30.Temmuz.19

Gelenekselleşen köşemizle başlayalım. Sahilde şezlongda, kumda denizde, orda burada okunduğunu gördüğümüz (doğrusu, bazen dikizci olarak yaftalanma riskini göğüsleyerek gözetlediğimiz) kitaplar. Bu sene sanki hasat daha iyi gibi:

Son Nefes Havaya Karışmadan (Paul Kalanithi, Altın Kitaplar)

Başı Sınuklar İçin Kılavuz (Kemal Sayar, Kapı)

Masumiyet Müzesi (Orhan Pamuk, YKY)

21. Yüzyil İçin 21 Ders (Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap)

Yeşil Ev (Mario Vargas Llosa, Can)

Homo Sapiens (Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap)

Başlangıç (Dan Brown, Altın Kitaplar)

Tutunamayanlar (Oğuz Atay, İletişim)

Dönüşüm (Kafka, İş Kültür)

Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Tanpınar, Dergah)

Sen Benim Hayatımsın (Ferzan Özpetek, Can)

Semerkant (Amin Maalouf, YKY)

Son (Ayşe Kulin, Everest)

Genç Bir Doktorun Not Defteri (Bulgakov, Dipnot)

Şeytanla Savaş: Hölderlin, Kleist, Nietzsche (Zweig, Can)

Marshmallow Testi (Walter Mischel, Pegasus)

Yeraltından Notlar (Dosto, Ayrıntı)

ve

Minimalizm (Joshua Fields Millburn & Ryan Nicodemus, Eksik Parça)

Son kitabı ve ile ayırdım çünkü yakındığımızın aksine bu kitabın kapağında çevirmen Hülya Key hanımefendinin adını görüyoruz. Nedir, sıkı durun, kitabın kapağında yazarların (yazarın?) isimleri yok. İyice baktım, yok! Minimalizm adabı bunu mu gerektiriyor acaba?

Hamiş: Biraz araştırınca, Eksik Parça Yayınevinin Minimalizm üst başlıklıyla iki kitap yayımladığını gördüm. Ve fakat iki kitapta da yazar adı yok.

• • •

Biz de boş durmadık elbette, deniz-güneş-bira kutsal üçlemesinden fırsat buldukça birkaç kitaba el attık, bazılarından bahis açalım:

Ağızdaki Kuşlar: Uzunca bir süredir bekletmiştim Samanta Schweblin’in öykülerini. Çok beğendim. Karanlık bir atmosfer hakim öykülere (belki bazen fazla karanlık ve fazla belirsiz). Gerçekten farklı öyküler. Kitabı bitirdikten sonra baktım arka kapağına ve hak verdim, çünkü Schweblin’in öykülerini okurken ben de şu üç yazarı hatırlamıştım sıkça: Kafka, Poe ve Carver. Kitabın ilk öyküsü, “Noel Baba Evimizde Kalıyor” ve “Kardeşim Walter” başlıklı öyküler, bilhassa ilk ikisi açık Carver etkisi taşıyordu. Samanta hanımefendiyle yapılmış söyleşilere baktım Ankara’ya dönünce, birini çevirip yayımlayacağım. Keşke başka öykü kitapları da çevrilse Schweblin’in. Saramago çevirilerinden tanıdığım Emrah İnce, belki de çevirmeye başlamıştır bile!

Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler: Notos’un bilhassa çeviri kitaplarında pek “boş” olmuyor zaten. Meksikalı yazar Yuri Herrera’nın üçlemesinin meğer ikinci kitabıymış bu. Nedir, bir kopukluk olmuyor, başlı başına bir uzun öykü ya da bir kısa roman olarak okudum Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler’i. Kendini anlatıdan “hariç” tutan bir anlatıcının, çağımızın bazı can yakıcı sorunlarına el attığını görüyoruz. Bülent Kale’nin çevirdiği bu kısa romanda en çok da göç sorunu üzerinde duruluyor. Aslında tek başına göç bir sorun değil ama devletlerin dilinde göç, “yasadışı göç” ya da “mülteci krizi” gibi ifadelere dönüşüyor. İçinde bulunduğumuz asrın ileriki on yıllarında göç, maalesef ve muhtemelen, daha da yakıcı bir hal alacak. Göçün sayısız boyutlarından biri de göçmenlerin (ister “yasal” ister “yasadışı” yani belgesiz olsunlar) gittikleri yerde istenmiyor oluşları. Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler’in ana karakteri Makina, abisini bulmak için kaçak yollardan girdiği Gabacho (evet, en çok Amerika Birleşik Devletlerine benziyor Gabacho ülkesi) topraklarında, memleketlisi olan başka insanlarla birlikte, yakalandıkları bir polis memuru tarafından diz çöktürülürler. Polis memuru bu pisliklerden, ülkesine izinsiz girmiş bu alt-insanlardan nefret etmektedir, Makina’nın hemen yanındaki memleketlisine bir kağıt kalem verip yazmasını ister ondan. Alay eder gibidir. Makina adamın elinden kağıdı kalemi alır, Meksikalı olmasına rağmen Gabacho dilinde ve üstelik bir an bile durmaksızın şunları yazar:

“Bu yıkımın suçlusu biziz, dilinizi konuşamayan ama sessiz kalmayı da bilmeyenleriz biz. Gemiyle gelmeyenleriz, toz kaldırıp kapılarınızı kirletenleriz, tel örgülerinizi kesenleriz. İşinizi elinizden almaya gelenleriz, bokunuzu temizlemeye talip olanlarız, gece gündüz demeden çalışmaya can atanlarız. O tertemiz sokaklarınızı yemek kokusuyla dolduranlarız, size hiç tanımadığınız şiddeti getirenleriz, size uyuşturucunuzu taşıyanlarız, boyunlarından ve ayaklarından zincirlenmeye layık olanlarız; biz sizin için ölmeyi önemsemeyenleriz, başka türlüsü mümkün mü? Biz kim bilir neyi bekleyenleriz. Biz karayız, kısayız, kokarız, sinsiyiz, şişkoyuz, kansızız. Biz, barbarız.” (s. 95)

Polis, “gırtlaktan alaycı bir sesle” okumaya başladığı kağıdı fısıldayarak bitirir. Bir süre sonra da çekip gider. Göçmenler, en azından bu seferlik, yırtmışlardır.

Şili’de Gizlice / Miguel Littín’ín Serüveni: Marquez külliyatının en önemli parçası olmayabilir. Ve fakat Gabo’nun gazeteciliğiyle yazarlığını birlikte konuşturduğu bir kitap bu. Büyük yazarlar böyle, kabul etmeli, ne yazsalar ustalıkla kotarıyorlar. Şilili yönetmen Miguel Littin’in, Pinochet’nin Moneda Sarayını yerle yeksan ederek yönetime el koyduğu 11 Eylül 1973’ten sonra çok sevdiği ülkesini terk ederek sürgün yaşamına antresini yapar. On iki yıl sonra, 1985 Güzünde sahte bir kimlik ve görünüşle ülkesine geri döner. Amaç, Pinochet yönetimi altındaki ülkesini filme almaktır. Bir meydan okumadır bu. Üstelik, toplumsal olduğu kadar bireysel bir meydan okuyuştur. Çünkü Littin, ülkeye girişi yasak olan Şilili aydınlardan biridir. (Suçu büyüktür. Allende’nin nihayet Başkan seçilebildiği son seçimin kampanyasını yürütmüştür Miguel Littin. Ve Bay Başkan, Littin’i, kamusallaştırdığı Şili Filmcilik’in başına getirmiştir.) Olay zaten yeterince heyecan verici ama bir de Marquez’den okuyunca daha da güzelleşiyor. Gabo, Miguel Littín ülkesinde iki ay kadar kalıp metrelerce film çektikten sonra, Madrid’de görüşür yönetmenle. Ve yönetmenin ve Şili’nin başından geçenleri elbette kendi üslubuyla yazar. Bilhassa Neruda ve Salvador Allende’yi anlattığı “Hiç ölmeyecek iki ölü: Allende ve Neruda” başlıklı bölüm enfes. Küçük bir kısmını buraya almazsam olmaz:

