John Steinbeck’in ilk kez 1942 yılında basılan, Türkçeye daha önce farklı yayınevlerince (Varlık, Remzi) Ay Battı adıyla yayımlanan romanını Sel Yayınları’nın Temmuz 2016 tarihli baskısından, Aslı Biçen’in Türkçesiyle okudum.

Ay Batarken kendi halinde, madencilik ve balıkçılıkla geçinen küçük bir kasabanın işgaliyle başlıyor. Ne işgal edilen kasabanın hangi ülkede olduğu belli ne de işgal eden ordunun hangi ülkeye ait olduğu. Ve fakat romanın ilk yayımlandığı tarihe bakarak ve anlatıdaki ipuçlarını takip ederek işgalci ordunun Nazi Almanya’sı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine de tarihin tekerrürle dolu olduğunu bildiğimiz için, yazarın neden belirli bir ülke adını anmamış olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü, maalesef, tüm zamanlar için geçerli olabilecek bir hikaye bu.

Hani uzun süre light, kokteyl tarzı içkiler içersiniz de şöyle dört başı mamur, dostlarla ve küçük mezelerle bezeli, her şeyi yerli yerinde (ne eksik ne fazla, bilhassa ne de fazla) bir masada rakı içmeyi özlersiniz ya, hah, işte tam olarak böyle hissettim Ay Batarken’i okuyunca. Büyük yazar kime denir, nasıl olunur bilmem ama okuyunca anlarız, değil mi?

Romanı özetleyecek değilim ve fakat özellikle Albay Lanser’den açmadan olmaz. İşgalci müfrezenin komutanı olan bu adam, anladığımıza göre, ilk cihan harbine (ya da tarihi 20 yıl öncesine uzanan adı başka bir harbe) de katılmıştır ve yalnızca işgalci askerler arasında değil, romandaki tüm kişiler arasında savaşın ne olduğunu tek bilen kişi o gibidir. Şurayı alıntılamama izin verin:

“İçlerinde sadece Albay Lanser savaşın uzun vadede ne anlama geldiğini biliyordu. Lanser yirmi yıl önce Fransa ve Belçika’da bulunmuştu ve bildiği şeyleri aklına getirmemeye çalışırdı – savaşın ihanet ve nefret olduğunu, yetersiz generallerin her şeyi yüzüne gözüne bulaştırması olduğunu, işkence, cinayet, hastalık ve yorgunluk olduğunu, nihayet bittiğinde de yeni yorgunluklar ve nefretler dışında hiçbir şeyin değişmediğini biliyordu. Lanser kendisine, uyması gereken emirler verilmiş bir asker olduğunu hatırlatırdı. Soru sorması ya da düşünmesi değil emirleri yerine getirmesi bekleniyordu; öteki savaşın hastalıklı anılarını ve bu seferkinin de tıpkı onun gibi olacağı inancını zihninden uzak tutuyordu. Bu seferki farklı olacak, diyordu günde elli kere içinden; bu seferki çok farklı olacak. Yürüyüşlerde, kalabalıklarda, futbol maçlarında ve savaşlarda sınırlar belirsizleşir; gerçekler gerçekdışı görünür ve zihni bir sis kaplar. Gerilim, heyecan, yorgunluk, hareket – hepsi devasa gri bir rüya içinde birbirine karışır, öyle ki her şey bittiğinde, birini öldürdüğünde ya da birinin öldürülmesini emrettiğinde neler hissettiğini hatırlamak zorlaşır. Sonra orada olmayan başka insanlar neyin nasıl olduğunu anlatırlar, sen de tereddütle, ‘Evet, öyleydi galiba,’ dersin.”

Gerçeklerin gerçekdışılaştığı, zihni bir sis kapladığı ve en basit gerçeklerin bu sisin ardında seçilemez olduğu zamanlar… Böyle zamanlarda, daha iyi bir ad bulana kadar faşizm dediğimiz bu zamanlarda basit gerçeklerin nasıl çarpıtıldığını hepimiz biliyoruz. Savaşlar da bu faşizm sürecinin bir parçası; acılı, köpkötü bir parçası.

William Shakespeare’in Can Baba’nın ağzıyla 66. Sone’de dediği gibi:

“Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e”

Nasıl evirip nasıl çevirirseniz çevirin. Ay Batarken’den aldığım ilhamın katkısıyla da söylüyorum: Hiçbir baskıcı, faşist, halk düşmanı düzen ya da yönetim ilelebet yaşamaz.

Çünkü özgürlük (neye benzediğini kesin olarak kimse bilemese de) kazanır sonunda. Ay Batarken’deki kasabanın doktoru ve yerel tarihçisi Doktor Winter bakın ne diyor:

“Çok dakik insanlar ama dakikaları dolmak üzere. Onların tek bir lideri ve tek bir başı olduğu için hepimizi kendileri gibi zannediyorlar. Onlardan on kişinin kellesini kestin mi mahvolacaklarını biliyorlar ama biz özgür insanlarız; kaç kişiysek o kadar başımız var ve ihtiyaç olduğunda aramızdan mantar gibi lider biter.”

Nokta.

Onur Çalı