24.Eylül.19
Ajanslarda bir “gizli ajanda” lafı dönüp duruyor. Ya da “Cumhurbaşkanı Bilmemkim’in ajandası değişti” deniyor. Sözcüklerin hududu yok, diller arasında sözcük geçişleri çok doğal velakin yanlış tercümeden (hatta tercümesizlikten) dile sızan böyle saçma sapan sözcükler var. İngilizce “agenda” sözcüğünün karşılığını söylemek yerine “ajanda” deyip geçivermek çok dahiyane doğrusu. Gündem deseniz ölürsünüz değil mi?
Vah bize vahlar bize ki iki gözüm Salâh Bey’imizin bir küçük hatasına denk geldik.
Ustanın “Beyoğlu’nda Büyülü Geceler” kitabı, yeğeni Mehmet Güreli tarafından derlenmiş. Salâh Birsel’in 1955-60 yıllarında yazıp Vatan ve Yeni Sabah gazetesinde yayımlanan sinema yazıları var bu kitapta. Salâh Bey bu yazıları, kızkardeşinin evinde (Mehmet Güreli’nin annesi) kaldığı dönemde yazmış. Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitabında, yanılmıyorsak, o günlerini anlatır. Beyoğlu’nda Büyülü Geceler’in arka kapak yazısı da buradan alınmışa benzer: “Samim Kocagöz lise son sınıftan arkadaşımdı. O da Beyoğlu’ndaki evlerden birindeydi. O, ben, Sait Faik, Sabahattin Kudret, bir ara Servet-i Fünûn dergisini yönetmiş olan Cavit Yamaç, hemen hemen her akşam buluşurduk. Haftanın ilk dört gecesi bu beş kalemşör sinemaları dolaşırdı. Pazartesi gecesi İpek’te olurduk. Çünkü onun filmleri Pazartesi’leri değişirdi. Salı’ları, sonradan Küçük Emek adını alacak olan Sümer’deydik. Çarşamba’ları Melek’te. Perşembe gecesi de Lale’deydik, ya da Saray’da…”
Gelelim sadede: Usta, 15 Kasım 1957’de Yeni Sabah gazetesinde yayımlanan yazısında Kanlı Av (The Last Hunt, 1956) filminden açar ve filme “muhakkak görülmeli” demeye gelen üç yıldız verir. Filmi anlatır, değerlendirir; senaryosunun Milton Lott’un bir romanından “çıkarıldığını” fıslar.
“Bu duygulu, bu romantik taraf da senaryoya, Sandy’le Charley arasına bir Hintli kızın (Debra Paget) sokulmasıyla elde edilmiş sanırım” diyerek de kısa yazısını nihayetlendirir.
Film western türündedir; Salâh Bey de yazısında “Amerikan yerlileri”nden bahseder üstelik. Ne ki, herhalde aceleye gelmiş olacak, sonunda “Hintli kız” çıkmış ortaya.
Amerigo Vespucci Sendromu.
25.Eylül.19
Emin Alper’i ilk filmi Tepenin Ardı’ndan beri takip ederim. İlk filminden sonra verdiği bir röportajda “Daha politik bir sinemaya doğru gideceğim” diyordu. Nitekim Abluka, bu sözünün teyidi gibiydi. Son filmi Kız Kardeşler ise, bana sorarsanız, üçlü arasında en politik filmi. Demek, röportajdaki sözünü boşa söylememiş.
Bizim teknik sinema bilgimiz yok. Bilmediğimizi konuşamayız. Nedir, Kız Kardeşler’in hikayesi, senaryosu bakımından birkaç kelam edebiliriz. Tutarlı, kurgusu çok sağlam, diyalogları (birkaç yerde fazla uzasa da) ustaca yazılmış bir hikayesi ve senaryosu var Kız Kardeşler’in.
Filmin konusunu anlatacak değiliz. Nedir, “besleme” müessesesi filmde ağırlıklı bir rol oynuyor ve bir edebiyat okuru olarak haliyle akıl tasımıza hemen Vüs’at O. Bener’in “Havva” öyküsü düşüyor. (Baklava dedi, sonra da öldü.)
