara, “Ben O’nda hiçbir suç görmüyorum” dedi. “Ama sizin bir geleneğiniz var, her Fısıh bayramında sizin için birini salıveriyorum. Yahudilerin Kralını sizin için salıvermemi ister misiniz?”
Onlar yine, “Bu adamı değil, Barabas’ı isteriz!” diye bağrıştılar.
Oysa Barabas bir hayduttu. (Yahuda, 18. Bap: 37-40)
VBKY’den çıkan 101 Anekdotta Felsefe Tarihinde Yolculuk (Çeviren Abdullah Yılmaz) kitabından öğreniyoruz ki Francis Bacon, yukarıda andığımız sohbetin yarım kalmışlığı üzerine şöyle buyurmuş: “Hakikat nedir” diye sordu Şakacı Pilatus ve bir cevap beklemeyecekti.” (s. 85)[1]
Pilatus, işin aslına bakacak olursanız, “haydut” Barabbas’ı değil, İsa’yı affetmeye meyillidir. Nedir, çılgın Yahudi kalabalık, İsa’nın, kralları olduğunu iddia eden bu yoksul marangoz evladının idamını ister. Haydut Barabbas’ın serbest bırakılmasından yanadır onlar.
Usta ile Margarita (Çeviren Aydın Emeç) adlı büyük romanında, tıpkı Yuhanna’nın yaptığı gibi Pilatus ile İsa’yı karşı karşıya getiren Bulgakov, İncil yazarının aksine cimri davranmaz ve sayfalarca konuşturur bu ikiliyi. İsa’yı Pilatus’a getirdiklerinde valinin başı çatlayacakmış gibi ağrıyordur. Vali Pilatus, İsa’ya tapınak hakkındaki sözlerini (“Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini” söylemiştir İsa) sorarken celallenir: “Peki serseri; çarşıya gidip gerçekten, yani üzerinde hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?” (Baş ağrısı Pilatus’a “zehir içsem de kurtulsam” diye düşündürtecek derecede artmıştır artık.)
İsa, cevabına şöyle başlar: “Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır.”
Macar ressam Michael Leo Lieb, yukarıda görmüş olduğunuz Ecce Homo adlı tablosunda, yukarıda bahsettiğimiz anları resmeder. James Joyce da Eleştiri ve Deneme Yazıları (Çeviren Fuat Sevimay) kitabındaki bir yazısında bu tablodan açar:
İsa’nın yüzü direncin, tutkunun -kelimeyi tam anlamıyla kullanıyorum- ve gözüpekliğin enfes bir tasviri. Belli ki kalabalığın bağırış çağırışı umurunda değil. Onlarla hiçbir ortak yönü olmadığı aşikâr ve ırkına dair özelliklerini muhafaza ediyor. Ağzını kahverengi bir bıyık çevreliyor ve yanaklarından kulaklarına kadar, taranmamış ama düzenli, aynı renkte sakalı uzanıyor. Alnı kısa ve kaşlarını ön plana çıkartıyor. Burnu Yahudi burnu ama aynı zamanda keskin kartal hatlara sahip, burun delikleri ince. Solgun mavi gözleri, şiddetli bir ıstırabın kusursuz temsili olarak kaşlarının altında hafif açık. Keskin ama vurucu değiller ve kısmen büyülenmiş bir şekilde kısmen de acıyla göğü delip geçiyorlar. Tüm yüze bakacak olursak, dünya nimetlerinden vazgeçmiş, adanmış ve tutkulu bir adam görebiliriz. Çile yolundaki İsa’nın giysisi, cenderesini yansıtacak şekilde kırmızı. Edebi şekilde ifade etmek gerekirse, “İstediğiniz kurban karşınızda.”
Malumları olduğu üzere, o gün çarmıha gerilerek cezasını çeker Kurban. Pilatus, o yılın Fısıh Bayramındaki af yetkisini kalabalığın tercihinden yana kullanır ve Barabbas’ı salıverir. Türk şiirinin büyük beylerinden Melih Cevdet Anday ise “Hüzünlü Bir Akşam Borusunun Ezgisi İçin Söz”de emin değildir kimin bağışlandığından:
Hem Mesih’tim, hem Barabbas’tım,
Kim çarmıha gerildi o gün
Kimdi bağışlanan karıştırmışım,
Bugünse bağışlayan göğsün
Kollarını açınca ben çarmıhım.
