Severny Vestnik, Petersburgkaya Gazeta, Novoye Vremya gibi dönemin ünlü edebiyat dergilerinde 1888-1889 yıllarında yayımlanan öykülerinde Anton Çehov henüz otuzuna varmadan anlatı sanatında bir virtüoz olduğunu ispat eder. Erken gençlik dönemi öykülerindeki keskin gözlem ve dikkat yetisini Kunduracı ile İblis’te külyutmaz bir mizah duygusuyla birleştiren Çehov, sıradan görünen durumlardaki bit yeniklerine işaret ederek dünya edebiyatında durum-kesit öykücülüğüne öncülük eder. Modern öykücülüğün tohumlarını atan Anton Çehov’dan yalın, abartısız, ihtişamsız bir başyapıt.

Kunduracı ile İblis, Çehov’un Rus öykücülüğünde yeni bir kulvar açan başyapıtlarından oluşan bir seçki.

chekhov.jpg

Adsız Öykü

(Без заглавия)

5. yüzyılda da güneş şimdiki gibi her gün sabahleyin doğar, akşamleyin de uykuya yatardı. Sabahları güneş ışınları çiyle öpüştüğünde toprak yeniden dirilir, hava sevinç çığlıkları, coşku ve umutla dolar, akşamları ise her şey sessizleşerek koyu bir karanlığa gömülürdü. Gündüzler gündüzlere, geceler gecelere benzerdi. Arada bir bulutlar toplaşır, gök öfkeyle gürler ya da yolunu şaşıran bir yıldız gökyüzünden hızla kayar giderdi. Solgun yüzlü bir keşiş koşa koşa manastıra gelir, keşiş kardeşlerine yolda bir kaplan gördüğünü anlatırdı, işte bütün değişiklik buydu. Bunun dışında gündüz gündüzün, gece gecenin aynısıydı.

Keşişler durmadan çalışır, Tanrı’ya dua ederlerdi. Başkeşiş ise bir yandan Latince şiirler yazarken bir yandan da org çalıp kutsal müzik bestelerdi. Bu olağanüstü aksakalın inanılmaz yetenekleri vardı. Orgu öyle güzel çalardı ki, en yaşlı keşişler bile kulakları epey sağırlaştığı halde nefis müziğin ezgileri hücrelerine ulaşınca gözyaşlarını tutamazlardı. Başkeşiş en olağan şeylerden, diyelim ağaçlardan, hayvanlardan, denizden söz ettiğinde keşişler onu dinlerken ya coşkuyla gülümser ya da hüngür hüngür ağlarlardı. Sanırdınız ki, orgun telleri gibi onların gönül telleri de titreşiyor. Başkeşiş öfkelendiğinde, karşı konulmaz bir sevince kapıldığında ya da çok korkunç, çok yüce bir şeyden söz etmeye başladığında tutkulu bir esin (ilham) sarardı tüm benliğini; gözlerinde yaşlar ışıldar, yüzü pembeleşir, sesi gürleşirdi. O zaman onu dinleyen keşişler yaşlı pirlerinin esinlenmesinin onların ruhlarını da tutsak ettiğini hissederlerdi. Böyle olağandışı, görkemli dakikalarda yüce ihtiyarın onların üzerindeki etkisi sınırsızmış gibi gözükürdü. Manastırdaki keşişlere, “Denize atın kendinizi!” dese gözlerini kırpmadan yerine getirirlerdi pirlerinin buyruğunu.

Onun ulu Tanrı’yı, yeri, göğü övdüğü müziği, sesi, şiirleri keşişler için sürekli sevinç kaynağını oluştururdu. Ama öyle günler olurdu ki, yaşamın tekdüzeliği içinde ağaçlar, çiçekler, birbirini kovalayan mevsimler, denizlerin gümbürtüsü can sıkıntısı verirdi onlara, kuş sesleri tatsız gelmeye başlardı. İşte böyle günlerde yaşlı pirin yetenekleri onları ekmek yer gibi doyurur, su içer gibi kandırırdı…

Böylece aradan yirmi-otuz yıl aktı gitti. Günün günden, gecenin geceden gene hiç farkı yoktu. Manastırın kapısının önünden yaban hayvanlarından, yırtıcı kuşlardan başka kimse gelip geçmiyordu.

En yakın kasaba ya da köy çok çok uzaklardaydı; oradan manastıra, manastırdan oraya gitmek için insanın çölde en azından yüz fersah yürümesi gerekirdi. Çölü aşmak isteyen biri ya yaşamaktan nefret etmiş olmalı ya bile bile ölümü göze alarak gömüte girer gibi çöle salmalıydı kendini.

