Usta öykücü Cemil Kavukçu’nun yeni kitabı “Balyozla Balık Avı”na adını veren öyküden tadımlık bir bölüm sunuyoruz…

Bu mayıs öncekilere benzemiyor. Karanlık, puslu, sıkıntılı kış ayları, içkili-borçlu günler, birkaç iyi insanın dışındaki seviyesiz ilişkiler geride kaldı; köydeyim sonunda. Bütün bir yazı ve yaz sonunu tezek kokusunu içime çeke çeke, bana sabrı öğreten toprakla haşır neşir olarak geçireceğim. Güçlenmek için ruhumu uzun bir tatile çıkardım. Meyveye durmuş, dallarından yaşam fışkıran elma, armut ve nar ağaçlarımı selamlıyorum. Toplam on ağacı geçmiyorlar ama verdikleri bana ve dostlarıma yetiyor da artıyor bile. Ellerimi arkama bağlayıp büyük bir çiftliğin sahibiymiş gibi dolaşıyorum aralarında. Tek eksiğim körüklü çizmelerim ile ona hafif dokunuşlarla vuracağım sığır siniri kırbacım. Geçen sonbahar bahçedeki incir ağacının yanına büyük özenle yaptığım kümes bir müştemilat gibi görünüyor gözüme. Giderken İbrahim Dayı’ya tembihlemiş, gelmeden bir hafta önce de telefon edip hatırlatmıştım. Kümese birkaç tavukla horoz koyacaktı, kaç paraysa gelince hesaplaşacaktık. Sözünde durmuş. Sabah bir horozun sesiyle uyanmak ne güzel. Uçacakmış gibi boynunu ileri uzatarak ötmesi tam bir sabah ayini. Köyün horozlarıyla uzaktan uzağa haberleşiyorlar, hâlâ yatağından çıkmamış tembel köylüleri birbirlerine ispiyonluyorlar. Aslında dalgalarını geçiyorlar. Penceremin altından geçen koyun sürüsünü haber veren çıngırak ve dörtlerce ayağın koşturması bir kilise korosu. Bu ahengi bozan ise, kurallara uymayan birkaç koyunu “Prrüüüst!” diye uyarıp ardından okkalı bir küfür savuran çoban oluyor. Ne anaları kalıyor koyunların ne bacıları. Kalkıp dışarı bakmasam da geçişlerini gözlerim kapalı, yattığım yerden izliyor ve kuyrukları virgül gibi sırtlarına doğru bükülmüş vakur iki çoban köpeğinin her şeye hâkim “ağır abi” bakışlarını canlandırıyorum. Onlar ki bir içki masasının başköşesine oturtulmalı, duruşları, bilge bakışları ve damlayan salyalarına aldırmadan sallanan dillerine kulak kabartılmalı, hırıltıları büyük bir dikkatle ve saygıyla dinlenmeli.

Taş ev, geçen sonbahar bıraktığım gibi. Bir yaş genç halimin yalnızlığı kokuyor. Ama bahçe öyle değil; oranın gerçek sahipleri ayrıkotları, dikenler, adını bilmediğim çeşitli nebatat coşkuyla boy vermiş. İşe onları yolmakla başlayacağım, çünkü bahçe bakımlı olmalı, tavuklar rahatça dolaşıp eşinebilmeli. Otları anayurtlarından atmaya hakkım olmadığını biliyorum ama tek avuntum, ne yaparsam yapayım onların burayı terk etmeyeceği, ben kente dönünce yine bahçeye gönüllerince yayılacakları.

Sabah follukta üç yumurta buldum, çocuklar gibi sevindim. Olay buydu. Doğal beslenecektim. Yıpranmış bedenimi ve ruhumu onarmak için buradayım. Boynuma mendil bağlamış, başıma hasır şapkamı geçirmiş (hepsi özentiydi, biliyordum ama hoşuma gidiyordu, ne yapayım) bahçede çalışmaya hazırlanıyordum ki dere yatağına dönmüş, dar bozuk yolu iki yana yalpalanarak tırmanan traktörü gördüm. Hemen tanıdım: Mehmet. Bahçe kapısının önünde durdu. Kasketini öylesine geriye itmişti ki, siperi kafatasını ikiye bölen bir sınır gibi duruyordu. O da bütün köydekiler gibi boynuna mendil bağlamıştı. Traktörden inince pantolonunu göbeğine doğru çekiştirip dizleri üzerinde hafifçe yaylandı. Çalışır durumda bıraktığı eski traktör zangır zangır titriyordu. Ayağında lastik çizmeleri, yüzünde hiçbir anlama gelmeyen sırıtışıyla sallana sallana bahçeye girdi.