“Allende o kadar çok seçime girmişti ki, mezar taşında şöyle yazılacağını söylerdi kendisi: ‘Burada, Şili’nin gelecekteki başkanı Salvador Allende yatıyor.’ Uzun parlamento yaşamı boyunca, Peru sınırından Patagonya’ya kadar birçok eyaletten aday olmuştu. Birçok kez milletvekili ve senatör seçilmesine karşın, ancak zorlu geçen dört seçim kampanyasından sonra başkanlığı alabilmişti. (…) Halkın yalnızca televizyonlardan, gazetelerden ya da radyodan tanıdığı çoğu politikacının tersine, Allende seçim kampanyalarını evlerde, insanlarla sıcak, dolaysız ilişkiye girerek yürüttü; tıpkı ailenin doktoru gibiydi, aslında zaten doktordu. Politika sanatı konusundaki neredeyse hayvansı içgüdüsü, kendisini destekleyenler arasında bile karşıt duygular uyandırmıştı. Başkan seçildikten sonra bir gün, bir gösteride, adamın biri elinde alışılmadık bir yazı içeren bir pankartla geçti önünden: ‘Bu hükümet bok gibi, ama yine de benim hükümetim.’ Allende ayağa kalktı, alkışladı, gidip adamın elini sıktı.” (s. 79-80)

Yıl 2006’ydı sanırım, hangi mevsimdi ne zamandı unuttum, neden gittiğimi de gerçekten hatırlamıyorum ama yolda Her Temas İz Bırakır’ı okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. İzmit’e vardığımda kitabı bitirmiştim. Ne güzel filmi olur bunun, dedi kendim kendime. Sonra da kendi kendime Behzat Ç.’yi hangi aktörün oynayabileceğini ölçüp tartmıştım. Birkaç yıl sonra, Harun ve Behzat Ç.’nin bozkırın ortasında “İki dönek mi la” dercesine birbirlerine bakıp oynamaya başladıkları fragmanı gördüğümde çok sevinmiştim. Dizinin ilk üç sezonunu büyük keyifle izlediydik. O zamanki makamını ve maaşını unuttum ama Bülent Arınç diziye laf atıp sataştığında Yüksel’de tanımadığım insanlarla birlikte yere çöküp elimizde biralarla büyük ekranda izlediğim de olmuştu diziyi.

Ve yıllar geçti, Behzat Ç. geri döndü. Eleştiri hakkımız her zaman saklı. Nedir, her halükarda, son yılların en iyi televizyon işlerinden biri, belki de birincisidir Behzat Ç. Emrah Serbes de hem Ankara Polisiyeleri hem de Erken Kaybedenler ile bizim kuşağın en iyi yazarlarından biridir.

31.Temmuz.19

Karel Capek’in Sıradan Bir Cinayet öyküsünde Bay Hanak, oturduğu mahallede şahit olduğu bir cinayetten, daha doğrusu cinayet mahallinden çok etkilenir. Öldürülen Bayan Turkova, kimseye zararı olmayan, iğne-iplik ve okul malzemeleri sattığı küçücük dükkanında kendi halinde yaşayan yaşlı bir kadındır. Kahramanımız Bay Hanak, olay yerine gidip yaşlı kadının cesediyle karşılaştığında dehşete kapılır. Öldürülen kadının yerde, “siyahlaşmış bir kan gölünün” içinde yatışı onu çok etkiler. Kadının kıyafetleri, belli ki yamanmış olan çorabı, saç örgüleri ve diğer ayrıntılar sarsar Bay Hanak’ı. Oysa savaşta geçirdiği dört yıl boyunca “yüzlerce, binlerce genç adamın cesedini” görmüştür. O halde Bay Hanak’ı bu kadar etkileyen nedir? Uzunca bir monolog üzerinden ilerleyen hikayede Bay Hanak bunun nedenleri üzerine kafa yorar ve şuna varır: “’Evet,’ dedim, ‘mesele bu işte! Yığınla ceset gördüm; ama tek başına, yapayalnız bir ölü görmedim hiç. Yanında diz çökerek yüzüne bakıp saçına dokunmadım. Bir ölü, ürpertici derecede sessizdir. Bunu anlamak için onunla baş başa kalmalı…”

Ama kalmazlar. Öldürenler, öldürdüklerinin üzerine basıp geçerler. En iyi ihtimalle, salgın hastalıkları önlemek için topluca gömerler belki. Ölülere üzülecek vakit yoktur, gerek de yoktur. Çünkü devletler öldürme yetkilerini askerlere devretmiştir ve “sivil hayatta” suç olan öldürme eylemi, savaş sırasında kahramanlık alametidir.

