Daniel Kehlmann 1975 doğumlu, felsefe ve edebiyat bilimi öğrenimi görmüş, öykü, roman, deneme ve eleştiri türlerinde yazdığı yapıtları kısa zamanda değişik dillere çevrilmiş ve çok sayıda ödüle değer görülmüş bir yazar. Jeffrey Eugenides, Kehlmann’ı; günümüzün en parlak, okuması en zevkli yazarlarından biri olarak tarif ediyor. Gitmeliydin yazarın Ayça Sabuncuoğlu’nun başarılı çevirisiyle Türkçede yayımlanan, 70 sayfalık bir novellası. Kitap özetle; puslu bir ormanın içindeki bir dağ evinde, çocuklu genç çiftin Noel’e yakın, beş gün içinde yaşadıklarını anlatıyor. Anlatıcımız, ilkini yazarak beğeni kazandığı senaryosunun ikinci bölümünü yazmaya çalışan bir senarist. “Burada, bu tepede yeni bir not defterine başlamam isabet oldu. Yeni çevre, yeni fikirler, yeni başlangıç” satırlarıyla yeni bir günlüğe başlıyor ve kitap ilerledikçe bir gün bulunup okunacağı düşüncesiyle, her şeyi bu yeni günlüğüne not ettiğini, aslında okuduğumuzun da bu günlük olduğunu öğreniyoruz. Adam bu yeni yerden senaryosu için ilham beklerken, kadın ve çocuk onunla daha fazla zaman geçirmeyi istemektedir. Bir çocuğun sorumluluğuyla gerilimler yaşayan çifte bu eve gelmek, tekrar birlikte zaman geçirir olmak başlarda iyi gelir. Ancak bu sırada çocuk, karışık sorular sormaya, tuhaf hikâyeler anlatmaya başlar, üç kişi için çok büyük olan evde, odalar karışır, boş olan duvarda fotoğraf belirir, çamaşır odasındaki resimdeki kadın yazarın rüyalarına girer, yazar aynı rüyayı değişik ayrıntılarla sürekli görmektedir, eşyalar yer değiştirmekte, yok olmaktadır, yazarın günlüğünde kendisinin yazdıkları dışında yeni yazılar belirir. Tüm bunlar olurken kadının telefonuna gelen mesajla evlilik sarsılır. Stephen King’in “Shining”ini anımsatan mekân ve olay örgüsüyle kat kat örülen öykü, bir kabusa dönüşür, bir aşamadan sonra okuru sarmalar ve şaşırtarak derinleşir.

Berna Özpınar’ın yazısının devamını buradan okuyabilirsiniz.

Romandan tadımlık bir bölüm sunuyoruz…

2 Aralık

Jana ve Ella iki kişilik bisikletle köy yolunda ilerliyor. Güneş pırıl pırıl, ekinler rüzgârda salınıyor, hareketli müzik. Ella gidonda, Jana kollarını açıyor, yakın çekim: Mutlulukla gözlerini kırpıştırarak güneşe bakıyor. Derken bisiklet bir taşın üzerinden geçiyor, yoldan çıkıp devriliyor. Acı dolu çığlıklar. Müzik kesiliyor, siyah ekran, jenerik. Hemen doğru tonu oturtuyor.

Burada, bu tepede yeni bir not defterine başlamam isabet oldu. Yeni çevre, yeni fikirler, yeni bir başlangıç. Temiz hava.

Geçen hafta Esther dört yaşına bastı. Artık her şey daha kolay olacak. Kimin onunla kalkacağı, kimin onu yatıracağı, kimin küçük küplerle, oyuncak trenle ya da legolarla oynayacağı meselesi hakkında sürekli tartışma çıkmadığı şimdiden fark ediliyor. Artık çok daha fazla şeyi tek başına yapabiliyor.

İki buzulun maviye çalan soğuk beyazı, altında sarp granit, sonra pusun koyu yeşil bir düzlüğe dönüştürdüğü ormanlar. Gökyüzü hafif bulutlu, bir bulut güneşin önüne geçmiş, tel tel ayrılan beyaz kenarlarının etrafında ateşten bir çember.

Kiraladığımız evin önündeki çayır ormanın kenarına kadar uzanan hafif eğimli bir yamaç oluşturuyor, yüz metre ya var ya yok. Ormanda kızılçamlar, karaçamlar ve soluk renkli devasa bir söğüt ağacı. Pencereyi açtığımda rüzgârın fısıltısını duyuyorum. Başka hiçbir şey duymuyorum. Ta aşağıda küçücük evleriyle vadi uzanıyor, üç şerit tarafından boylamasına kesilmiş: yol, nehir, demiryolu. Yukarı çıktığımız yılankavi yol ince bir kurşunkalem çizgisi gibi ikiye ayrılıyor.