“Hoş gelmişsiiin,” deyip kollarını iki yana açtı. “Sen haber etmedin ama biz öğrendik.”

Kucaklaştık. Her yer gibi o da gübre kokuyordu.

“Köy yerinde önceden haber vermeye gerek var mı Mehmet,” dedim, “İbrahim Dayı’ya söylemiştim zaten.”

“He, biz de ondan öğrendik. Ha İbram Dayı’ya söylemişsin, ha hoca minareden duyurmuş, aynı kapıya çıkar. Kümesine tavuk, horoz koymuş. Sen gelene kadar yumurtalar onun hakkıymış, uğrayıp yem veriyormuş. Sabah akşam kahvede bunu anlatıyor.”

“Onun hakkı tabii Mehmet, lafı mı olur.”

“Zıpkın gibisin aga,” deyip elinin tersiyle göbeğime vurdu.

“Göbekli zıpkın mı olurmuş,” dedim.

Kendi göbeğini sıvazlayarak,

“Hâlıma göre hâlına bin şükür,” dedi.

Gülüştük. Yeniden boynuma sarıldı. Köy ve gübre kokusu.

“Ektiğin soğanlar çıkmış, boyları da bir karışı geçmiş,” dedim.

Gözlerini yumup “Eee,” diyerek başını geriye attı. “Yakında biberleğ de çıka ama domatislere vakit var daha. Domatis fidelerine çok sık su vermeycen, arsız ot olurla sonna, boya uzar giderleğ ama dallarındaki domatisler cevizden büyük olmaz.” Köyde yaşamanın raconu buydu işte. Beni kendilerinden ayırmıyor gibi görünseler de bir yere kadardı.

“Tamam,” dedim.

“Akşama Ramazan Dayı’nın tarlaya gidiyoz,” dedi, “geldiğini o da duymuş. Yeni mahsulün tadına bakacakmışız.”

“Mahsul için erken değil mi?”

“Erken tabii. O pezevengin ne yalancı olduğunu bilmez misin? Kaç zamandır tadına bakıyoruz ama yeni mahsul dediği kışın stokları. Herkesin zulası tükendi ya, kendini ulufe dağıtan padişah sanıyo ipne. Biz de yemiş görünüyoz, ne yapalım. Onun için varsa yoksa muhabbet, bol keseden palavra. Neyse aga, ben tarlaya gidiyom, geç bile kaldım. Gün kavuşmadan gelir seni alırım.”

Hiç acelesi yokmuş, kahveye gidiyormuş gibi çıktı bahçeden. Traktöre yerleşince kasketini alnına doğru indirdi bu kez. Hareket edince bana bakmadan sağ kolunu kaldırdı.

İbram Dayı gibi tövbekâr birkaç ihtiyar ve cami imamı dışında herkes kendi içkisini yapardı. Yaz sonu kadınlar salça, tarhana, turşu telaşına girdiğinde erkekler de zıkkım işine bakardı. Ramazan Dayı’nın tarlasına gidilecekse ceviz ağacının altında oturulurdu. Namı diğer “nöbetçi eczane” Ramazan Dayı’nın zıkkımı hiç tükenmezdi. Alkol derecesi belli olmayan renksiz sıvı çay bardaklarının yarısına kadar doldurulur, üzerine de gazoz eklenirdi. İkramı o yaptığı için konuşma hakkını da kendinde bulacak ve hiç susmayacaktı gece boyunca; Mehmet’in, “Bulgar radyosu gibi be ya,” dediği gibi. Ağzından bal damlardı. Palavralarını dinlemek de ayrı bir keyifti.

İşimin başına döndüm. Ayrıkotları o kadar inatçı ve toprağın altında öyle bir ağ örmüşler ki, ayıklamakla, kazmakla baş edilecek gibi değil. Neyse akşam olunca Ramazan Dayı’nın buğdaydan imal ettiği içkiden içeceğiz.

Dinlenmek için oturdum. Sigara içiyor ve önümdeki soğan filizlerine bakıyorum. Yolmaya çalıştığım toprağın gerçek sahiplerinin yanında nasıl narin, nazlı ve güçsüzdüler. İçlerinden biri kıpırdanmaya başladı. Öbürlerinde bir hareket yoktu. Aşağıdaki bir güç tarafından çekiliyormuş gibi boyu kısalmaya başladı; önce yarıya kadar indi, sonra tamamen yok oldu. Yerinde ters koni biçiminde minik bir çukur kalmıştı. Mehmet’in, “Dikkat et!” dediği köstebek bu olmalıydı.