İki birader, iki yazar birader, Erhan ve Vüs’at Orhan Bener, Tarih Vakfı’nın sözlü tarih projesi kapsamında 1995 yılında bir araya gelip söyleşirler. Söyleşinin video kayıtları deşifre edilir ve ortaya bir söyleşi kitabı çıkar: Kurmacasız Bir Yaşam. İşte buradaki sohbetten öğreniriz ki Havva, ailenin Kıbrıs’ta yaşadıkları dönemdeki beslemeleridir. Tabii kurmacanın haddesinden geçirir olayları Vüs’at O. Bener. Sohbetin bir yerinde abi Bener şöyle der:
“Havva” öyküsünün bir özelliği de, bunu İngilizceye çevirmeye çalıştılar. Ancak “besleme” kavramı yok onlarda. Yalnız evlat edinme şeklinde olabiliyor. Bizde ise hani böyle herhangi bir ailenin bir çocuğunu alıp büyütmenin, yetiştirmenin ille hukuki bir statüsü olması şart değil. Onlar kavrayamadılar, bir türlü bir yere oturtamadılar bu durumu. İyi ki işte Almancaya çevrildiği zaman anlatmışlar Almanlara. Allah allah filan, onlar da şaşıyor, demek böyle bir müessese, böyle bir kurum var diye.
Vüs’at Beyin bahsettiği, dipnotla ya da açıklamayla çözülebilecek teknik bir sorun. Nedir, besleme müessesi kolayca açıklanabilecek bir şey değil. “Bir çocuğu alıp büyütmek”ten ibaret değil çünkü. İstismara açık, eviçi hizmetinden yararlanılan biri besleme. Hukuki bir çerçevesi de yok işin. İşte bu yüzden çok iyi hikayeler duymanız mümkün ama besleme müessesi, içinde ekseriyetle bolca iç kanırtan hikaye barındıran bir olgu.
Emin Alper de bir söyleşide “Beslemelik meselesi beni çok küçük yaşlardan beri meşgul eden, tabiri caizse bir yazar olarak cezbeden bir konu. Çünkü bu kurum vesilesiyle sınıfsal farklılıkları en keskin, en dramatik şekliyle gözlemleme imkânına sahip oluyoruz. Aynı zamanda cinsiyet eşitsizliklerini de… Bir taraftan da bu meselenin Türkiye’de çok yaygın olmasına rağmen hiç konuşulmamış olması, edebiyatta sinemada hiç konu edilmemiş olması beni ayrıca şaşırtıyordu. Dolayısıyla bu konuyu muhakkak işlemeliyim diye düşünüyordum.” demiş. (Hiç yoksa, yukarıda bahsettiğimiz Havva var, Emin Alper’in dediği gibi “hiç konu edilmemiş” değil beslemelik; yeterince yada gerektiği kadar konu edilmemiş denebilir belki.)
Ortaokulda bir arkadaşım vardı, akşam televizyonda oynayan bir filmden açıp izledin mi diye sorardı. İzlemedim deseniz, zaten yandınız, sahne sahne anlatırdı filmi. Uyanıklık edip izledim deseniz, bu sefer de iyice ayrıntılara girerek, sizden de onay bekleyerek anlatırdı. Hayatta film ya da öykü “dinlemekten” daha sıkıcı çok az şey vardır herhalde. O öykünün ya da filmin size açıklanarak anlatılmasından. Dolayısıyla Kız Kardeşler’i anlatacak değiliz burada.
Velhasılıkelam Emin Alper’in Kız Kardeşler’i hikayenin geçtiği mekandan bağımsız olarak insanın genellikle hayvani denilen ya da karanlık denilen en insani özelliklerine doğru bir kazı yapıyor. Doğasında ya da belki fıtratında demek isterseniz, işte orada bulunan şeylere doğru estetik bir kazı Kız Kardeşler. İşte bu yüzden evrensel, estetik ve politik bir kazı; hikayesi sıkı dokunmuş, fazlalıklara, gevezeliklere yer olmayan bir kazı…
Buradan sevgili dostumuz Arif Mutlu’ya selam edelim. Kız Kardeşler hakkında, deve yaylımı yaparak da olsa, “taşra” demeden birkaç laf etmeyi başarabildiğimiz için bize bir aferinbad çekecektir herhalde.
Hamiş: Emin Alper’in edebiyatla sıkı bir ilişkisi olduğu filmlerinden belli. Bir söyleşide Kız Kardeşler’in hikayesini yazarken Çehov’un Çukurda adlı öyküsünü tekrar okuduğundan açıyor. Yalan yok, ben okumamıştım evvelce, Hasan Ali Ediz çevirisinden okudum. Filmle bir ortaklığı var öykünün. Yönetmenin ifadesiyle, “Filmde gerçekleşen dramatik olay Çukurda’da gerçekleşen dramatik olayla aynı.”
