
Kadının adı Özlem. Konserin başlamasına on dakika kala kampüsten içeri giriyor. Çok amaçlı salona doğru yürürken binanın cam giydirme cephesinde silüetini görüyor. Ayağını sıkan topuklulardan, kendisini yaşlı gösteren döpiyeslerden, her bir buklesi başka tarafa akan cânım kıvırcık saçlarını elleriyle yaptığı topuza mahkûm etmekten, Trio’nun çıkacağı sahneleri ayarlamak için saatlerce telefon görüşmesi yapmaktan, tüm çabasına, emeğine rağmen hor görülmekten nefret ediyor. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyor. Kafası karışık. Hayli karışık. Aceleyle yaktığı sigarasından sinirli ve aceleci tavırlarla üç dört nefes çekip çok geçmeden yere atıyor. Pabucunun ucuyla eziyor. Saygın hanımefendi ve beyefendilerden oluşan grubun kınayan bakışlarını görmezden gelerek girişe yöneliyor. Kapıdaki biri erkek biri kadın iki görevlinin davetiyeleri kontrol ettiği yok. Ellerindeki telefondan komik videolar izleyip kıkırdıyorlar. Aralarındaki uyum yüz metre öteden fark edilecek türden. İç çekiyor Özlem. Yanlarından geçip gidiyor.
Konserin başlamasına on dakikadan az zaman kalmasına rağmen salonun yarısı boş. Konseri protokol sıralarından izlemek istemiyor. Ritme uygun sallanan kafalar, cansız el çırpmalar, gülünmesi icap eden yerlerde atılan kahkahalar… Hayır, kendini gerçek duygulara, düşüncelere geçit vermeyen protokol sıralarına hapsetmek istemiyor, hiç istemiyor. Küçük salonu inceliyor. Balkonu fark edince sahneye tepeden bakmak, Bekir’i ufacık görmek istiyor. Başparmağı ve işaret parmağının arasına sığacak kadar, onun kendisini gördüğü kadar küçük görmek istiyor. Konserden sıkılanların lakırdılarını duymak için ne de hevesli. Yan koltuklar dolana, fısıldaşmalar başlayana kadar beklemeye sabrı yok. Gözlerini kapıyor.
“Babası büyük bestekârdı. Yazık en ufak kabiliyet geçmemiş.”
Kurduğu cümleler içini ferahlatmaya yetmiyor. Başkalarından duymalı bu sözleri, sahnelenen ancak çok kötüyse kibarlığı elden bırakıp söylenecek, yine de salonu terk etmeyecek saygın hanımefendi ve beyefendilerden.
Konser nihayet başlıyor. Betül ve Kerem’in dansını izliyor. Bir örnek kostümleri içinde sahnede âdeta uçuşmalarını. Tuvaletten yükselen sidik kokusu dayanılmaz hâle gelince kalkıp gidiyor.
* * *
Adamın adı Bekir. Trio’nun solisti. Babası ünlü bir bestekâr. Üç yıl önce öldü. İsmi hâlâ pek çok kapıyı açmaya yetiyor. Bekir, soyadı ve becerikli menajeri ve de sevgilisi Özlem sayesinde kıyı şeridindeki tüm sosyal demokrat belediyeleri dolaşıyor. Ana festivallere çağrılmadığı için canı sıkkın. Halkı kaliteli müzikten anlamamakla suçluyor. Özlem’in önerisiyle bu yıl iki dansçı da girdi kadroya. Betül ve Kerem. Milonga ve tango yapıyorlar. Özlem, Betül’ü kıskanıyor. Bir dans boyunca bile olsa, kendisine tutkuyla sarılan bir adamın eksikliğini hissediyor. Canı sıkkın. Bekir’in yersiz istek ve talepleri yüzünden birkaç yıla kalmadan bu kapıların da kendilerine kapanacağının farkında. Diğer müzisyenlerini, küçük kumpanyaları bıraktığı için pişman. İş bağlantılarını arttırma çabasında. Bekir bunların hiçbirinin farkında değil. Burnu Kaf Dağı’nda, hâlâ. Yakında inecek. Bir kaydıraktan hızla kayar gibi gerçekleşecek her şey. Bir anda kendini yalnız ve kimsesiz bulacak. Telefonları çalmayacak. Her şeyin başladığı ânı bulmaya çalıştığında Özlem’in kulise uğramadığı, gösteriyi protokol sıraları yerine balkondan izlediği o uğursuz geceyi hatırlayacak. O andan geriye dönerek, tüm işaretleri, ipuçlarını düşünecek. Kendisini eve kapadığı on üç ay boyunca her sabah uyandığında bunu yapacak. Kadının tükenmez kalem yaylarına benzeyen, yastıkta yayıldıkça yayılan buklelerini özleyecek en çok. Bir kadınla uyanabildiği o güzelim günleri, öyle özleyecek, öyle özleyecek ki, özlem bir taş olup oturacak yüreğine. Mıhlayacak onu olduğu yere. Son gücüyle piyanonun başına varacak. Tutkuyla, acıyla basacak notalara, ağıt yakar gibi bir nefeste akacak melodi. Bekir bunun şimdiye kadar yapabildiği en büyük beste olduğunun farkında, eli kayıt cihazına uzanırken kalp krizi geçirip ölecek. Bir hafta sonra ağır bir koku yayılacak apartmana. Polisi çağıracaklar. Kapıcıyla karısı dışında kimse gelmeyecek cenazeye. Küçük bir alt yazı geçecek magazin haberlerinde -kapıcının karısının marifeti- babasının ismiyle anılacak, öldükten sonra dahi babasının gölgesinde kalacak. Oysa ne yakındı onu geçmeye.
Tuğba Gürbüz