Ayın Öyküsü’nü İlhan Durusel seçti.

Dalga dalga salındı önümde, uzaklaşır gibi yaptı, burnumun ucuna kondu konmadı, sonra keskin bir dönüş. Bulutlu, bungun günlerde olduğu gibi geri çekti kendini. Beyaz bacaklarını gururla açarak dans edeceği vakit gelene dek, sırrını vermeyecek, belli. Portakal çiçeğini yanına katmış bahar aldatmacası… Yalnız bu da değil. Kapılıp sürüklenişin nedeni daima çok bilinmeyenlidir.
Güneşle, yağmurla cilası soyulmuş gri renkli tahta masaya dokunmuş, sıcaklığını bırakmış. Ellerini nedensiz bir şekilde masanın üzerinde gezdirdi, belki sonra parmaklarıyla tempo tuttu, masadaki sürahiden bir bardak su doldurdu kendine, kimbilir, bir eliyle bardaktan yudum yudum su içerken, dudaklarında alaycı bir gülümseme diğer eliyle yaz günleri için aldığı hafif, hoşsohbet bir kitabın sayfalarını karıştırdı.
Belli ki kuytu, rutubetli yeraltı çarşılarında yolunu kaybetmiş uzun süre, renkli tünellere çıkaran dumanları koklamış, tekinsiz duvarlara dokunmuş, ancak gücüne güvenen ellerin hareketleriyle sigarasını yakıp yakıp içerken, gelene geçene maceralarından bahsetmiş. Zenperest, madrabaz, gözükara… Ucuz kolonyalarda saklanan mutlulukların farkındaydı kuşkusuz. Üzerine sinmiş. İlk aşk oralarda bir yerde durduğundan bunu küçümseyemez. Başlangıçlar basitlik arar; incelen zevkler tel tel ayrılana, her birinin havalı, söylenişi zor bir ismi olana kadar.
Şehrin fıkır fıkır kaynayan sokaklarının gürültüsünü duyuyorum onda. Bodrum katlarından müzik sesleri geliyor, köşeleri gasp eden ekşimsi hava, kestane maşasının şıngırtısı, bağırışlar, ilenmeler, kolalar, limonatalar, yokuş başlarında rüzgar… Kalabalıkların telaşlı, aheste, yorgun, taptaze aktığı caddelere çıkmış. Evinin koltuğuna bedenini bırakma hayali içinde yürümekten alamamış kendini. Büyük taş binaların gölgesinden, kafelerin geniş şemsiyelerine, şıkır şıkır tezgahlardan, oyuncakçılara, kitapçılara, püsküllü elbiseler, boncuklu takılar satan sıkışık dükkanlara dalıp çıkmış. Müzelerin yalnızlığına, yok olan opera binalarına hüzünlenmiştir. Elli senelik siyah beyaz fotoğrafların içine girmiştir bir anlığına, orada hapsolmayı dileyerek, genzini gıdıklayan yosunu, iyotu içine çekip çekip… Kağıt, parfüm, toz, yağ, deri, ter, kumaş, tütün, korku, hayal, yalan… Daha da fazlası… Hep bir tatminsizlik…
Bileğinden koluna uzanan yüksek, mavi yolun üzerindeyim. İpekten bir şefkat saklayan kanının uğultusunu ninni belleyip geceyi burada geçireceğim. Sonra sürünerek ilerleyip dirsek kıvrımına gelirim. Burası terlidir. Hücrelerindeki canlılığın şarkısı; eden, olduran, dayanan, yenilenen. Sıcak günlerde bastıran yağmurların verdiği serinlik kadar kısacık… Bir mola… Sonrası ağırlaşan buhar, kokuların ayaklanışı.
Köprücük kemiğinin kıyısında çok önceden gözüme kestirdiğim yerime kuruldum. Kah masaların altında kah kalın ağaç gövdelerinin arkasında ya da kapı aralıklarında bu anı bekledim. Sabretmeseydim, bahar rüzgarındaki çiçek tozlarıyla uçuşurdum. Bana kalan, temasın uzak, belirsiz anısı, kalp kırıklığı, ayak sızısı, göğüs sıkışması, nesnesiz özlemeler, öznesiz kavuşmalar, kayan yıldızlar olurdu. Ama hoyrat olmaktan çekinmeden sürükledi beni buraya. “Gel, bin yıl uyu benimle” diyor teni. Sana acılarla yoğrula yoğrula sakin bir mırıltıya dönüşen masallarını anlatayım uzak diyarların. “İyi fikir, ben de seni derin, kendinden memnun yüz çizgileriyle, bembeyaz saçları yumuşacık omuzlarına inen, kırmızı ojeli parmaklarının arasına ince bir sigara alıp kataraklı, aynı zamanda da çocuksu gözleriyle uzaklara dalmış yaşlı bir kadın gibi dinleyeyim.
Yok, ben ne istediğini bildiğini sanan, doyumsuz, aksi bir yeniyetmeyim. Gülüşlerin ağlamaya dönüşene dek seni gıdıklayıp duracağım. En kaba şekillerde lafını böleceğim. Buna dayanamazsın. Bütünlük dilenen sesler çıkaracağım. Elin kolun bağlanacak. Sakarlığım yüzünden düşüp duracağım köprücük kemiğinden. Hüzünlü gözlerimi gözlerine dikeceğim, kaldır beni.
Homurtularla, iniltilerle diyorum ki sana, kokunun peşinden sürüklendim. Kokunu artık duyamayacak kadar ona alışmadıkça rahat yok bana buralarda.
Yan sokaktan sesler geliyor. Bizimkilerin havlamaları… “Kalk”, diyorlar, “kalk hadi oradan!” “Ooof çekilin gidin, rahat bırakın” diyorum. “Peşine düştüğün yaratıkla ilgili bir güvenlik açığı var, kalk hadi. Kemiklerimizde duyduk tehlikeyi!”
Ceren Ünlü Ulutunçel