Türkiyeli okurların “Ağızdaki Kuşlar” adlı öykü kitabı ve “Kurtarma Mesafesi” adlı romanıyla tanıdığı Arjantinli yazar Samanta Schweblin ile yapılan bir söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

_____________

Samanta Schweblin (d. 1978) Birçok ödüle layık görülen üç öykü kitabı yayımlandı. İspanyolca yazan en iyi genç yazarlar arasında gösterilen ve eserleri yirmiden fazla dile çevrilen Samanta Schweblin, ilk romanı Fever Dream (Kurtarma Mesafesi) ile 2017 Booker Ödülü kısa listesinde yer aldı. Buenos Airesli olan yazar, bir süredir Berlin’de yaşamaktadır.

______________

Samanta Schweblin

Eserlerinizde en çok hangi tür ilişkileri ele almakla ilgileniyorsunuz?

Bilhassa en doğal ilişkilerimizle ilgiliyim: Anne babayla çocuk arasındaki bağ ya da çiftler arası ilişkiler. Ama gerçekte, bu ilişkilerde yeni bir şeyler bulabileceksem ilgileniyorum: Daha önce aklıma getirmediğim şeyler, doğal olanın oldukça tuhaf ya da anormal bir hal almaya başladığı o çizgi. Bu benim kendi ilişkilerim hakkında tekrar düşünmeme, daha uzaktan bakmama ve gerçek hayatta yapmaya muhtemelen cesaret edemeyeceğim bir biçimde kendi içgüdülerimin üstüne gitmeme de yardımcı oluyor.

Genellikle yakın insan ilişkilerini analiz edip bunların nasıl garip ve ürpertici olduklarını gösteriyorsunuz. Aileyi kurgusal bir eserde bu kadar iyi bir konu haline getiren şey nedir?

Bu kendimi içinde bulduğum içgüdüsel bir alan. Aile bizim şekillendiğimiz, ilk trajedilerimizi yaşadığımız yer. Henüz dünya hakkında hiçbir şey bilmezken aile içerisinde bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz. Çocuk açısından görünen bu. Ebeveynlerin bakış açısından bakıldığında ise daha da büyük bir trajedi çıkıyor ortaya: Ebeveynlerin duydukları sevgiden daha samimi, daha iyi niyetli bir sevgi olamaz. Yalnızca iyi niyet taşırsınız. Ama sonunda, çocuklarınızın hayatta kalması için onları korur ve onlara şekil verirken aynı zamanda onları deforme edersiniz, engellersiniz, korkular ve aile meseleleriyle boğarsınız. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, başka türlü bir trajedi çıkacaktır ortaya. Çocuklarınızı korurken inciteceksiniz de. Bence bu ilginç bir ikilem.

Ortaya koyduğunuz ilişkiler bağlamında bakıldığında eserlerinizin neredeyse distopik olduğu söyleniyor zaman zaman.

Bence kurgu, gerçekten alışılmadık olan bir şeyle başlar. Normallik büyük bir yalandır, maruz kaldıklarımız arasında bizi en çok yaralayan yalanlardan biridir. Sürekli normal olmaya çalışırız ama normallik bir kurgudur. Sizin ve benim aramızdaki bir alandır ve bu alanı kimse ele geçiremez. Boşluktur. En yakın olduğunuz insanlarla ilişkilerinizi iyi anlarda kurmazsınız. En iyi bağları tasa, affedicilik ve ötekinin sizden tamamıyla farklı olduğu kabulü üzerinden kurarsınız. Normallik düşüncesi bizi birbirimizden ayırır.

Eğer yeni ilişkiler yaratacak olsaydınız –distopya yerine ütopya– bu ilişkiler neye benzerdi?

Normallik denen zehirleyici kavramla; benim biricik ve tuhaf varoluşumla senin aynı derecede biricik ve tuhaf varoluşunun orta noktasıyla hiç karşılaşmadığımız bir toplum olurdu. Kendimizi sınırlamamıza, kasılmamıza ve uyumlu olmamıza sebep olan, hepimizin ulaşmak istediği bu kurgusal ve keyfi nokta, en büyük toplumsal sahteliğimiz.

Normal olanın farklı toplumlara göre değiştiği düşüncesine katılır mısınız?

Evet, kesinlikle. Ağızdaki Kuşlar’da yer alan bazı öyküler bunun hakkında. Örneğin, kuş yiyen bir ergen var ve anne babası kızlarının bu davranışı hakkında çok endişeleniyorlar. Ama aslında biz zaten kuşları yiyoruz! Bazı ülkelerde insanlar canlı balık yiyor. O halde kuşları canlı canlı yemek neden zalimlik olarak görülüyor? İşte yine normalliğe geldik. Normallik fikri, toplumsal ve ekonomik bir inşadır. Bazen insanlar bu öyküleri fantastik olarak değerlendiriyorlar. Ağızdaki Kuşlar’da gerçekten fantastik olan bir ya da iki öykü vardır ama öykülerin hepsi tekinsiz olan hakkındadır. Tür olarak fantastik, dünyamızda gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler etrafında gelişir. Tekinsizlik ise tuhaf olan, alışılmamış olan ama gerçek olan bir şey üzerine kurulur. Bu da öyküleri daha dehşetli hale getiriyor.

