indir

Yaşamımızın şifrelerinin çocukluğumuzda gizli olduğunu, bu şifreleri çözebilmek için çocukluğumuzun bilinçaltına inilmesi gerektiğini söylüyor uzmanlar. Yetişkinlikte anlamlandıramadığımız duygularımızı, korkularımızı, açmazlarımızı, kırılmalarımızı, kısaca sancılarımızı tanımlayabilmek, kendimizi bulmak ve yaşamımıza mutlu bireyler olarak devam edebilmek için başvurabileceğimiz ilk adres olarak yine bilinçaltımız işaret ediliyor. İçine doğduğumuz ailede yaşadıklarımız bizde derin izler bırakıyor. Bu izler bizim yaşama ve düşünme biçimlerimizi belirliyor; ama biz çoğu zaman bunun ayrımına varamıyor, oradan devraldığımız mirasın kalıntılarını çocuklarımıza aktarıyoruz. Dolayısıyla geçmişin, insanın varoluşunda derin bir yeri var. Eğer oralara dönüp şifreleri çözemez, bilinçaltındaki karmaşayı anlamlandıramaz, o dönemde yaşadığımız travmalarla yüzleşip onları bilince çıkaramazsak, bize ait olduğunu, kendimizin yön verdiğini sandığımız bir yaşam süreriz.

Yanılsamalı bir hayatın dışına çıkmak, yaşamı istediğimiz gibi biçimlendirmek, geçmişin tortularından kurtulmak için başvuracağımız kaynaklar neler olmalı? Psikolog Mine Özgüzel, bu kaynakların başında edebiyatın geldiğini belirtiyor. Edebiyat için, onu okurken bugüne kadar öğrenilenleri sıfırlamak, bize sunduğu kavramlara bembeyaz bir sayfa açmak gerekiyor, diye yazıyor kitabında. Anlatısını anılarından verdiği örneklerle genişleten yazar, “İç diyaloğumu, monoloğumu kurmak üzere bu sabah yatakta kendime ‘Ne hissediyorsun?’ diye sorduğumda yanıt yeterli gelmedi. Çünkü ‘Ne hissediyorsun,’ sorusu nereye ait? Bilinçüstüne, yani kabuğuma. Bizler bu kabuğu gerçeğimiz sanırız. Hemen şöyle bir iç monolog hayal edelim: Bugün ne hissediyorsun, diye içime soruyorum. Şöyle yanıtlar geliyor: İnsanları seviyorsun, kendini anlatmak istiyorsun, insanları dinlemeyi seviyorsun, varolmak istiyorsun, narsistsin, klasik müziğe tutkunsun… Daha pek çok şey sıralayabilirim ve bunları kendi gerçeklerim gibi algılayıp bunlara kanarak bu düzeyde var olabilirim. Peki iç monolog nereye girmektir? Bilinçaltı eşiğini delerek daha aşağıya, derinlere, Jung’un karanlık bölge diye adlandırdığı, ruhun kuytularına, en saf, en çıplak bölgemize inmektir,“ dedikten sonra korkunun bizi oralara inmekten alıkoyduğunu ekliyor, “Kendi gerçeğimizden duyduğumuz korku.” (s. 23)

Mine Özgüzel, Virginia Wooolf’un, kurduğu iç monolog yoluyla yaşama geçtiğini, kabuğunu kırdığını, kendi derinine indiğini, bilinçaltını deşip bilince çıkardığını onun aile yaşamını da anlatarak verirken, “Virginia Woolf’un dehasından öğreneceğimiz en önemli şeylerden biri travmalarımızdan korkup kaçmak yerine onları karşımıza alıp oturarak bize verecekleri dersi, öğretiyi dinlemek olur. Çünkü bizi biz yapan hikâye orada gizlidir. Ve işte o zaman korkumuz kendisinden yararlanabileceğimiz en değerli müttefikimiz olur. Çünkü korku da gerçek değildir. Nedir? Toplumun bizi denetim altında tutmak üzere, bize yaşattığı, kendi iç gerçeğimize ters düşen baskılarının sonucunda yaşadığımız duygudur. Travmalarımızı sonuna kadar yaşayıp oradan aldığımız gerçekle ruhumuzdaki neyi ateşleyebilir, hangi yetiyi ve ruhsal yapıyı yeniden canlandırabiliriz? Kendimizi yaratma sürecine nereden başlayabiliriz? Başlangıç olarak belki de kendimize ait çıplak bir yirmi dört saat…” (s. 41) diyor ve Virginia Woolf okuyarak edindiği deneyimleri okuruyla paylaşıyor.

