
Bazı sesler çok uzaklardan da gelse ruhunuzun bir yerine dokunur. Bazı şarkıların sözlerinden hiçbir şey anlamazsınız ama onlar kayıp parçanızı yerine koymanıza yardım eder. Evrensel notalar, yerel enstrümanların ezgileriyle bilmediğiniz dillerle karşınızda nefesiniz kadar yakın olur. Müzik böyle mucizevi bir güç. Bir o kadar da özgür ruhlu, asi ve cesur. Bu yüzden yasaklanır, sürgün edilir ama yine de dünyanın her yerinden dilediği yere ulaşır.
Mohsen Namjoo da sürgün edilmiş notaların sahiplerinden biri. Sanat doğuran ama sonra onu kapı dışarı eden toprakların, İran’ın asi çocuğu. Onun sesi, çaldığı üç telli setar kadar mütevazı. Aynı zamanda güçlü bir duyguya sahip. Şefkatli de. İnsanın yüreğindeki küskün çocuğa dokunuyor. Arka bahçesinde yere çömelmiş toprağı eşelerken tüm dünyaya başkaldıracak güçte hayalleri ve soruları olan o çocuğa. Sonra içinizde uyuyan o aşığı alıp göğsünde dinlendiriyor. Doğunun masalsı sevdalarının cesaretini hissediyorsunuz.
O ses ki cesur çığlıklarıyla içinizdeki devrimciyi ayaklandırıyor. Tüm adaletsizliklere, zulümlere, düzenin üzerinize çöreklenmiş karanlık gölgesine karşı korkusuzca başkaldırıyorsunuz. Mohsen, bütün bunları, var olduğu toprakların edebiyatının büyüleyici tadıyla, geleneksel acem müziğini modern batı müzik tarzlarıyla yenileyerek, muhalif ve progresif tavrıyla yapıyor. Düzene başkaldıran, özgür yüreğinin sesini hapsetmemekle kalmayıp dışa vuran her sanatçı gibi, Mohsen’ in de doğduğu topraklarda nefes alması yasak. Vatanının dağına, taşına, kuşuna, insanına hasret. Mohsen Namjoo yine de müziğiyle sınırların, haritaların üzerinden uçan bir kuş.
Güneşin doğduğu yer Horasan’ın dervişler yurdu Razavi Horasan eyaletinin Torbete Cem şehrinde, 1976 yazında doğan bir çocuk o. Yoksulluk ve geleneksel aile yapısının zorlukları içinden müzik ve edebiyat tutkusuyla sıyrılmaya çalışıyor. 12 yaşında babasını da kaybedince müziğin kucağında yaşama tutunuyor. Annesi ve ağabeyleri sonraları profesyonel olarak müzisyen olmak istediğinde karşı çıkacak olsalar da o sıralar Mohsen’in yeteneğini göz ardı etmiyor ve onu müzik okuluna gönderiyorlar. Burada Nassrollah Nasseh-Pour tarafından halk müziği tavırları ile eğitiliyor. 18 yaşına geldiğinde eğitimine Tahran Üniversitesi’nde devam etmek istiyor ancak bunun için Tahran’a yerleşmesi ve bir enstrüman çalarak sınava girmesi gerekiyor. Mohsen sınavı, gücünün ancak onu almaya yettiği setar çalarak kazanıyor, müzik ve tiyatro eğitimine orada devam ediyor.
Buradaki klasik eğitimle tatmin olmayacak kadar yetenekli ve hayalci Mohsen, klasik İran müziği ile modern yöntemleri sentezleyerek çalışmalar yapmaya başlıyor. Yakından ilgilendiği İran ve Fars edebiyatının kadim ruhundan besleniyor. Hafız’dan, Mevlana’dan, Ferîdüddîn-i Attâr’dan, Baba Tahir Üryan’dan, Sadi Şirazî’den aldığı ruhu yaşatmaya çalışıyor. Rock, caz ve blues türünü geleneksel İran müziği ile harmanlaması ve şarkılarının muhalif sözleri bazı kesimlerin hoşuna gitmiyor. Engellemeler, yasaklar Mohsen’i yıldırmıyor. Ama eğitiminin üçüncü yılınca üniversiteden ayrılıyor. “Müzik aşkım yüzünden müzik eğitimimden vazgeçtim” diyen Mohsen bu ayrılışı bir bitiş değil yeni bir başlangıç olarak lehine çeviriyor. Tahran’da konserler vermeye başlıyor.
Acem-blues türünün kurucusu olarak bu tarzda yaptığı eserler halk tarafından büyük kabul görüyor. Kayıtları olanaksızlıklar içinde olduğu için teknik olarak kötü olsa da şarkılarının ruhu büyük kitlelere erişiyor. Mohsen, Hollanda’da Uluslaɾaɾası Rotteɾdam Film Festivali’nde “Hotspot Teheɾan” konulu etkinlikte sahneye çıkarak ve sonrasında yaptığı söyleşilerle İran sınırları dışına çıkıyor. Amiɾ Hamz ve Maɾk Lazaɾz’ın, Tahɾan’daki undeɾgɾound müziği anlatan “Sound of Silence” belgeselinde, Namjoo’yu İran’ın öncü müzisyenleɾi arasında göstermeleri de adının duyulmasında etkili oluyor.
