Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.

Tuğba Gürbüz

aysun

Yazmaya İntihal Yaparak Başladım

İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. İlk şiirimi yazdığım o akşam Eurovizyon şarkı yarışması Türkiye seçmelerini siyah beyaz televizyondan ailece izliyoruz. O zamanlar Eurovizyon şarkı yarışmaları milli maçlarımızdan daha heyecanla izlenirdi. Avrupalıların bu yarışmayı önemsemediklerini duyar, ruhsuzluklarına hayret ederdik. Teyzemlerdeydik. Büyükler, günlük dedikodulara dalmışlar. Kardeşim, kuzenlerim tam bir curcuna; ben halıya yüzüstü uzanmış sözde ödev yapıyorum. Önümde defter açık, ağzımda kurşun kalemin tadı. O yıllarda tepesine basınca uç veren kurşun kalemler yoktu. Ders çalışma biçimimiz de aşağı yukarı anlattığım gibiydi. Çalışma masaları, özel çocuk odaları iflah olmaz tek tip yaşantılarımıza sonradan eklendi. Bizim anne babalarımız günümüz ebeveynlerinden yani bizlerden epey farklıydı. Psikolojimize bugünkü gibi kafa yormaz, çocuklarını kendi projeleri gibi görmezlerdi. Belki de hayatın ritmine bizden daha saygılıydılar. İyi ki de öyleymişler; su akıp yolunu buldu. Günlük dertleri, toplumsal kaygıları vardı. Ülkenin sorunlarını, eğitim sistemini, siyasi gidişatı konuşur, karınca kararınca düşünce üretirlerdi. Bugünkü donuk, bireysel algımızla karşılaştıracak olursak o heyecanlı kuşağı özlüyorum.

İlk şiirimi bunları düşünerek yazmadımsa da sonradan okuyup yazarken bunları sıkça düşünür oldum. O geceki şarkı yarışmasında siyah beyaz televizyonda arz-ı endam eden şarkıcılardan yalnızca Ali Rıza Binboğa kalmış aklımda. Anımsatmak gerekirse sloganı andıran şarkı sözleriyle kendisi, toplumcu sanatın neferlerindendi. “Yarınlar bizim, daha da mutluyuz yarınlarda…” diye, nakaratını yarım yamalak anımsadığım şarkısı “ilk şiirimi” yazmam için gereken coşkuyu sağlamış olabilir. O sırada defterime “minik kuş” başlığını attım. Arkasından dallar, kuş yuvaları, uçmak, bahar ve benzeri sözcüklerle iki dörtlük ortaya çıktı. Bir baktım, şiir… Tabii şiir derken bunu lütfen o zamanki şiir anlayışım içinde değerlendiriniz! Sonrasını pek net anımsamıyorum. Anneme babama göstermiş olmalıyım. Tahmin edebileceğiniz gibi onlardan aldığım alkışla kendimi şair sanmalar filan. İlk şiirim Ayvalık’ta o yıllarda çıkan yerel gazete Hürses’te yayınlandı. Okulda herkes duydu, gizliden gizliye belki de pek açık bir böbürlenmeye kapılmış olmalıyım. Mutlu muyum? Hayır, asla! Bu durumda bile huzursuz olacak, sevincimi kanırtacak bir yan buldum. Kendi kendime bu şiiri nasıl oldu da yazdım diyorum. Şiir bu, kolay iş değil. Acaba ben o gece, böyle kuşlu filan bir şarkı dinledim de bu şarkının sözlerini yürütüp kendime şiir mi yaptım, diye düşünüyorum. Bana göre “minik kuş” çok iyi bir şiir! Böylesi dizeleri yazacak yetenekte olabilir miyim, diye kendimi yiyip bitiriyor, düşündüklerimi kimseyle paylaşmıyorum. Şüphemin kanıtlarını bulamadığım gibi şiirin bana ait olduğuna da hâlâ inanamam. Yazdıklarım ne kadar özgün sorusu bugün de huzursuzluğumun başlıca kaynağıdır. O zamanki söyleyişimle yürütme, yani intihalin sınırları nerede başlayıp nerede sonlanır bunu hiç bilemedim. Tabii ben o zamanlar Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ta “Esrarını Mesneviden aldım / Çaldımsa da miri malı çaldım” dediğini bilmiyordum. Sonraki yıllarda Nobelli ünlü yazarımız da sırtını Hüsn-ü Aşk’a dayayıp intihal suçlamalarını aynı dizelerle geri püskürttü. Bütün bunları ilk şiirimi yazmam üzerinden uzun zaman geçtikten sonra öğrendim. Artık içim daha rahat; bir yazı emekçisi olarak postmodern edebiyatın olanaklarından sonuna kadar yararlanmaya kararlıyım. Benzer bir şüphe durumunda da Şeyh Galip’in ünlü dizeleri imdadıma yetişir diye düşünüyorum.

Aysun Kara