Zafer Doruk’un yeni öykü kitabı “Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar” geçtiğimiz Haziran ayında okurla buluştu. Aysun Kara, yeni kitabı hakkında Zafer Doruk ile söyleşti.

Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar çok hoş bir kitap adı. Bir karşı duruşu, baş eğmezliği işaret ediyor sanki. Hem öykülerin hem de yazarının muhalif duruşuna dikkat çektiğini düşündüm. Öyle mi gerçekten?

Kuşlar özgürlüğü çağrıştırıyor, sonsuzluğu, bir yere ait olmamayı. İnsanlara bir süre canşenliği oluyor, sonra uçup gidiyorlar. Kuşlar gökyüzünü görünce dayanamaz, kafes onlar için tutsaklığın en ağır çilesidir. Öykülerdeki kişiler bana onları çağrıştırdı: Elde avuçta durmayan, hep bir şeylerin gelmesini bekleyen, umudu elden bırakmayan, ayrıksı, seven, reddeden, bırakıp giden, hayatla giriştikleri kavgadan hep zararlı çıkan insanlar. Dayatmaya gelmiyorlar, hesaplı yaşamayı beceremiyorlar, içlerinden nasıl gelirse öyle yaşıyorlar. Yazarak anlatmak da zaten bir muhalefet biçimi değil midir?

Kitabın cümle kapısından girer girmez bizi bir 12 Eylül öyküsü karşılıyor: Gül Budama Mevsimi. Öyküyü okurken “kendi 12 Eylül’lerimiz” canlanıyor. Benim için öyle oldu en azından. Toplumsal travmalarla yüzleşebilmek için bu travmaların öykülerinin, romanlarının yazılması önemli tabii. Toplumsal belleğimizde iz bırakan bu tür olayların ve yaşananların sıcağı sıcağına yazılmaması, olayları soğukkanlı bir bakışla görebilecek kadar süre geçtikten sonra edebiyatın malzemesi olması konusu zaman zaman tartışılıyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?

Sıcağı sıcağına yazılan şeyler anlattıklarınız ne kadar çarpıcı olsa da etkisini çabuk yitiriyor, çünkü yara henüz çok taze, acısı henüz yüreğimizin dip köşesine yerleşmemiş. O sıcaklığın heyecanıyla olaylara sığ bakabiliriz, estetik yapıyı gözardı edebiliriz, didaktik bir tuzağa düşebiliriz. Oysa zamanla her şey yerli yerine oturuyor, olaylara farklı açılardan bakabiliyoruz, daha serinkanlı yaklaşabiliyoruz, bakışımız olaylar karşısında esneklik ve bir o kadar da keskinlik kazanıyor. Dönemin insanda yarattığı hasar o kadar etkiliydi ki, atmosferi soğudukça ortaya konuyla ilgili yeni verimler çıkıyor. Fiziksel acıların yanında bireyin kendi iç hesaplaşmasının, itiraflarının romanları, öyküleri de yazıldı, yazılıyor.

Diğer kitaplarında olduğu gibi Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar’da da öykülerin gerçekçi, samimi, yalın; her biri ayrı birer sinema filmi tadında. Yazdıklarının en dikkat çekici özelliği bana kalırsa görsel zenginliği. Merak ediyorum yazarken sahne sahne görerek mi kurguluyorsun?

Gerçekte yaşananlardan aklımda kalan bir sahne, yazacağım öyküye esin kaynağı olabiliyor, o doğallıkta başka sahneleri çağrıştırıyor; uçurtmalar, bilyeler, kuşlar, bisikletler, dolmuşlar, kahvehaneler, yazlık sinemalar, damlar, dolaplar… Öykülerin motifleri, renkleri, tonları. Hikayelerini anlattığım yerlerde, anlattığım insanların, nesnelerin arasında bir kamera göz gibi dolaşmayı seviyorum.

Öykülerinde kimi yerel sözcükleri, söyleyişleri kullanırken anlaşılmama kaygısı duyuyor musun?

Olması gerektiğince kullanıyorum, fazlasının sığ bir yerelliğe yol açabileceğini biliyorum. Seçtiğim sözcüklerin çoğunluğu Adana’da daha sık kullanılsa da Anadolu’nun birçok yöresinde de kullanılan sözcükler. Ama bazı yerel sözcükler var ki başka yerde rastlayamazsınız. Örneğin, Adana’da et sucuğuna “irişkin” der kimileri. “Zibil” de öyle: “çöplük”ün Adanalıcası. Bu yüzden, o bölgeden başka yerde bilinmeyen bir sözcük ya da bir deyim kullanıyorsak, bilinen karşılığını da bir dipnotla belirtmemiz gerekir. Ölçüyü koruduğum için bu konuda bir anlaşılma sıkıntısı çekmedim doğrusu.

Öykülerin hepsinde kuşlar var. Bu konudaki bilgin ve merakın malum. İnsanların öyküleriyle kuşların öyküleri içiçe geçmiş. Hayvanları gördüğümüz edebiyat eserlerinde biz buna alışık değiliz. Hayvanlar insanların eşlikçisi gibidir çoğu zaman. Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar’da böyle değil sanki. Okurken insanın derdi kuşunkinden daha ağır değil diye düşündüm. Bu konuda ne söylemek istersin?

Öykülerde kuşlar insanların yalnızlığını bir nebze olsun avutmak için onlar tarafından alıkonuluyor. İnsan hem yalnızlığı hem de bencilliğiyle kuşlara dert oluyor, evet. Sevgi gibi görünen şey giderek bir hoyratlığa, bir baskı aracına dönüşüyor. Bir açıdan da bakınca, kuşlar kimi sorunlu öykü kişilerinin gözetmenleri gibiler. Onları izlerken aynı zamanda onlara ve okura da ayna tutuyorlar.

Son olarak Düşhane Sahaf’ı sormak istiyorum. Yusuf Laçin öyküsünde de geçiyor. Düşhane Sahaf ne alemde?

Kütüphanecilikten emekli olunca bir boşluğa düşmüş gibi oldum, kitapların içinde olmaya alışmıştım. Ben de bari sahaflık yapayım dedim. İki yıl bu işle uğraştım. Sonra iş, amacını aşmaya başladı. Kitap peşinde koşmaktan, kitapların künyesini bilgisayara kaydetmekten yazmaya ve okumaya fırsat bulamadığımı fark ettim ve sahafı genç bir arkadaşa bıraktım.