Buradan başka bir öyküye bağlanacağız ey okur: Calvino’nun Vicdan adlı kısacık ve harikulade öyküsüne. Calvino’nun karakteri Luigi savaş çıkınca gönüllü olarak orduya yazılır çünkü şahsi bir meseleden dolayı öldürmek istediği Alberto denen herif, savaş açılan ülkede yaşıyordur. Ona savaşın böyle yürümediğini, düşmanları Alberto mu değil mi diye bakmadan öldürmesi gerektiğini anlatırlar. Luigi meramını anlatamayınca, “belki Alberto’yu öldürmek nasip olur” diye düşünerek önüne gelen düşmanı katleder. Madalya üstüne madalya verirler ona. Gelin görün ki huzursuzdur Luigi, Alberto çıkmamıştır karşısına, çıkmadan da savaş bitmiştir. Luigi öldürdüğü düşmanlar için kendisine verilen madalyalarla başbaşa kalınca pişmanlık duymaya başlar. O kadar insanı boşu boşuna öldürmüştür. Bu pişmanlıkla düşman ülkeye gidip öldürdüğü insanların ailelerini bulur ve madalyaları onlara vermeye başlar. İşte bu sırada, asıl aradığı ve başından beri öldürmek istediği tek kişi olan Alberto’ya rastlar. “Varsın geç olsun” diye düşünüp Alberto’yu öldürür. Bunun üzerine yargılanır ve asılır.

Birkaç yıl evvel Dikili’de Barış Yürüyüşü’ne katılmıştım. Neden sonra, tişörtüme iliştirdiğim Savaşa Hayır yazılı küçük kağıt hala üzerimdeyken bir arkadaşımla buluşmuştum. Arkadaşım kağıda ve bana, galiba biraz alaycı bir tutumla bakmıştı o gün. Öyle ya, Dikili gibi sütliman bir yerde, izin verilmiş bir gösteriye katılmanın anlamı neydi ki? Savaşa Hayır sloganı yerine Barışa Evet denmesinin daha doğru olacağını ileri sürdü. Daha olumlu bir mesaj taşıyacağından filan bahsetti. Bilmem, belki de haklıdır. Savaşa Hayır ya da Barışa Evet demekle bir çözüme varılmıyordur.

Ben yine de bahsettiğimiz ilk öyküdeki Bay Hanak ile bitireceğim, onun yenik sesiyle: “Tuhaf gelecek ama, savaşı neredeyse tamamen unutmuştum; gerçi herkes yavaş yavaş unutur savaşları; belki de bu yüzden er geç bir yenisi çıkıyor.”

• • •

Kafka 2 Ağustos 1914 tarihli günlüğüne şu satırları düşer: “Almanya Rusya’ya savaş ilan etti. – Öğleden sonra yüzme okulu.”

Enis Batur, aramaktan bitap düşsem de bulamadım hangi kitabında olduğunu, bir denemesinde Kafka’nın bu satırları üzerine tartışıyordu.

Bir vurdumduymazlık, fildişi kulesi sakini umursamazlığı mı vardır Kafka’nın bu satırlarında yoksa hayat, eğer ölmemişsek, gürül gürül yaşamaya mı iter bizi? İstesek de istemesek de.

Savaş sürerken yazarların ne düşündükleri, neler yaptıkları ve yazdıkları, üzerine eğilmeye fazlasıyla değer bir konu. Belki Orwell’ın Savaş Günlüklerine de bakarak (çünkü Orwell o günlüklerinde kılcal ayrıntılarına kadar iner süren savaşın) ve kıyaslayarak el atarım bir ara.

Ve fakat şimdilik, “Kafka ile Söyleşiler” kitabıyla elvedamızı çekelim. Kitabın müellifi Gustav Janouch’un demesine göre Kafka, İsa için şöyle demiş: “Işıkla dolup taşan bir uçurum.”

İsa hakkında duyduğum en güzel söz. Galiba. Bu.

Onur Çalı