Birdim iki oldum, iki iken bir
Ne yalnızken birim, ne de seninle iki,
Sevi de yalnızlık gibidir
Var yok eder durur kişiyi
Akşamları boru sesiyle gelir.
İsa ile Vali Pilatus’un gerçek üzerine sohbetleri kısa sürmüş olsa da biz bu mevzuya geri döneceğiz. Sonunda, HAT’ın “Bin Hüzünlü Haz” kitabındaki Haraptarlı Nafi’den mülhem, şöyle diyecek olsak da: “Gerçek nedir diye sorarsan bilmiyorum evlat, sormazsan biliyorum.”
Ve ekleyeceğiz belki de: “Sorup da cevabı dinlemezsen sadece ikimiz değil kimse öğrenemez.”
11.Temmuz.19
Kanser olduk diyelim, olmayalım da çok yaşayalım tabii ama diyelim olduk. İşte onun suçlusu da biz olacağız, farkındasınız değil mi? Çünkü çokbilmiş uzmanlar uyarmışlardı bizi: Tavuk yemeyecektik, üç beyaz zaten yasaktı, genetiğiyle oynanmış, hormonlu ve katkılı, kimyasal içeren gıdaları tüketmeyecektik (Kısacası: taş kökü ve ağaç kabuğu yemeliydik). Sigaranın zararlı olduğunu sağır sultan bile duydu, alkol hakeza. Bütün bunların üzerine, spor yapmayı da ısrarla reddettiysek, eh, kabahatin çoğu elbette bizim olacak.
Bu çokbilmişlerin en büyük başarıları, yarattıkları korkularla üç kuruşluk zevklerimizin içine etmek. Artık, sayelerinde, korkmadan parmağımızı bile kıpırdatamıyoruz.
Yürüyen Kelimeler kitabındaki (çeviren Bülent Kale) “Korkuya Açılan Pencere” başlıklı metninde, şöyle çeşitlendiriyor Eduardo Galeano, çevremizi kuşatan korku dağlarını:
Korku tehdit eder:
Eğer âşık olursanız AIDS kaparsınız.
Sigara içerseniz kanser olursunuz.
Nefes alırsanız kirlilikten çekersiniz.
İçki içerseniz kaza yaparsınız.
Yemek yerseniz kolesterolünüz yükselir.
Konuşursanız işsiz kalırsınız.
Yürürseniz saldırıya uğrarsınız.
Düşünürseniz acı çekersiniz.
Şüphe ederseniz delirirsiniz.
Hissederseniz yalnız kalırsınız.
Mel Gibson ve Sean Penn gibi iki büyük aktörün oynadıkları Deli ve Dahi (The Professor and the Madman), gerçek bir olaya dayanıyor(muş): 1870’lerde İngiliz dilinin tüm sözlüklerini kayıt altına alınmasına. James Murray (Mel Gibson) ve William Chester Minor’ın (Sean Penn) yolları da böyle kesişmiş.
Filmle ilgili çokça tavsiye ve olumlu eleştiri gördüğümden beklentim yükselmiş olacak ki, iki saatlik sürenin sonunda biraz hayal kırıklığına uğradım. Sandım ki dil üzerine, sözcükler üzerine, sözlük hazırlamak ya da dil felsefesi üzerine epey kapsamlı bir bakışı olacak filmin. Oysa, gerçek hayatlara dayanan ibaresine dayanan, klasik bir Holivud işiydi izlediğim. Eli yüzü düzgün, oyunculuklar da ortalamanın çok üstünde elbette. Ve fakat bu kadar.
***
Ey okur, sevgili okur! Arada sırada bazı arkadaşların, tanışların, bazen de tanımadığım okurların Dünlükler’e teveccüh gösterdiklerini görüyorum. Ne yalan söylemeli, çok mutlu oluyorum.
Kısa bir tatil molası veriyorum. Dönüşte, eski yazlarda da yaptığımız gibi, (röntgenci yaftası yemeyi göze alarak) “sahillerde okunan kitaplar” başta olmak üzere yine muhtelif meselelerle, kitap ve filmlerle huzurunuzda olacağımdır.
Onur Çalı
[1] Bacon’ın Gerçek Üzerine başlıklı denemesinin ilk cümlesidir bu. Elif Günçe çevirisiyle Morpa Kültür Yayınlarından çıkan Denemeler ya da Ahlaka İlişkin Uygulamalı Öneriler kitabında şöyle demiş Bacon: Pilatus alaycı bir tavırla, “Gerçek nedir?” diye sorduğunda bir cevap beklemiyordu kuşkusuz. (s. 7)