26.Eylül.19
Yüz Kitap ikinci romanını yayımladı: Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Tayga Sendromu tekinsiz bir hikayeyi tekinsiz bir dille anlatıyor. İşin aslı, anlatılan hikayeden çok yazarın dili getiriyor bu tekinsizliği. Muhtemelen yazıldığı dilde okunsa daha iyi anlaşılacak, kavranabilecek bir belirsizlik, tekinsiz bir sis var yazarın dilinde. Kısa bir roman Tayga Sendromu. İnsanın arkaik yanlarına dokunan bir tavrı var. Hansel ve Gratel, Kırmızı Başlıklı Kız gibi masallara, bu masalların gerçekte daha vahşi olan asıllarına gönderme yaparak ve tekrarlarla, kısa-kesik ifadelerle örüyor dilini. Keşke diğer kitapları da çevrilse Bayan Garza’nın, ilgi çekici, merak uyandırıcı bir dili ve dünyası var.
Cristina Rivera Garza sınırlarda yaşayan bir yazar. Meksika doğumlu ama uzun süredir ABD’de yaşıyormuş. Bir söyleşisinden öğrendiğime göre kurgu eserlerini İspanyolca yazıyor ama üniversitede verdiği dersleri İngilizce veriyor, makalelerini İngilizce yazıyormuş.
Sahil kentinde yaşayan ve anlatıcının çekici bulduğu bir adamın karısı (ikinci karısı olduğu ısrarla vurgulanıyor kitapta) başka bir adamla kaçar. Sahil kentinde yaşayan adam, kaçan karısının güzergah boyunca kendisine gönderdiği mektup ve telgrafları (Hansel ve Gratel, kırıntılar) topladığı kutuyu kadın dedektife verir. Aynı zamanda anlatıcı olan bu kadın dedektiften istenilen, kaçak aşıkları bulması ve dahası kadını geri getirmesidir. Ve fakat bu iş o kadar da kolay değildir. Kadın dedektif, kutupaltında bulunan tayga ormanlarına kadar gider. Kaçak kadını orada bulur. Bulur bulmasına ya, hikayenin içinde bir de kurt vardır (Kırmızı Başlıklı Kız), vahşi çocuk vardır (ki yazar burada François Truffaut’nun Vahşi Genç filminden açar). Kurt vardır deyip geçemeyiz, bütün roman boyunca anlatının içindedir kurt. Okur olarak biz de bu kurt kırmızısıyla ilerleriz metnin içlerine doğru. Tıpkı anlatıcının tayga ormanlarının içine doğru ilerlemesi gibi. Kurt metnin sonunda da çıkar ortaya. Bütün bu olanları, anlatıcı dedektifin günlüğünden, onun dilinden okuruz. Giderek de hangisi gerçek, hangisi (belki de) tayga sendromuna tutulmuş olan anlatıcının hayal dünyası, seçemez hale geliriz. Nedir, böyle sıkıcı bir biçimde özetlediğime bakmayın siz. Tayga Sendromu’nda asıl okunacak şey yazarın dili ve yarattığı kara atmosfer.
Tayga Sendromu için roman dedik. Yayınevi de öyle demiş zaten. Er meydanı burası, yalan kaldırmaz. Ben “novella, uzun-öykü, kısa roman” etiketlerini çok ayırt edemiyorum. Tam olarak hangi kıstaslarla ayrılıyor bu üçü birbirinden, anlamıyorum. Tayga Sendromu’nu okurken ise ince ayrımlardan vazgeçtim, metnin bu üç tanımlamadan birine neden girdiğini düşündüm. Kısa öykü değil, o kesin. Evet ama neden roman Tayga Sendromu? Nasıl roman?
