
Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi’nde şöyle der: “Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü yaşayarak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insan dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar.”
Elbette burada kastedilen edebiyat okurluğu çok kitap okumak, tuğla gibi kitapları iki günde devirmek değil. Siz de karşılaşmışsınızdır, kelli felli ve edebiyat okuru olduklarını iddia eden nice adamlar ve kadınlar, öyle öyle şeyler söyler, beğenileri, fikirleri, duyguları öyle bayağıdır ki şöyle düşünürsünüz: “Acaba okuduklarını söyledikleri bunca kitabı nerelerine (ya da nereleriyle) okudular?” Hiçbir iz bırakmamıştır o muhteşem eserler bu nevi insanlar üzerinde. Bu nasıl mümkün olabilmiştir?
Bir de edebiyat okurluğundan edindiklerini günlük yaşamlarına, alışkanlıklarına güzelce yediren insanlar vardır. Karşılaştıkları birçok gündelik soruna bile edebiyattan doğru, olgunlukla ve empatiyle bakabilmeyi başarırlar. Meltem Gürle de bu ikinci gruba ait insanlardan biridir bence ve yazılarını okuduğumda hep şu düşünce gelir dayanır kapıma: “Edebiyat insanları ve dünyayı, yaşamı ve ölümü anlamanın en iyi, en keyifli yollarından biridir.” Bir güzellik tadı, kokusu siner üstüme.
Meltem Gürle’nin insanın üstüne güzellik kokusu sindiren yazılarından derlenen Kırmızı Kazak adlı kitabından haberdarsınızdır elbette. Ve fakat ben kitaptan bahsetmeyeceğim. Gürle’nin BirGün’de yayımlanan “Güzel şeyler olacakken…” başlıklı yazısından açacağım. Orada, şöyle diyor Gürle:
“Küçük Köpekli Kadın bir aşk öyküsü. Ama bildiğimiz aşk öykülerinden değil. Hayat hakkında, ölüm hakkında, bu dünyadaki varlığımızın geçiciliği hakkında yazılmış en güzel metinlerden biri. Basit ihtiyaçlar ile kişisel ihtiraslar arasında kaybolabileceğimizi ve insanı kendinden büyük bir anlama açan duygulardan hiçbirini tatmadan ölüp gidebileceğimizi hatırlatan çok kuvvetli bir hikâye. Hayatının tümünü basit zevkler peşinde koşarak geçirmiş ve aradığını bulamamış (hatta aradığının farkında bile olmayan) orta yaşlı bir adamın, genç bir kadınla tanışıp ona aşık olmasını ve bu tecrübeyle birlikte bambaşka bir insana dönüşmesini anlatıyor. Bütün Çehov öyküleri gibi düş kırıklıklarıyla, geç kalmışlık hissiyle, imkânsızlıklarla dolu. Ama yine bütün Çehov öyküleri gibi bu da büyük bir coşku ve umut barındırıyor içinde.”
Yazıyı okuduktan sonra epey zaman geçti. Zaman hep geçer zaten, durmaz.
Doğuş Sarpkaya’nın hakkında yazdığını görünce, bir süredir mustarip olduğum okuyamama sendromundan Sascha Arango’nun “Gerçek ve Diğer Yalanlar” kitabıyla kurtuldum. Karısının yazdığı romanları kendi yazmış gibi davranıp ünlenen ve zenginleşen Henry Hayden karakteri, ne yalan söylemeli, iyi geldi bana. Kitap hakkında New York Times’da yayımlanan bir yazıda, bahsettiğim fake yazar Henry Hayden karakteri ile Patricia Highsmith’in Tom Ripley’i ve Nobakov’un Lolita’sındaki Humbert Humbert karşılaştırılıyordu. Hatta yazının müellifi Joseph Finder, H.H. kısaltmasına bile dikkat çekiyordu (Humbder Humbert ve Henry Hayden). Yazının sonunda ise Gerçek ve Diğer Yalanlar’ın polisiye romanlar hakkında bir polisiye roman olduğundan bahis açılıyordu. Doğuş da Kitapeki’nde yayımlanan yazısında şöyle diyordu:
“Arango, polisiye okumanın en önemli nedeni olan muammayı çözme konusuna takılmayarak ve kitabın gerilim dozunu, suç üstüne düşüncelerle düzenleyerek, alışılagelmiş polisiye-gerilimin dışına çıkmaya çalışmış. Arango’yu ilgilendiren nokta Henry’nin başına açtığı dertlerden nasıl kurtulacağını anlatabilmek. Onun için Henry’nin iç sesiyle yazarın sesinin birbirine karıştığı noktalarda suçluya öğütler ismini verebileceğimiz kısımları okuyoruz.”
