
“Yaşam ki bir kum saatidir usulca
akan.”
Ahmet Erhan
Hacer ile bu eve taşındıktan üç gün sonra tanıştık. Karanlık olsun istediğim odanın kalın perdelerini takarken, karşı evin göz hizamdaki penceresine yapışmış bir kadındı gördüğüm.
Hacer.
Elleri pencereye yapışıyordu. Saniyeler içinde biri tarafından çekiliyor, perde arasından tekrar uzanıyor yumruklar savuruyordu bu defa. Pür dikkat izleyişim bir dakika sürmedi. Merdivenleri koşarak indim ve karşı binaya girip üçüncü kata çıktım. İki ufak çocuk dairenin kapısını açmış feryat figan bağırıyorlar. Çocukları evden kucaklayıp çıkardığımı hatırlıyorum. Hemen sonra eve girip yumruğuyla pencereyi kıran Hacer’i kaptığım gibi hastaneye. Kolu sargıyla sarıldı gördüğüm, dikişte atıldı tabi iyice ilgilendiler ama Hacer durur mu hemence çıktık hastane önüne. Öfkeden kudurmuyor mu? Bir baktım bana döndü. Gelmeseydin keşke demez mi, camın kırılan parçasıyla az daha doğrayacaktım Muro’yu demez mi?
Yetiştim yetişmesine de o gün. Fakat ne ilkmiş, ne de sonmuş.
Hafta sonuna nazaran hafta içi gecelerimiz sakin geçiyordu. Çocuklar geç uyurlardı çoğu akşam, yine de Muro’nun gelişini duymazlardı. Geç dediğimiz, yeni gün gelmeye yakın. Derim ki şimdi ben, yeni güne geçince gelen babalar beklenilen gün gelmemiş oluyorlar. Çocukları için gecesini gündüzüne katan bir babaymış Muro. Laf gelimi öyle övermiş kendini. Hiç kimse övmediğinden olsa gerek.
Perşembe günleri öğleden sonra evde olduğumu bilir, bordo ojeyi ve Çağlar’ı alıp yanıma gelirdi. Esmer uzun parmaklarına yalnızca bordo ojeyi yakıştırırdı Hacer.
Kapıya düzensiz ikili üçlü yumruk indirirdi. Bir zaman sonra tanır oldum. Hacer’i, balerin Esma’sını ve kitap kurdu Çağlar’ını, esmer uzun parmaklarını, kapıyı ikili üçlü yumruklayışını, Muro’nun fenalığını bile tanır oldum.
Hacer’i kaç defa izledim saymadım. Pencere önünde otururken bazı, bazı bordo ojeyi sürmeye çabalarken, bazı kitap okurken pencere önünde. Bazı, bazı…
Hacer’i kaç defa kurtardım, saymadım.
Sarı bir etek alıp giy diye tutturduğumda mağazada, Muro’nun erken geleceğini bilmiş olmalı Hacer. Ben bilmediydim oysa.
Yakıştı diye kırmızı küpelere denk, sarı etek. Giy diye tutturmuşum da tutturmuşum. İnadıma yenilip beni de mutlu etmek isteyip giydiydi eteği. Sevinişimi saymadım. Sayamadım.
Hacer’i kaç kez sevdim saymadım. Sayamadan çoğaldım.
Biraz zaman geçti. Uzak bir kentte iki buçuk ay kalmışım. Bu kadar zaman kalacağım giderken aldığım bir karar değildi. Ya da dönüşte hesap etmedim ne kadar kaldığımı. Hacer soruverince köşe başındaki rastlantıda, durdum düşündüm cevabı bulamayınca yetişti imdadıma. Sen gittin üçüncü günü zor etti Muro. Gelmeyeceğini düşündü herhal, topladı valizi doğru tatile. Sen yokken aklı kalmazmış bende. Aklımı çelen seni. Boş versene iki buçuk ay kafa dinledin sende. Muro mu ne zaman döner, canı cehenneme deyiverdi.
En iyilerinden özenle seçtiğim bordo ojelerin olduğu küçük paketi tutuşturdum Hacer’in eline. Çağlar’ı Esma’yı al da çık yukarı çocuklara anneannemin gönderdiği yemeklerden hazırlayacağım dedim. Koşuverdi Hacer, merdivenleri çıkışını seyrettim biraz. Hacer ne güzel koşuyordu, ne asil yürüyordu. Üzerinde olmayan sarı etek ve sarı eteğe denk kırmızı kiraz küpeleri geldi gözlerim önüne. Kapının tıkırtısına irkildim. Esma kutlama yapıyoruz diyerek girdi içeri. Çağlar gözleriyle soruyor ona verecek kitabım olup olmadığını. Hediye paketlerini çıkartıp sofrayı kurduk hep beraber.
Şehir şehir dolaşıp geldiğim yer burası. Hacer ve çocukları ailemden çok aile. Hazır Muro’da yok iyice dağıtalım dediğini duydum Hacer’in. Nasıl seviniyorum anlatamam. Kalkıp oynayasım bile var. Anneannemin hazırladığı yemekleri yeyip bir güzel içtik. Çağlar her zamanki köşesinde elinde kitap. Esma, gözlerinin içi gülen Esma. Bordo ojeleri de sürüp açtık müziğin sesini.
Oynadıkça oynadık. Dökülecek kurt kalmadığında yorgunluktan hepimiz bir yerlere serilmiştik.
Kevser Sonat