Cevabımı yazarla yapılmış bir söyleşide buldum sayılır, sınırlarla ilgili bir soru sorulduğunda şöyle yanıt vermiş Bayan Garza, çevirmeye çalışayım:
“Sınırlar hakkında durmadan düşünmeye meyilliyimdir; bunun nedeni kısmen, vardığım ya da ayrıldığım her yerde, konuştuğum herkeste sınırlarla karşılaşmamdır. Bu bazen görünür bazen görünmez olan çizgiler, sahip olduğumuz bedenlere bağlı olarak bize sınırı geçme izni verir (ya da vermez). Bedenlerimizin önüne konulan fiziksel sınırlar, daha geniş bir epistemolojik matrisi oluşturur. Sınırlar bazen de içinde yaşadığım bu dünya hakkında bazı bilgi türleri oluşturma, bu dünyayı tanıma fırsatı verir. Sınırları oluşturmak, sorgulamak ya da geçivermek de siyasi manevralardır. (…) Tayga Sendromu, bu olguları çoğunlukla dolaylı anlatım yoluyla keşfetmeye koyuluyor; yalnızca sabit bir sınır yaratmıyor, hakkında düşünmemiz ve hayal etmemiz gereken daimi bir nirengi ya da filtre (söz gelimi, Tayga’nın kendisini zihnimizde canlandırmaya çalışmamız) ortaya koyuyor. [kitapta bir leitmotif gibi, varyasyonlarıyla karşımıza çıkan bir cümleyi hatırlatıyor yazarın söylediği: “Tarif edilemeyen bir şeyi hayal etmek zordur” ya da “Hayal edilemeyeni tarif etmek zordur”] Tercihen, bu kitap sizi şunları merak etmeye yönlendirir: Kim, hangi amaçla, hangi mesafeden, bana bunları anlatıyor? Yaşamaya davet edildiğim bu deneyim ya da bana verilen bu bilgi kırıntılarının kaynakları nelerdir? Bu kaynak ekseriyetle iki ya da üç adım uzaktadır, okuyucuyu bu iki üç adım hakkında düşünmeye teşvik etmektedir ki (bence) bu romanı roman yapan da budur.”
27.Eylül.19
Yeniden Kız Kardeşler’e döneceğim çünkü Altyazı dergisinde Fatma Cihan Akkartal’ın “Bir Sonsuz Döngü” başlıklı yazısında benim söylediklerimden daha önemli bir değerlendirme var, izninizle paylaşıyorum: “Bir Emin Alper filminde belki de ilk kez, anlatılan sanki kadının öyküsü gibi görünüyor. Tek bir kadın karakterin sanki yalnızca tecavüze uğramak, bir yaraya pansuman yapmak ve çocukla ilgilenmek için oradaymış gibi göründüğü Tepenin Ardı’nın aksine, burada kadın karakterlerin arzularıyla, duygularıyla ilgileniyor Alper.”
Altyazı dergisini üniversite için Ankara’ya geldiğim yıl okumaya başladım (daha öncesinde okuyamazdım zaten, çünkü bizim oralara dergiler pek gelmezdi). Uzun süre de takip ettim. Ortalama da olsa bir sinema izleyicisi olabildiysem Altyazı’nın katkısıyladır. Kısa bir süre ara vermek zorunda kalmıştı yayın hayatına.
Altyazı’nın yeni sayısında (Eylül-Ekim 2019) Görülmüştür adlı bir filmden de haberdar oldum. Filmin yönetmeni Serhat Karaaslan’la bir söyleşi yapılmış. Filmin senaryosuna Barış Bıçakçı’nın katkısı olduğunu, bilhassa yazarlık kursu hocasının diyaloglarını “büyük oranda” Barış Bıçakçı’nın yazmış olduğunu böylece öğrendim. İzlenecekler listesine ilk sıradan giriş yaptı Görülmüştür.
Bir de “Fasikül-Özgür Sinema” eki vermeye başlamış Altyazı. Bu ekte de Sırrı Süreyya Önder ile yapılmış bir söyleşi var. Bildiğiniz üzere Önder, mahpus tutuluyor. El yazısıyla yazdığı söyleşi cevaplarının üzerinde, kırmızı mürekkeple “GÖRÜLDÜ” damgası var.
• • •
Kaç gündür Samim Kocagöz’ün “Bu da Geçti Yahu” başlıklı anı kitabından açacağım, bir türlü sıra gelmedi. Yine başka bir dünlüğe kaldı ve fakat şunu da fıslamadan bitirmeyelim bu dünlüğü: yazı hakkı. Fakir Baykurt’un bir yazısını anı kitabına almış Kocagöz. Orada telif yerine “yazı hakkı” sözcüğünü kullanıyor Baykurt.
Bugün telif veren dergi, internet sitesi bulmak oldukça güç. Bizden öncekilerin anılarından öğrendiğimize göre ciddi meblağlardan komik rakamlara kadar düştü yazı hakkımız. Oysa, adı üstünde, hakkımız bu. Binbir emekle çattığımız eserlerimiz (hikaye, şiir, söyleşi, deneme, kitap değerlendirme yazısı, çeviri, vs.) üzerinden para kazanıyorsa dergiler (ya da e-dergiler), bizim hakkımızı da vermek zorundalar. Yazı hakkımızı.
Onur Çalı