Herodotos, Tarih’inde; Lydia Kralı Kandaules’in, karısının güzelliğine olan taşkın inancından ve bu inancı en sevdiği askeri olan Gyges’le sınamaya kalkmasından söz eder. Kral en sevdiği adamını, karısının ne kadar güzel olduğuna inansın diye bir gece gizlice çadırına sokmuştur. Bir yabancıya çıplak görünmenin çok büyük bir ayıp sayıldığı Lidyalılardan olan kadın, bu utancı Kandaules’e ödetmeye söz verir. Gyges’i yanına çağırtır ve kocası Kandaules’i öldürmesi karşılığında hem kendini hem krallığı vaat eder. Bunu kabul etmediği takdirde askeri öldürtecektir. Gyges, canını kurtarmayı tercih eder. Kralı nasıl öldürebileceğini sorduğunda aldığı cevap manidardır: “Beni sana çıplak gösterdiği yerden saldırırsın, uyku onu senin elinin altında tutar.”

Birer öyküsüyle 2017 Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü ile 2017 Şerzan Kurt Öykü Ödülü’nü alan Şeyma Koç’un Ben Bir Uçurum İncisiyim adlı kitabı Eylül 2019’da İthaki Yayınları’ndan çıktı. Kitap hakkındaki yazıma Kral Kandaules’in güzel karısının cümleleriyle başlamak istedim çünkü uyku ve rüyalar Şeyma Koç öyküsünün de güçlü kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Öykülerin önemli bir bölümünde; yatak odasında, uyku karşısında, rüyalarında zayıf düşen kahramanların derin korkularına şahit oluyoruz. Uyku ya da rüya, çıplak yakaladığı bu kahramanları esir edip elinin altında tutuyor.

Kitabın ilk öyküsü olan Et kış mevsiminde, karanlık bir kasabada geçiyor. Başka öykülerde de benzerini göreceğimiz bir sahne olarak; yatak odasında, yatağın üzerinde, tek başına oturan kahraman uyumaya hazırlansa da bunu kolayca yapamıyor. Öncesinde yaşadığı düşünsel zamanla karanlık daha da kararıyor, kış daha da soğuyor, kasaba daha da uğursuz bir hale bürünüyor. Çok zaman geçmeden, ne zaman uyuduğunu bilmediğimiz uykusundan, kör annesinin çığlıklarıyla uyanıyor. Annesi ona ölülerini gömmeleri gerektiğini söylerken camdan baktığında tüm kasabanın da gece yarısı ayaklandığını ve ellerinde kazma küreklerle mezarlığa doğru gittiğini görüyor. Burada bir parantez açıp ölümün Koç’un zihninde bir hesaplaşmayla bağlantılı olduğunu söylemekte yarar var. Hesaplaşma ve ölüm kelimeleri çoğu zaman birbirinin yerine geçerken hayat da ters yüz ediliyor. Oldukça başarılı bir hamleyle, okura hiç fark ettirmeden rüya mekânına geçiş yapan Şeyma Koç kurduğu sert ve imgesel sahneleri özgünlüğüne yakışan bir dille okura iletmeyi başarıyor. Cesur ve sert bir söylem, zaman zaman lirik ve erotik dilden de ilham alarak görsel düşünme gücünün üsluba yansımasıyla bütünleşiyor. Rüya bittiğinde bu dilin çarpıcılığı da kısmen ortadan kalkıyor. Rüya atmosferinin belirgin olarak görüldüğü bir diğer öykü olan Flower Face’de de aynı mekanizmayı görmek mümkün. Şeyma Koç öyküsünün belirleyici özelliklerinden olan sınırsızlık ve kuşatıcılıktan yola çıkan kahraman, bu öyküde yabancı bir ülkenin yabancı bir şehrinde, bir katedralin çan seslerinde karşımıza çıkıyor.