Kitabın “Cinselliğimi yaşarken yaşadığım neydi?” diye başlayan D. H. Lawrence bölümünde yazar, çocukluk anılarını Lawrence okumalarıyla birleştirerek anlatıyor. Okumaları ve yaşadıkları sonrasında “Bireysel varlıklarımızı, içsel zenginliklerimizi ve cinsel kimliğimizi özgürce yaşayan bireyler olamadığımız müddetçe yaşadığımız aşağılık kompleksleri, yetersizlikler, güvensizlikler ya da kendimizi bir robot gibi kaptırdığımız açgözlü arzular ve hırslar bizi yönetmeye devam edecek,” diyor ve onun bir sözünü alıntılayarak yine referans olarak Lawrence’ı gösteriyor. “Ruhsal yönden yerinizde saydıran bir ilişkinin içerisinde yaşamayın. Çünkü sizi alıp götüreceği yer kendi tutsaklığıdır. Onun içinde boğulur ve yok olursunuz.” (s. 54)

Bütün okumalarında olduğu gibi J.P. Sartre okumalarını da çocukluk anılarıyla birleştiren Mine Özgüzel, Sartre’ın çocukluğunu “oyun ve seyirciler” üzerinden anlatıyor. Sartre’ın aile içinde var olabilme çabasını yine onun bir sözü ile veriyor. “Düzmecelikten düzmeceliğe dönerek, koşarak, uçarak aile içi oyuna sığınıyordum.” (s. 62) Üç yaşındayken ciddi bir hastalık yaşayan, bir gözünü kaybeden diğeri de şaşı olan, yaşıtlarının oyunlarına giremeyen Sartre’ın, içinde bulunduğu durumdan çıkış yolu olarak okumaya ve sonrasında da yazmaya yöneldiğini anlatıyor.

Yazarların bize verdiği en büyük armağanın bizim korktuğumuz ve hatta kaçmaya çalıştığımız bilinçaltımızla bizi yüzleştirmek ve cesaretimizi artırmak olduğunu söyleyen Mine Özgüzel, kitabıyla ilgili olarak kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Yazarlar kendi bilinçaltlarında öylesine yaşadılar, o sancılar ve travmalar içinde öylesine var oldular ki hiç bilince çıkamadılar. Bir tek çıkan varsa o da Sartre,” diyor. Onun bilince çıkabilmesini de felsefeye geçmesine, sokağa çıkmasına bağlıyor. Kendisinin de varoluşunda kaybolduğunda yüzünü Sartre’a döndüğünü söyleyen yazar, kitabının J.P. Sartre’a ayırdığı bölümünde özgür aşk, çocukluk, bilinçaltı, bilinç, travmalar, felsefe, oyun gibi konulara ve bunların edebiyatla bağlantılarına genişçe yer veriyor. Bu bölümde yazarın okura sorduğu, okurun da kendine yönelttiği çok güçlü sorular yer alıyor. İşte onlardan birkaçı:

  • Aşk bittiyse ilişkiyi neden sürdürüyoruz?
  • İçsel yetilerimizin varlığını bilmiyorsak ve onları tanımadığımız için onlara dokunamıyorsak herhangi bir travmayla karşılaştığımız zaman içimize dönmek yerine kime ve nereye gideriz?
  • İlişkilerimizin tuzakları nelerdir?
  • “Düzmece yaşamlarınızda para, mevki ve başarıyı bir kenara kaldırıp kendinize baktığınızda gerçekte kimsiniz ve geleceğe, yarının toplumlarına bırakacağınız iz ne olacak.” (J. P. Sartre)