2007 yılında çıkardığı ve büyük ses getiren Toranj albümünde Hafız-ı Şirazi’nin gazelini (Zolf Bar Bad) Mevlana’nın şiirlerini (Talkhi Nakonad) bestelediği şarkıları var. Mohsen, Kuran’dan ayetler de kullanıyor şarkılarında (Val Sakhi, Şems). Ve bu hareketi, ülkesinden sürgün edilmesine yol açıyor. Hapse mahkum edilen ve sınır dışı edilen Mohsen’i dinlemek ve albümlerini satın almak İran’da yasaklanıyor.
Mohsen 2009 yılından beri doğduğu topraklardan uzakta yaşıyor. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de konserler veriyor. Kazım Koyuncu ve Ceza’yı seviyor bizimkilerden, Ahmet Kaya’nın “İçimde ölen biri var” şarkısı favorisi. İran halkı onu hâlâ çok seviyor, çoğu ülkelerinden kaçmış birçok İranlı başka ülkelerde onunla buluşuyor ve vatan hasretini müzikle kucaklaşarak gideriyorlar.
Mohsen, Che Guevera’ya atfen yazılmış Hasta Siempre’yi Farsça söyleyerek, başkaldırının evrenselliğini gösteriyor bize:
Sonsuza kadar biz seni sevmeyi tarihin yükseklerinden öğrendik
Cesaretinin güneşi ölümü kuşattığında işte burada duruyor
Tatlı varlığının kalbe sıcaklık veren saydamlığı
Kumandan Che Guevera…
Müzik çevreleri tarafından “İran’ın Bob Dylan’ı” olarak tanınan Mohsen Namjoo, müziğiyle ve hayata duruşuyla cesur yolculuğuna devam ediyor. Bu sürgün sesi dinleyin, müziğinden yayılan duygulara kucak açın.
Hande Çiğdemoğlu
Bu yazıyı hazırlarken yaşadığım güzel tesadüfü paylaşmadan geçmeyeyim. Yazıyı yazarken bir yandan Mohsen Namjoo’nun şarkılarını dinliyordum. Bir kahve daha istemek için kulaklığımı çıkardım. Bulunduğum kafede mutfak çalışanı olduğunu tahmin ettiğim kırklı yaşlardaki güzel kadın, kırık Türkçesiyle arkadaşına söyleniyordu. Bir şeylere fena canı sıkılmıştı belli. Kalkıp yanına gittim. Nereli olduğunu sordum. Soruma bir anlam veremeyerek, kızgınlığı geçmemiş bakışlarıyla, “İran. İran Tehranlıyam” dedi. “Biliyor musunuz ben şu anda Mohsen Namjoo ile ilgili bir yazı yazıyorum, onu tanıyor musunuz?” deyince gözleri parladı. “Muhseen, bizim Tehranlı Muhsen” dedi. “Bizim” derken omuzları yukarı kalkmıştı sanki. Sonra Mohsen Namjoo’yu ne kadar sevdiğimi, müziğinin beni ne kadar derinden etkilediğini hatta bebeğime hamileyken onun şarkılarını dinlediğimi, dünyaya geldikten sonra en huysuz zamanlarında onun Shirin Shrinam şarkısıyla nasıl uysallaştığını, onu daha çok kişinin tanıması için bu yazıyı hazırladığımı anlattım. Neye kızdığını unutmuştu sanki. Yüzünde mutluluk ve gurur izleri dolaşıyordu. Biraz da hüzün. Yardımını istedim. Beni kırmadı, yanıma gelip, çevirisini bulamadığım Talkhi Nakonad şarkısının sözlerini (Mevlana’nın şiiri) henüz 9 ay önce öğrendiği Türkçesiyle tercüme etmeye çalıştı. Not almak üzere kalemim ve defterimi hazırlamıştım ama öyle güzel tercüme edemiyordu ki, sadece onu izlemeye karar verdim. El kol hareketleri ile gözleri parlayarak…
“Müzik nasıl bir şey değil mi?” dedim. “Dünyanın diğer ucundan bir ses, burada bir kalbe dokunuyor, bir bebeği uyutuyor.” Gözleri karşımızdaki denizin maviliğine daldı. Hayal kurar gibi gülümseyerek “Nasıl bu denize bakarsııın, göynün kayaaar, Mohsen’in sesi de eyledir” dedi. İran’da sevilen bir sanatçı olduğundan, hükümetin hoşuna gitmeyen şeyler söylediğinden, sonunda ülkeden kovulduğundan ve şimdilerde Fransa’da yaşamak zorunda kaldığından bahsetti. “Sen neden buradasın?” dedim. “Ben Hristiyanım, cumhurbaşkanı bizi sevmeez” dedi. Ellerini kelepçeye uzatır gibi birbirine doladı. “Hapis var bize orada, kaçtık.” Ah dedim. Biz nereye kaçacağız. Bizim ülkemizde de hapislerde gazeteciler, yazarlar olduğundan, sürgün edilmiş müzisyenlerden, toplatılan kitaplardan, gittikçe artan yasaklardan, kötü değişimden, başımızdakilerin bizi sürüklediği karanlıktan, özgürlüğümüzün gittikçe elimizden kaydığından, ayrıldığımızdan, ayrıştığımızdan bahsettim. Ne kadar anladı bilmiyorum. Göz göze geldik. Omzuna dokundum. “Senin adın ne, tanışmadık” dedim. “Maria” dedi gülümseyerek. Yazıyı tamamlamadan oradan ayrıldım. Kulağımda Mohsen’in kederli ve isyankar sesi, aklımda Tahranlı Maria’nın gözleri ve akıbetini bilmediğimiz sonumuz…