photos presentation.jpg

Bu bir kader miydi? Ondaki hal bu küçük yörede nasıl anlaşılsın? İşte, kazandığı üniversite sınavı onun için bir kurtuluş olacaktı. Kazanmak da mı bir kaderdi? Kadere inanası hiç yoktu, ama bunu lafın gelişi nasıl da üzerine yapışmış bir alışkanlıkla söylüyordu. Gerçi birçok insanın kabul ettiği her şey ona o kadar saçma geliyordu ki. Uzun zamandır çok iyi biliyordu ki onu asla kimse anlamayacaktı. Bugüne dek sadece bir öğretmeni ona neyin önemli olduğunu hissettirmişti. O zaman daha on yaşındaydı. Köşeye çekip: “Tatlım, neden bu ruju sürüyorsun, böyle daha mı mutlusun?” sorusunu soran öğretmeninin yumuşayan ve anlamaya çalışan sesi, o zamanlar bu sorunun değerini çok anlayamasa da onu ilk defa yüreklendirmişti. Şimdi on sekiz yaşındaydı. Ve birçok şeye yetişkin olarak artık karar vermişti. Nihayet kararını pekiştiren bir olay olmuştu, İstanbul Üniversitesi’ni kazanmıştı. En çok sevdiği arkadaşı Aslı’yı arayıp söylemek isterken, içinden ince ve sıcak bir duygu geçti. En sonunda bu küçük şehirden kaçacak, onu anlayan birileriyle olabilecekti. Öğretmenin sorusunun cevabını şu an veriyordu: Böyle mutluydu ve böyle mutlu olacaktı. Öyle dalmıştı ki bu mutlu hayale telefonunun sabırsız çalan sesinin onu bölmesine kızdı. Oysaki kendi kendiyle konuşup, gülümseyerek aynaya uzun uzun baktığı anlar en çok sevdiği anlardı. İçinde o kadar zengindi ki kimseye ihtiyaç duymuyordu. Kendini keşfedeli yıllar olmuştu. O esmer, uzun boylu bir kadındı işte. Adı Erhan olabilirdi. Kendine inat ismindeki “er” ve “han”, iki eril sözcüğün onun bedenine nasıl da eğreti durduğunu biliyordu. İsmini de o seçmemişti ya. Tıpkı cinsiyeti gibi… O yine de kadınlar için bu konuda daha fazla üzülüyordu. İsimlerini seçmedikleri gibi soyadlarını da seçmiyorlardı. Bir erkekten başka bir erkeğe devredilen aitliklerle yaşıyorlardı. İçinde ipince bir sızı hissetti. Acaba ben de bir gün…?

“Aslı, merhaba.”

“Neden açmadın? Yine ayna önündesin değil mi?”

“İstanbul Üniversitesi’ni kazanmışım.”

“Ben de Ankara…”

Aslı’nın sesindeki hüzün Erhan’ın boy aynasına yapışmıştı sanki.

“Biliyorsun Aslı buradan gitmeliyim. Babamı ve annemi bırakmalıyım. Benim için utanmalarını istemiyorum. Babamın işten akşam eve döndüğünde, bana bakan gözlerinde her defasında nasıl bir acı geçtiğini görüyorum. Ben onun kızı olarak doğmalıydım diğer kız kardeşlerim gibi.”

“Bu senin hatan değil biliyorsun. İstanbul’a gittiğinde her şeyi unutacaksın. Mutlu olacaksın.”

Çocukluk arkadaşları en sonunda ayrılıyordu. Gerçi Aslı Erhan’dan kurtulup bir rahat nefes alacaktı. Alanya’nın küçük yöresi, bir kızla bir erkeğin böyle sıkı fıkı ilişkisinden rahatsızdı. Aslı’dan hoşlandığı yalanını bile uydurmak zorunda kalan Erhan, kızın ailesinden köşe bucak kaçar olmuştu. Oysaki Erhan Aslı’nın da âşık olduğu Ahmet’e âşıktı.

“Aslı, Ahmet kazanmış mı?”

“Biliyorsun onun ailesi zengin. O Avrupa’da okuyacakmış. Babası onu zorla Belçika’ya göndermiş.”