“Bir soğuk büyü! Küçük bir ihtişam! Çırılçıplak bir beyaz!”(s. 51) olarak coşkuyla tabir edilen çiçek aynı zamanda yine başarılı bir rüya geçişiyle sanki kadının öteki benliği olarak ortaya çıkıyor ve geçmiş ile gelecek üzerinden bir hesaplaşma başlıyor. Rüya atmosferinin gerçeği hiç aratmayan yapısı, gerginliği uzatan kuvvetli anlar, korkulan ve arzulanan öteki benliğin işlenmesindeki netlik öykünün gücünü çoğaltıyor. Öykünün tek zayıf yanı, paragraf sonlarındaki çalışılmış tek kelimeler ve ezberlenmiş cümle dizimi formülü olarak öne çıkıyor. Rüya maddesi kapsamında söz edeceğim son öykü Manolya Zamanı ve Ah Lola. Yabancı şehir, yabancı isim, yabancı sokak, yabancı içki adları kullanmayı özellikle tercih ediyormuş gibi görünen Şeyma Koç’un bu öyküsünde; kahramanın kuşları Nick ve Lola üzerinden kadın erkek ilişkisi ve aşk kavramına bakılıyor. Yine bir odada, bir yatakta başlayan öykü yine bazı ezberlenmiş üslup hamleleri hariç anlatma iştahı yönünden oldukça güçlü. Öykü sonunda, net olarak bir rüyada olmasak da hissettirilen rüya atmosferi şeffaflığıyla “Beni sana çıplak gösterdiği yerden saldırırsın, uyku onu senin elinin altında tutar”cümlesinin barındırdığı yaraları da içeriyor.

Şeyma Koç öyküsü için “rüya”dan sonra değinmek istediğim kavram “inanç”. Çürüyen bir karanlığın içinden çıkan ve ölüme doğru yol alan bu öyküler anlamsızlığın girdabında kaybolmuyor. “Neden” sorusu kadar “nasıl” sorusunun da kâinatın büyük akışı içinde bir karşılığı var. İnsanlar yahut olaylar başıboş ilerlemiyor. Söz edilen her varlık büyük resimde bir boşluğu tamamlıyor. Et’te mücadele edilse de varlığından kuşku duyulmayan bir Tanrı, Mutlu Bir Ölüm’de her iki dünyaya da aynı şekilde inanan Galya, Kan Tohumları’nda kadim/mistik bir etkinin izleri, Hayatta Kalma Alışkanlığı’nda inançla girilen içsel polemikler, Sıcak Karanlıklar’da varlığı kanıksanan bir sela, Manolya Zamanı ve Ah Lola’da insanın henüz yaratılmadığı ama kuşların yaratıldığı beşinci güne övgü, Bonita’da Tanrı’nın o büyük merhameti, Akşam Güneşinin Külleri’nde “yeni doğan günün adı olan Tanrı” insanın kadim yolculuğuna ve arayışlarına da kafa yorulduğunu gösteriyor.

Rüya ve inanç kavramlarından yola çıkıp kitabın çatısını kuran esas gerçek ise ölüm. Bunu açarken kitabın en çarpıcı öyküsü olan Sıcak Karanlıklar’dan genişçe söz etmek istiyorum. “Kuşluk vaktiydi. Sela okunuyordu. Yorganın içinde doğrulmuş sıcak ve karanlık bir süt içiyordum.” (s. 45) cümlesi ile başlayan öykü, hemen burada beş on yıl geriye sarıyor ve üniversite kazandığı için başka bir şehre gitmek üzere olan aynı kız çocuğuna geçiş yapıyoruz. Telefon açan babası koltuk numarasını ve hareket saatini aceleyle söylüyor. Kızını yolcu etmeye bile gelmeyen babanın derdini satırlar sonra öğreniyoruz. Karşımızda boşanmış bir çift ve ne olursa olsun görüşmeyecek ebeveynler var. Koç’un bu öyküdeki baba tasviri aslında kitabın da kalbini oluşturuyor.