Hakikaten de romanın içinde yazarın sesini duyduğumuz kısımlar var. Sözgelimi, fake yazarımız Henry’nin romanını okuyan editörü Betty, romanın sonunun olmadığını gördüğünde, anlatıcı yazar araya girip şunları yumurtluyor:
“Çehov’un arkadaşlarının, değerli öykülerinin sonlarını kurtarmak için gizlice odasına girmeyi denedikleri rivayet edilir. Çünkü Çehov, öykülerini tamamladıktan sonra, bunların yalnızca önemli bulduğu bölümlerini bırakır, başlangıç ve bitiş bölümlerini söz konusu öykü için gerekli görmediği gerekçesiyle kesip atardı. Bu nedenle bazı okurları, Küçük Köpekli Kadın isimli öyküsünde beklenmedik bir şekilde son sayfaya gelince dehşete kapılır – çünkü öyküdeki acı çeken iki yalnız insan arasındaki aşk, geleneklere ve Ruslara özgü sonu gelmeyen gecikmelere göğüs gerdikten sonra, tam aşkın o rahatlatıcı büyüsüne kapıldıkları anda… öykü birdenbire bitiverir, son, bu kadar. Öykünün, o büyük bir özlemle beklenen bölümü öyküde yoktur. Bu çok korkunç bir şey ama kabullenmek gerekir.”

Yukarıda okuduğunuz kısmın (arkadaşlarının Çehov’un odasına girmeye çalışmalarının) gerçeklikle ne kadar ilgisi var, bilmiyorum ve fakat roman içerisinde bir işlevi olduğu ve üzerinde düşünebileceğimiz bir alan sunduğu açık.
Romanın başka bir yerinde de fake yazarımız Henry, lüks arabasını yıkatmaya gider. Oto yıkamacının patronu, yazarımızı tanıyınca ona yaklaşır, karısının da yazdığından açarak yazarken en çok dikkat edilmesi gereken şeyin ne olduğunu sorar. Henry, en önemli şeyin insanın bildiği şeyleri yazması olduğunu söyler ve devam eder: “Ve yazının dışında bırakacakları için de çok zaman ayırmalıdır. Çünkü işin büyük bir bölümünü bu dışarda bırakılanlar yapar.”
Adamcağız hayretler içinde kalmıştır elbette, emin olmak için sorar: “Dışarıda bırakılanlar mı?”
Henry yaratıcı yazarlık dersi vererek cevaplar: “Evet, yazmadıklarınız, yani isteyerek yazmaktan vazgeçtikleriniz ve yazdıktan sonra silip attıklarınız, işte bunu yapmak hem çok yorucudur hem de çok uzun sürer.”
Henry’nin dediği gibi bir metinde (hele ki öyküde) dışarda bıraktıklarınız, dışarda bırakmaya kıyabildikleriniz çok önemlidir. Ve siz aldanmayın “Yeni Zelenda’nın Çehov’u” gibi kıytırık reklamvari cümlelere; Anton Çehov biriciktir, pirimizdir ve işte bu yüzden Küçük Köpekli Kadın bu kadar iyi bir öyküdür. Sonu yok mudur bu öykünün? Vardır. Bir aşkın sonu nasılsa, öykünün sonu da öyledir. Ve fakat Meltem Gürle’nin dediği gibi yine de büyük bir coşku ve umut barındırır içinde. Ve sonu nasıl olursa olsun, Sascha Arango’nun dediği gibi, bu çok korkunç bir şeydir ama yine de kabullenmek gerekir.
Çünkü Çehov, Eduardo Galeano’nun “Ve Günler Yürümeye Başladı”da yazdığı gibidir:
“Susarak Söylüyorum
A. Çehov 1860’da bugün doğdu.
Hiçbir şey söylemiyormuş gibi yazdı.
Ve her şeyi söyledi.”
Onur Çalı
Juan Gabriel Vasquez’in Çarpıtma Sanatı adlı kitabındaki Kaplumbağaların Müdafaası’ndan.
“Birisi bir seferinde Çehov’un öykülerinin tıpkı bir kaplumbağa gibi sadece orta kısımdan ibaret olduğunu söylemişti. Ve bizzat Çehov da şöyle yazdı: ‘Bir öykü tamamlandığında insan onun başını ve sonunu silmelidir.'”