Aslıyla en son konuşmasıydı bu. Ahmet konusunda da bir daha hiç konuşamayacaklardı. Zaman ne Aslı’nın Ahmet’e olan aşkını azaltmıştı ne de Erhan’ın.

İstanbul rüyası da çok uzun sürememişti. Bu şehir insanların söyledikleri gibi özgürlük şehri olamamıştı onun için. İkinci bir tutsaklık şehriydi. Belki Erhan gibi birçok kadın vardı ama hepsi bu şehirde esir ve yasak bir yalnızlık ve mutsuzlukla yaşıyorlardı. Üniversitenin ilk yıllarında zengin ve yaşlı bir sevgilisi olmuştu. Adam sadece zengindi. Ona âşık olmadığını öğrenince hayatı dar etmişti ona. Kimsenin bilmediği bir şey vardı ki içinde bir isim hiç eskimiyordu. Hayatının diğer arkadaşları gibi olmaması gerekiyordu. Sapık arzulu bir tutkunun acımasız intikamında ziyan olamazdı. Travesti ev arkadaşının babası tarafından öldürülmesinden sadece bir hafta geçmiş ve bu onun için bardağı taşıran son damla olmuştu. O günden sonra amaçsız bir halde sokaklarda dolaşıyor, bir bardan diğerine geçip eve sarhoş dönüyordu.

Yine böyle bir günde, müdavimi olduğu bir eşcinsel barına giderken sokakta yaşadığı kolayca anlaşılan biri nazikçe sigarası olup olmadığını sordu. Erhan yok deyince kahve parası isteyen ve teşekkür ederek kendinden uzaklaşan adamın şapkası Ahmet’i hatırlatmıştı. Nedendir bilinmez, onu her seferinde çocukluğundan bu yana böyle hayal ederdi. Bugün bu barda yollarının kesişeceğini kim bilebilirdi. İşte, Erhan bugün ikinci kez gördüğü aynı şapkalı bir adama bakıyordu. Göz göze geldikleri bir an adamın Ahmet’e benzeyen gözlerine doğru elinde olmadan sürüklendi. Ve yaklaşınca ondan başkası olmadığına kanaat getirdi. Onun burada ne işi olabilirdi ki, diye düşündü şimşek hızında. Ahmet de kendine dikkatlice bakan arkadaşını hemen tanımıştı. O fazla şaşırmış gözükmüyordu. İkisinin de özlemli kolları buluşmuştu.

“Seni Aslı ile her görüşümde fikrimde yanılmadığımı biliyordum,” dedi Ahmet gülümseyerek.

O günkü karşılaşmaları yaşamlarının dönüm noktası olacaktı. Bu buluşma aslında Ahmet’in neden Avrupa’ya gönderildiğini açıklıyordu. Babası onun cinsel yönelimini kabul etmemiş ve onu uzakta tutmak istemişti. Tabi böylece kimse Ahmet’i bilmeyecekti. Bu aslında Ahmet’i ilk zaman üzse de onun özgürlüğü olmuştu. Bara oldukça çekici siyahî bir erkek arkadaşı ile gelmişti. Adamın boynunda bir haç kolye vardı. İşte o gün Ahmet Erhan’a “İstersen Avrupa’ya gel. Orada eşcinseller evleniyor bile, bunu artık birçok ülke kabul ediyor,” demişti. Erhan Ahmet’ in uzattığı telefon numarasını alırken bu cümleler birkaç kez çınlamıştı beyninde.

Basel Havaalanı’na ilk gelişiydi. Annesinin her çıkıp gidişlerinde göğsünü titreten ağlayışını son kez geride bırakarak kendini doğuran ama kabul etmeyen bu anayurttan uzaklaşmıştı. Bu kez mutluluğa gelmişti. Gözleri çok güzel bir kadına takıldı. Sarı fularını boynuna doladı. Onun kadar doğal güzellikte olamayacağını biliyordu ama onun gibi esmer ve uzun boylu bir kadındı işte. Ahmet’i bekliyordu. Bu ikinci buluşmaları olacaktı. Belçika’da birlikte yaşayacaklardı. Belki de evleneceklerdi. Evlenince yıllar süren bu aşk bitecek miydi? Sahi kimin soyadı değişecekti?

Rahime Sarıçelik