
Size bir sırrımı açıklayacağım. Artık bu sırrı yıllarca sırtlanmaktan bıktım. Bana ait olması ve hiç kimseye söylememiş olmam, onu tam anlamıyla sır yapıyordu. Bununla övünecek değilim ya da buraya yazıyorum diye bir gün birileri okuduğunda sır olmaktan çıkacak da değil. Ama her ne olacaksa da sırrımı sayfalara dökmekten kendimi alamadım.
Altmış birinci yaşımın son demlerini yaşıyorum. Gençliğimden beri hep altmışlı yaşların herhangi bir diliminde öleceğimi varsaymışımdır. Bu ecelle gerçekleşmezse kendi ellerimle hayatıma son verir miyim, bilmiyorum. Bu konuda hiç düşünmemiş olmam, bunu yapamayacağımı gösteriyor gibi. Aslında ölmek ya da yaşamak artık beni fazla ırgalamıyor. Bu yüzden altmışlı yaşlarda ölme kehanetim gerçekleşmezse fazla üzülmeyeceğim.
Çocukluk yıllarım, orta gelirli bir ailede büyüdüğüm için normal seyrinde ilerledi diyebilirim. O zamanların avantajları ya da yararlanılacak olanakları neyse, birçoğundan mahrum kalmadım. Teknoloji ilerlemiş olmadığı için, diğer ülkelerden ülkemize ulaşanlar kadarıyla haberdardık. Bu yüzden o günün şartlarında olan imkânlar dâhilinde, sorunsuz bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim. Tabii imkânlar ölçütünde bir sorunsuzluktu ama size söyleyeceğim sırrımı öğrendiğinizde, hiç de sorunsuz bir çocukluk geçirmediğimi anlayacaksınız.
Sizlere sırrımı açıklamadan önce bir konuya daha değinmek istiyorum. Annemden bahsetmek istiyorum sizlere. Annem, fakir bir ailenin okumayı başarabilmiş tek kız çocuğuydu. Bu başarısını, hedeflerini ve arzularını yüksek tuttuğu için başardığını söylerdi. Normalde kamu yönetimi okumuş. Bir bankada memurdu. Fakat liseyi bitirdiğim yıl babamdan boşanmış, ilk oyunculuk deneyimini gerçekleştireceği çekimler için şehirden ayrılmıştı. Nitekim ilk, son olmadı ve artık bir Yeşilçam artistiydi. Dolayısıyla sonraki yıllarda babamla beraber yaşadım ve annemle nadir zamanlarda, kısa süreli görüşebildik. Yine de ona asla kızmadım. Gördüğüm zamanlarda kırgınlık belirtileri göstermedim. Dördüncü kocasından boşandıktan on beş gün sonra öldüğünde tabutuna mezarına kadar omuz vermekten gocunmadım. Neticede onun tek çocuğuydum ve sevgisini tam manasıyla alamasam da geriye bıraktığı yüklü mirasın sahibi olmuştum. Bu mirasın genel anlamda bana hiçbir faydası olmadı. Çünkü annem, normal zamanlarda da benden parasını asla esirgememişti. Bu yüzden, tüm varlığının üzerinde artık benim ismimin yazmasının bir önemi yoktu. O yüzden o mirası son günlerde en iyi nasıl değerlendirebileceğim hususunda, derin düşüncelere dalıyorum. Şimdilik çocukların eğitimi için bir vakfa bağışlamak ağır basıyor. Hayır, benim çocuğum yok. Babamın, sonraki eşinden olan kardeşlerime bir şeyler bırakabilirim ama bunlar kendi emeğimle kazandıklarım olabilir. Neticede durumları gayet iyi ve kimseye muhtaç gibi durmuyorlar. Miras kaldıktan sonra yanıma gelip yaranma çalışmadıklarına göre açgözlü insanlar değiller. Bu olumlu halleri, bana ait olanlardan onlara da bırakma hissiyatını yüklüyor.
Annemin bizi terk etmesinden sonra kısa süreli bir travma geçirdiğimi itiraf etmekten çekinmeyeceğim. Ona kızgın ya da kırgın olmadığımı söylesem de yanımda koca bir boşluk oluştuğu hissinden de hemen kurtulamadım. Yine de üniversiteye girmeyi başarabilmiştim. Dolayısıyla üniversitede eğitimini aldığım işi yapmaktan imtina etmedim. Makine mühendisliği yapabileceğim en doğru işti. Sanırım sırrımı açıklamanın tam sırası. Evet, ben renk körüyüm. Ne yani? Bunca yıl açıklamadığım sırrım dediğin, binlerce insanda olan basit bir sorun muydu, demeyin. Bu öyle ehliyet alırken size yaptıkları testte, çeşitli renklerin arasında sayıyı görebilmekle ya da yeşili kırımızı, kırmızıyı yeşil görmekle alakalı bir renk körlüğü değil. Ki zaten o testi gayet başarıyla geçmiş, o sayıları gayet rahat görmüş ve ehliyet alabilmiştim. Bu sayede de üniversitede annemin aldığı arabayı kullanmaktan geri kalmadım.