Korkunç bir yolculuk bu arada. Yol dik, yanında bariyer yok, Susanna da feci araba kullanıyor. Hiçbir şey söylememek bana zor geldi. Sonra maalesef yine de bir şey söyledim ve böylece yolun geri kalanı boyunca tartıştık.

Az önce güneş, bulutun arkasından öyle bir çıktı ki, gökyüzü acı verici, göz kamaştırıcı, olağanüstü bir parlaklıkta eriyip gidiyor.

Yoksa bu metaforlar fazla mı? Güneşin hiçbir yere gittiği yok, rüzgâr bulutu ittiriyor ve elbette gökyüzü kesinlikle eriyip gitmiyor. Ama acı verici, göz kamaştırıcı, olağanüstü parlaklıkta, fena değil.

İstisnai bir şekilde, gerçekte internetteki fotoğraflarından daha da iyi görünen bir ev. Küf kokulu küçük bir dağ kulübesi değil, iki katlı, yeni ve minimalist, yukarıda dar bir balkon ve büyük oturma odası penceresi, belli ki mimar elinden çıkma bir ev.

ısıran parlaklık
ateşten bulut
semada ilerleyen güneş
maviye kazınmış dağlar

Sema – eski moda. Tercihen temel kelime, gökyüzü. Bir yan karakter iki kez sema kelimesini kullansın. Daha fazlasına gerek yok, ne olduğu anlaşılır.

Ekran aydınlanıyor, Jana alışveriş çantasıyla sokağa çıkıyor.

Ben tam yazmaya devam edecekken içeri girdiler. Onlar odadayken dikkatimi veremiyorum. Şimdi halının üstünde oynuyor ve gürültü yapıyorlar, ben de çalıştığımı düşünsünler diye bir şeyler karalamaya devam ediyorum, çünkü Susanna çalışmadığımı düşünürse yine şöyle der: Sızlanmayı kes, zaten çalışmıyorsun. O yüzden habire yazıyor ve meşgulmüş gibi yapıyorum, öyleyim de zaten, çünkü sonuç olarak bütün prodüksiyon beni bekliyor.

Onu seviyorum ve başka bir hayat istemiyorum. Neden sürekli tartışıyoruz?

İşte yine. Sitem dolu bir bakışla halıdan kalktı ve o an şöyle düşündüm: Şimdi başlıyor. Gerçekten tam da söyleyeceğini bildiğim şeyi söyledi: Daha yeni geldik, hemen başlamak mı gerek, insan önce ailesiyle, falan filan.

Ama böyle, dedim, hiçbir yere varılmaz, ortaya yapıt mapıt çıkmaz!

Senaryonu mu kastediyorsun?

Sorun, kelimeyi vurgulama biçimiydi. Beni en çok neyin kızdırdığını gayet iyi biliyor. Ben de tabii ki tuzağa düştüm. Senaryo yapıt değil mi, diye bağırdım, La Strada [Sonsuz Sokaklar], Barry Lyndon, bunlar yapıt değil mi?

Bunun üzerine çok sakin konuştu: Senaryo yapılan bir iştir, ama yapıt değildir. Senin ifade ettiğin gibi değil. Yakın Dost II, eh işte.

Günün birinde bütün bunlar hakkında bir film yazacağım. Uzun diyaloglar, birçok geri dönüş, müzik yok.

Adı “Evlilik” olacak. Bu başlığı başka alan yok, şaşırtıcı şekilde serbest.

Cevap vermemeliydim, susmalıydım, böylece tartışma savuşturulabilirdi. Ama dayanamayıp ona hatırlattım: Yapıt değil, yapılan iş kabul ettiği o senaryolardan gelen telifler, özellikle de Yakın Dost I’inki, evimizin kredi taksitlerini ödüyor, bahçeli sıra ev, ona göre çok önemliydi, çünkü sonuçta bir çocuğun bahçesi olmalı, şimdi de sıra evimiz var ve kredisi uzun zamandır ödenmedi, Esther de aslında hiç bahçede oynamıyor, ben de en başarılı filmimin ikinci bölümünü yazmazsam, o zaman taksitler ne olacak?