“Başımı yana yatırmış, buğulanan camı elimle siliyordum ki, babamı gördüm! Kaldırımın kıyısında durmuş bana el sallıyordu. Babam belki de ömründe ilk kez birine el sallıyordu. Orada, gecenin sokağa tükürüp attığı bir adama benziyordu. Gövdesi, rüzgârda uçuşan ve en sonunda kaldırımdaki dikenli çalılıklara takılan kirli, naylon bir poşeti andırıyordu. Lime lime olmuş, dağılmış ve olduğu yerde çürümeye başlanmıştı. Ceketinin derisi parça parça dökülmüş, kazağı sökülmüş, omuzları çökmüştü. Kırışık alnı, kıvılcımlı gözleri ve kavlamış yüzüyle tesellisizdi, zapt edilmezdi, hepsinden öte rezildi. Belki de daha öte bir şeydi. Bildiğim tüm yüzlerden daha sefil ve eşsizdi.” (s. 48)

Geçmişteki gerginlik ve resim geldiğinde kahramanımızı ilk satırda kaldığı yerde görüyoruz. Kuşluk vaktinde, sela okunurken yorganın altında doğrulmuş sıcak sütünü içiyor. Yanında uyuyan kocasının bilgisi öyküye tam olarak bu anda giriyor. Kadının dört ay sonra bir kız çocuğu doğuracağı da. Yanında uyuyan adama bakıp onu çok zayıf ve güçsüz gören anne, bir anda, önüne geçemeyeceği duygularla doluyor. Bu sefil adam kızına babalık yapabilecek mi? Hiddetleniyor, kendini kaybediyor ve elindeki süt bardağını kocasının kafasına geçiriyor. Sonuç olarak adamı kesinlikle öldürüyor. Kendi kızının ve kendi kocasının varlığını sabote ederek kendi çocukluğu ve kendi babası ile hesaplaştığı bu öykü sosyolojik ve psikolojik yönleri bakımından da oldukça güçlü. Baba ile kız arasındaki gerilimin eksik sözcüklerle, anne ile eski eş arasındaki gerilimin suskunluklarla, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki gerilimin büyük bir hınçla ortaya çıkması kullanılan kelimelere ve cümle kuruluşlarına da isabetle yansıyor.

Ben Bir Uçurum İncisiyim’de ölüm gerçeğiyle süslenmiş/ölüm gerçeğiyle netleşmiş birçok öyküye şahitlik ediyoruz. Mutlu Bir Ölüm, Acı Bir Sözcüktür ve Bonita öyküleri; hayatın ters yüzü olan ölümün, hayat tanımının daha iyi yapılması için açılmasını resmediyor. Mutlu Bir Ölüm’de bir türlü ölmeyen Galya’ya rastlıyoruz. Herkesin yaşadığı ve yaşayacağı kadim bir zamanda geçiyormuş izlenimi veren bu öyküde beklenen ölüm Galya’ya bir türlü gelmiyor. Şeyma Koç’un gerilimi vermedeki başarısına eşlik eden bir kurmacada Galya’nın çocukları ve torunlarının bu olayı nasıl karşıladığını görüyoruz. Söz konusu gerilim zaman zaman sarmal bir ritimle yol alıp herkesi girdabına çekiyor. Öykü boyunca hayat ve sorumluluk, varlık ve çürüme üzerine felsefi bir temel de kurulmaya çalışılıyor.

Acı Bir Sözcüktür’deki ölüm gerçek bir habere, gerçek bir ağırlığa dayandığı için ufak bir postmodern oyunla karşımıza çıkıyor. Buradaki gereksiz deneysellikle yazar belki de olayın acısının izlerini azıcık da olsa hafifletmeye niyet edip kurmacayı güçlendirmek istiyor. Fakat öyküdeki bu hamle hepimizin okuduğu o gazete cümlesindeki etkileyiciliğin önüne geçemiyor: “Çocukları üşümesin diye saç kurutma makinesini çalıştırdı, yan odaya geçti ve…” [1]

Sınırların ötesinde kurgulanmış başka bir öykü olan Bonita ise Şeyma Koç’un yine başarıyla gerçekleştirdiği bir hamle olan belirsizlikle süslenmiş. Öykülerin büyük kısmında gizlenen o nokta okurun gözünde metni çoğaltarak farklı yorumlamalara imkân hazırlıyor. Bonita’daki komşu kızı yine bir ölümle hayata dair tanımını büyütürken bu değişkenlik de bu tanımı farklı yönlerden tamamlıyor. Şeyma Koç, ölümden en azından bir hesaplaşma umarak ölünen öykülerinde; duygulara karşılık gelen imgesel dünyayı oluşturma gücüyle, üslubunu da ölümün karizmatikliğine yaklaştırmayı biliyor.

Gülhan Tuba Çelik