Benim sırrım dünyayı siyah beyaz görüyor olmam. Evet, doğru okudunuz. Sanırım bu sefer tam manasıyla bir sır olduğuna inanmışsınızdır. Bunu nasıl anladığım konusu ise elbet zorlu bir sürecin ürünü. Çocukluğumun ilk yıllarında bana renkleri öğretememiş olmalarına asla anlam verememişler. Annemle görüşmelerimizin kısıtlı olduğu yıllarda bile her görüşmemizde hep renkleri ne kadar zor öğrendiğimden bahsederdi. Aslında hiçbir zaman öğrenememiştim. Sadece ton farklılıklarından yola çıkarak kafadan atıyordum. Demek ki tutuyordu. Artık neden öğrenemediğimi bildiğim için konuyu her açtığında geçiştiriverirdim. Tutup bu ne renk diye soracağından çok korkardım. İşte bu sorunum yüzünden makine mühendisliğini tercih ettim ve renklerin ön planda olduğu ya da renkle ilgili bir konu olduğunda yorum yapmadan uzaklaşmayı tercih ettim. Bazen çizim gerektiren durumlarda neden renkli kalem kullandığımı sorduklarında da duymazdan gelerek başka konuya atlayıverirdim.
Renklerle ilgili sorunum olduğunu keşfetmeye ortaokuldaki resim derslerinde başladım. İlkokuldaki resim dersleri daha çok serbest çalışmayla geçiyordu. Öğretmenim, her zaman, çizimlerin gayet iyi fakat renk seçimlerine bir anlam veremiyorum derdi. O zamanlar renklerin benim için sadece ton farklılıkları vardı ve bir insanın yüzünü ne diye açık yeşile boyadığımı nereden bilebilirdim ki? Resim derslerinde arkadaşlarımın dalga geçmeleriyle birlikte boya kullanmayı bıraktım. Daha çok kurşun kalem kullanarak resim yapmayı tercih ediyordum ve başarılı çalışmalar çıkardığım için diğer çalışmalarda zorlanmıyordum. Bazı ressamların renk cümbüşüyle bezenmiş tablolarını siyah beyaz görüyor olmak tuhaf olabilirdi fakat rengin ne olduğunu bilmediğim için bana o halleriyle de güzel geliyorlardı. Birkaç defa kız arkadaşlarımdan bazılarına, bu ressamların taklit tablolarını yapıp gösterdiğimde öncelikle ilginçliğine vurgu yapıyorlar, ardından renk seçimlerimle farklı bir eser yarattığımdan bahsediyorlardı. Yüz ifadeleri beğendiklerini gösteriyordu. Hiçbirine asla özgün resimlerimi göstermedim. Hatta hiç kimseye göstermedim. Onlarla ilgili bir dönüt alma stresine de girmedim. İyiyseler ve ben öldükten sonra bulunup da değerli sayılırlarsa sorun onların. Belki bu yazdıklarımla beraber bulurlarsa, ortaya daha da ilginç bir hikâye çıkabilir. Ah, bunları düşünmek istemiyorum.
Dünyayı siyah beyaz görmenin farklılığını yaşarken, bunu belli etmemeye çalışmanın zorluğunu da yaşadım elbet. Bunun güzel bir şey olmadığını, arkadaşlarımla gittiğim siyah beyaz filmlerde, dünyayı böyle görüyor olsak nasıl oldurdu diye sorduğumda aldığım cevaplar sayesinde öğrendim. Ama dediğim gibi doğduğum günden itibaren dünyayla bu şekilde karşılaşmış olmam, sonrasında bana pek bir sıkıntı yaratmadı. Belki de renk körlüğüm ve ben mezara birlikte gidebilirdik. Hiç kimse dünyada böyle birinin yaşadığını asla öğrenemeyebilirdi. Belki hâlâ öğrenemeyebilir. Bu konuda çok sorumlu olduğumu hissetmesem de son zamanlarda, beni bunlara yazmaya iten bir itkiyle donanmaya başladım. Artık hem renk körlüğümü hem de bunu saklama ihtiyacımı fazla irdelemenin anlamı yok. Eğer yazdıklarımı bir gün birileri okur ve bunu haber yapmaya ya da araştırmaya karar verirse tespitlerine saygı duyarım. Yazdıklarıma inanmama hakkına sonuna kadar sahipler. Yazdıklarımı, tablolarım ve ruhsatında yeşil yazan ama iğrenç bir yeşil olduğunu yamımdan geçerken söylenenlerden anladığım arabamdan yola çıkarak irdeleyebilirler. Zaten bu kâğıdı da en beğendiğim ama tam olarak hangi renkleri kullandığımı bilmediğim bir tablomun arkasına iliştireceğim. Evet, renkleri, tonlamalarına göre kendim oluşturuyorum. Üzerlerinde hangi renk olduğunu yazan etiketi önemsemeyi bırakalı yirmi beş yıl oldu. Her neyse fazla uzatmanın anlamı da yok zaten.
Özdemir Toprak