Bunun üzerine şöyle karşılık verdi: Söz konusu olan Minna von Barnhelm ya da Kırık Testi gibi yapmadığım sürece, komedilerime itirazı yokmuş –ben hiç üniversiteye gitmemişken, kendisinin Alman filolojisi ve klasik filolojiyi bitirdiğini bana hatırlatmak için klasiklere değinmeden duramaz–, sırf şairmişim gibi yapmak için elle yazma alışkanlığım da çekilir gibi değilmiş. Sonra bir adım geri çekilip öyle tiz bir kahkaha attı ki, ancak bir gün gelir de yetenekleri işe yaramazsa oyuncular böyle kahkaha atabilir. Öyle yapmacıktı ki, tüylerim diken diken oldu ve tam o anda sözümüz kesildi, çünkü Esther oyuncak bebeğinin kolunu kırmıştı ve avaz avaz ağlayarak yapıştırıcı istiyordu, tepede yapıştırıcıyı nereden bulalım?

Şimdi bebeğin parçalarının üzerine eğilmiş, onları sağa sola itiyor ve bir mucize bekliyorlar, ben de yazmaya devam ediyor ve bu saçmalığa yardımcı olamayacak kadar meşgul olduğum anlaşılsın diye başımı kaldırıp bakmıyorum. Zımbırtı kırık.

Evlilik. İşin sırrı, yine de birbirini sevmek. Onsuz olmak istemezdim – oyuncu kahkahasını bile özlerdim. O da bensiz olmak istemezdi. İnsan bu arada birbirinin sinirine bu kadar dokunmasa…

Git buradan, yeter ki

3 Aralık

Dün her şeyin düzelebilmesi için, önce çocuğu yatırmak gerekti. Çocuk uyanık olduğu sürece uzlaşma asla düşünülemez. Ama sonra oturma odasının penceresinde yan yana durup dışarıdaki geceye baktık: Siyah kadifede binlerce belirgin nokta, altında iki buzulun hafif bir ışık yayan ana hatları; evimizin arkasında da esaslı bir dolunay vardı herhalde, çünkü önümüzdeki yamaç beyaz ışıkla neredeyse gündüz gibi aydınlıktı.

Evi henüz tanımadığımız için yatak odasına giderken bir an yolu şaşırdık, çamaşır ve kurutma makinelerinin olduğu sandık odasına girdik. Duvara dayalı elektrikli süpürge gürültüyle yere düşünce donup kaldık ve nefesimizi tutup kulak kabarttık ama ortalık sakindi, Esther uyanmamıştı.

Slapstick,[1]  dedi Susanna. Eşyanın kendi hayatı var.

Slapstick’ten hoşlanmam, dedim.

Birazcık slapstick fena olmaz, dedi. Göstereyim mi?

Sonra merdivenden çıkıp yatak odamızı bulduk.

Birinci bölüm boyunca ana karakterler iyice ortaya konuldu, ama buna güvenmeye gelmez, arka plan hikâyesi eklemek için ikinci bölümü kullanmak gerek.

Çocukluğa geri dönüş mü? Eski numara, geleneksel, güvenilir, ama gerçek şu ki, Jana ve Ella’nın çocukluğu hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Geçen yıl film akademisindeki öğrencilerin önünde, insanın karakterleri hakkında her şeyi, özellikle de nerede ve nasıl büyüdüklerini bilmesi gerektiğini iddia ettim, ama gerçek şu ki, sırf ders kitaplarında yazdığı için söyledim bunu. Jana ve Ella’nın çocukluğunda ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok, beni ilgilendirmiyor da. İşte bu yüzden, Ella, Jana’nın sırf üst düzey maliye memuru olduğu için ayrıldığı eski erkek arkadaşından başkası olmayan yeni erkek arkadaşı taşınabilsin diye, bir önceki filmde oturduğu evinden taşınmasını rica ettiğinde, Jana’nın ne tepki vereceğini de bilmiyorum. Yakışıklı, anlayışlı ve okumuş bir adam, birkaç dil biliyor, ama Jana’nın o zamanlar inandırıcı bir şekilde açıkladığı gibi: Kim bir maliye memuruyla birlikte olmak ister ki?

Az önce tuhaf bir şey oldu.

Sonuçta Jana ne tepki verir? Aklına estiği gibi davrandığını biliyoruz. Herkes birinci bölümde geçirdiği öfke krizini hatırlar, durup dururken spor hocasına onun gibi insanların aptallık kelimesine azamet kattığını söylemişti. Yine bunun gibi bir şey olması gerek, ama herkes böyle bir şeyi beklediği için farklı şekilde olmalı. En büyük sorunu kendini kontrol edememek olan Jana, birden en yakın arkadaşı tarafından en nazik ses tonuyla evden atılırsa ne olur?

Yanılmış olmalıyım.


[1] Diyalog ve efekt üzerine değil, vücut dili ve fiziksel espri üzerine kurulu kaba komedi türü. Charlie Chaplin ile Laurel ve Hardy, bu komedi türünün en iyi bilinen temsilcileridir. (Y.N.)