Son romanınız Kentukiler’den bahseder misiniz?

Bir okur olarak edebiyatın teknoloji ile halen büyük bir sorunu olduğunu fark ettim. Teknolojiye batmış durumda yaşıyoruz, teknoloji hakkında düşünüyoruz…

…teknolojiyi neredeyse doğal bir kaynak olarak görüyoruz?

Evet, tam olarak böyle. Ama bu durumu yazıya aktardığımızda yüksek teknoloji gibi duruyor. Bunu çok rahatsız edici buluyorum. Neden günlük yaşamımızda normal saydıklarımızı kağıt üstünde okuduğumuzda gelecekte olabilecek şeylermiş gibi algılıyoruz? Bu sanırım edebiyatın, kendimiz ve kültürümüz hakkında kafa yorduğumuz bir alan olmasından ve teknolojinin çok hızlı gelişmesinden kaynaklanıyor. Teknolojiyle baş edemiyor, sınırlar koyamıyoruz: Kültürel, etik, yasal ve mahrem sınırlar. Bunları düşünürken romanda teknolojiyi bir sorun olarak ele almaksızın ve romanı gelecek hakkında yazılmış bir bilimkurguya dönüştürmeden teknolojiyle olan sorunumuzu, yaşadığımız iletişimsizliği nasıl ifade edebileceğim üzerine de kafa yordum.

Kentukiler insan ilişkileri, dil sorunları, yalıtılmışlık ve yalnızlık üzerine bir roman. Her zamankinden daha fazla küreselleşmiş ve birbirinden haberli olunan bir dünyada, teknolojiyi tüm bu meselelerin temel sebebi ya da bu sorunların ortak paydası olarak görüyoruz. Fakat bütün suçu teknolojiye atmak adil olmaz. Teknolojinin bazı biçimleri her zaman vardı: Bunlar özünde ne iyi ne de kötüdür. Bu kitap dijital iletişimin tüm biçimlerinde olan karanlık ve tuhaf taraftır; kırılgan, korkan ve bizim kadar tehlike potansiyeli taşıyan başka bir insandır bu. İnsanlar ve teknoloji arasındaki değil, insanlar arasındaki münasebetler hakkındadır. Kentukiler dünyanın bir yerinde yaşayan bir vatandaşın dünyanın bambaşka bir yerinde yaşayan başka bir vatandaşla bağlantı kurmasına olanak tanır. Sonsuza kadar birbirlerine bağlanırlar ama bağlandıkları kişinin kim olduğunu bilmezler.

Kitaplarınızın, bilhassa Kurtarma Mesafesi’nin farklı dillerde ve bağlamlarda nasıl okunduğunu merak ediyorum.

Zirai kimyasallar hakkında bilgi sahibi olunan ülkelerde romanda neler döndüğünü hemen anlıyorlar. Tehlikeyi okuyup muhakeme edebiliyorlar; onlar açısından tehlikenin son derece gerçekçi ve somut bir işleyişi var. İnsanların bu gibi konular hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı ülkeler de var. Kendi ülkelerinde, mesela Meksika’da zirai kimyasallar kullanıldığı halde bilgi sahibi değiller. Romanda olan süregiden düşükler, engelli çocuklar, patır patır ölen hayvanlar gibi unsurların göründüğü Meksika’da bu işaretler hayaletlere yoruldu, mistisizmle bağlantılı olarak okundu. İyi bir okuma. Elbette böylesi yorumların yapılabilmesine imkan tanıyacak şekilde yazılmış bir kitap bu, demek işe yaramış. Yine de aynı gizlerin, işaretlerin farklı yorumlanabildiğini görmek hoştu. Öte yandan, bilgi sahibi olmayan bir toplumun her şeyde nasıl hayaletler görebildiği ortaya çıkmış oldu.

Beş yıldır Berlin’de yaşıyorsunuz. Nasıl buluyorsunuz?

Buenos Aires’e dair özlemediğim çok temel bir şey var: Latin Amerikalı bir kadın olarak geceleri yalnız başınıza dışarı çıkmanıza ve eve yalnız dönmenize izin verilmez. O kadar tehlikelidir ki yapmanız aptallık olur. Taksiler de tehlikelidir. Arkadaşlarınızla çıkacak olsanız bile erkek arkadaşınızın da gelmesi gerekir ya da bir arkadaşınız sizi arabasıyla eve bırakır. Eve yalnız gitme riskini alırsanız, nihayet eve vardığınızda arkadaşlarınıza “Evdeyim” diye mesaj atarsınız. Berlin’de beş yıl yaşadıktan sonra bu mesajın gerçekte ne anlama geldiğinin ancak farkına varabildim: Hayattayım. Berlin’de dışarı çıktığımda eve sabaha karşı dönüyorum ve kendimi çok özgür hissediyorum. Kendime buna layık olduğumu hatırlatıyorum. Bu benim hakkım. Latin Amerika’ya öfkelendiğim zamanlarda oluyor bu hatırlatma.

Türkçeleştiren: Onur Çalı

Kaynak: Pen Transmissions, 4 Mart 2019