Mine Özgüzel, Kafka’yı kitabında yer verdiği diğer yazarlardan farklı görür. Onun, acılarının bilincinde olduğunu ve bu bilinçle yazdığını belirtir ve “Kafka, bilinçaltını bilinç yapmış çok ender kişilerden biridir, Kafka bilincin egemenliğidir,” (s. 88) der. Kafka’nın hep negatif ve karamsar bir yazar olarak algılandığını, aslında onun umudun ve inancın yazarı olduğunu, bilinçaltını bilinç yapabilen çok ender bir yazar olduğunu söyler. Kafka’nın çocukluk süreçlerini yine bir çocukluk anısıyla birleştirerek anlatan yazar, “Kafka hepimizin yazarı, o hepimizin içinde varolanları yazar,” (s. 81) diyor. Çağının en temel sorunu, en olumsuz hastalığı olan yabancılaşmayı ilk onun algıladığını, yabancılaşma karşısında dimdik durduğunu, başkaldırısından hiç vazgeçmediğini anlatıyor. Kafka’nın, yaşadığı çağın tümörleri olan toplumsal insansızlaşmanın, yabancılaşmanın ve çürümenin belirtilerini herkesten önce anlayabilmiş ve eserlerinde yansıtmış olmasını önemsiyor Mine Özgüzel ve onun şu sözünü aktarıyor: “Her ne pahasına olursa olsun ben hayatta kaldığım müddetçe yabancılaşma ile savaşacağım.” (s. 82)

Stefan Zweig’dan iç kalelerimizi güçlendirmemiz, kendimizi donatmamız gerektiğini, bunun temelinde okuma olduğunu, içsel yetilerimizi okuma ile dışarı çıkarabileceğimizi öğrendiğini anlatan Mine Özgüzel, yazarlarımız kendilerini acılar içinde var ederken bizlere en büyük hediyeyi eserleriyle verdiler, diyor. Yazmayı yaşam enerjisi olarak tanımlayan Zweig’ı anlatırken okumak, kavramak, okuduklarımızı içselleştirmek ve varolmak için emeğe ihtiyacımız olduğunu, yazarların kavram zenginliklerinin ve anlatışlarının çok güçlü olduğunu, onları tekrar tekrar okumak gerektiğini de ekliyor.

Dostoyevski’den insan olmayı öğreneceğimizi, acının tek gerçeğimiz ve ruhsal yapının damarlarına giden tek gerçek duygulanım olduğunu, onu okuyarak acının verdiği sızılarla bilinçaltımızı harekete geçirip kavramlara, sözcüklere dönüşüp bilinçüstüne çıkabileceğimizi anlatıyor. Albert Camus’dan yoksullukla başa çıkabilmeyi, şimdiki zamanda ayağımıza takılan ve bizi tökezletenlerin köklerini geçmişimizde aramayı öğreneceğimizi, Kafka ile iç yalnızlığımızı, Simon de Beauvoir ile kadınlığımızı tanımlayabileceğimizi belirtiyor.

Şimdiki zamanın bizim gerçeğimiz olmadığını, gerçeğimizin 0-17 yaş olduğunu vurgulayan Mine Özgüzel, terapinin yenilenen çocukluk olduğunu, şimdiki zamanı yakalayamaz, onun köklerindeki irinleri, acıları, sancıları çözümleyemez, geçmişin kör kuyularını aydınlatamazsak geleceğimizi oluşturamayacağımızı belirtiyor. Şimdinin hikâyesi geçmişte, diyen yazar, edebiyatın bize geçmişe gitme, o hikâyeyi görme, yakalama ve onunla yüzleşme cesareti verdiğini örneklerle anlatıyor. “O cesareti alıp bilinç eşiğine geldiğimizde terapi ile bütünleşen geçmiş, bizim şimdimizdir,” diyor ve bilinçaltı ile bilincin birleşmesinin, yani gerçeğin, bizi güçlü kılacağını ekliyor.

İnsanın travmalarıyla baş edebilmesi ve bilinçaltındaki karmaşayı bilince çıkarıp kendisi olabilmesi sürecinde edebiyatın yerinin deneyimlerle ve yazarların yaşam öyküleriyle birleştirilerek anlatıldığı bir kitap Edebiyat Terapi. Yazar Mine Özgüzel, edebiyatın insanın varoluş sürecindeki yerini irdelerken kendi varoluş sürecine katkısı olan Virginia Woolf, D. H. Lawrence, J. P. Sartre, Kafka, Stefan Zweig, Dostoyevski, Albert Camus, Andre Gide ve Simon de Beauvoir’ın çocukluk travmalarını, kendi bilinçaltlarına inişlerini, onu bilince çıkarıp kendileri oluşlarını, bunun günlük yaşamlarına ve sanatlarına yansımasını kendi okumaları ve yaşam deneyimleri ile birleştirerek anlatıyor Edebiyat Terapi’de. Son cümle kitabın arka kapağından: “Edebiyat Terapi, yoksunluktan varoluşa, özgürlüğe kavuşma isteğidir.”

Münire Çalışkan Tuğ