İşte bu yüzden bir gece manastırın kapısını yabancı bir adam çaldığı zaman keşişler son derece şaşırdılar. Adam uzak kentlerden birinden gelmişti; üstelik yaşamayı seven, sıradan günahlılardan biriydi. Manastırdan içeri girer girmez başkeşişin dua okuyup onu kutsamasını istemek yerine kendisine şarap ve yemek vermelerini söyledi. Böyle uzak bir kentten nasıl olup da yolunun çöle düştüğünü sormaları üzerine uzun bir avcılık öyküsü anlatmaya başladı. Sözde ava çıkmış, geçtiği yerlerde içkiyi fazla kaçırıp yolunu şaşırarak ta buralara kadar gelmişti… Kendisine keşiş olmasını, böylece ruhunu kurtarmasını önerdikleri zaman ise gülerek, “Ben sizlere yoldaş olamam!” diye karşılık verdi.

Karnını doyurup bir güzel kafayı çektikten sonra anlattıklarını ilgiyle dinleyen keşişlere döndü, onları suçlarcasına başını salladı.

“Ey rahipler, sizler burada ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bana kalırsa yiyip içmekten başka hiçbir şey yaptığınız yok. İnsanoğlunun ruhu kötülüklerden böyle mi kurtulur? Siz burada huzur içinde yer içer, mutluluk hayalleri kurarken dış dünyada din kardeşleriniz boş yere yok olup gidiyor, sonunda cehennemi boyluyorlar. Bir bölümü açlıktan kırılıyor, bir bölümü de altınlarını nereye harcayacaklarını bilemedikleri için, işrete dalarak, bala saplanan sinekler gibi geberip gidiyorlar; insanlarda ne inanç kalmış ne de gerçeklik duygusu! Peki, onları kurtarmak kimin işi? Doğru yolu onlara kim gösterecek? Sabahtan akşama dek içki içen benim gibi biri mi? Ulu Tanrı dört duvar arasında oturup kılınızı kıpırdatmayasınız diye mi sizlere derin bir inanç, dingin bir ruh, seven bir yürek verdi?”

Kentli adamın sarhoşluğuna sığınarak söylediği bu cüretli sözler saygı sınırlarını aşıyordu, gelgelelim başkeşişi garip bir biçimde etkilemişti. Keşişleriyle şöyle bir bakıştıktan sonra sapsarı bir yüzle onlara dedi ki:

“Kardeşlerim, adam doğru söylüyor! Gerçekten dışarıdaki din kardeşlerimiz akılsızlıkları, zayıflıkları yüzünden günaha giriyor, inançsızlık içinde yok olup gidiyorlar. Bizler de sanki hiçbirimizi ilgilendirmiyormuş gibi kılımızı kıpırdatmadan oturuyoruz. Bu duruma göre ben niçin onların arasına girip unuttukları İsa’yı kafalarına sokmayayım?”

Ertesi gün bastonunu aldı, keşiş kardeşleriyle uğurlaştı, yabancının geldiği kentin yolunu tuttu. Keşişler ise onun müziğinden, konuşmalarından, şiirlerinden yoksun, manastırda kendi başlarına kaldılar.

Aradan bir ay geçti, iki ay geçti, başkeşişi çok özlediler, ama ondan hiç haber yoktu. Üçüncü ayın bitiminde bastonunun tanıdık tıkırtısını duydular manastırın kapısında. Bütün keşişler başkanlarını karşılamak üzere kapıya üşüştüler, onu soru yağmuruna tuttular, başkeşiş ise onları sevindirecek yerde acı acı ağlamaya başladı, ama ağzından tek söz çıkmadı. Keşişler başkanlarının iyice yaşlanıp çöktüğünü fark etmişlerdi, yüzünden yorgunluğu yanında derin bir üzüntü okunuyordu; ağlaması, gücendirilmiş bir adamın ağlamasıyla tıpatıp aynıydı.

Bunun üzerine keşişler de ağlamaya başladılar, ona niçin ağladığını, yüzünün niçin asık olduğunu sordular. Ama başkeşiş gene bir şey söylemedi, gidip hücresine kapandı. Böylece tam yedi gün bir şey yiyip içmeden kaldı orada; yalnızca org çaldı, hıçkıra hıçkıra ağladığı duyuldu… Keşişler kapısını çalıp üzüntüsünü paylaşmak istediklerini söyledikleri zaman derin bir sessizlikle karşılaştılar.

Sonunda çıktı hücresinden…

Bütün keşişleri çevresine topladı; ağlamaklı, öfkeli, üzüntülü bir yüzle son üç ayda başından geçenleri anlatmaya koyuldu. Manastırdan kente kadar geçen yolculuğunu anlatırken sesi sakindi, yüzünde gülücükler oynaşıyordu. Uzaklardaki kente değin kuşların ötüşünü, derelerin çağıltısını dinlemiş, yüreğine tatlı gençlik umutları dolmuş. Tıpkı savaşa giden, utku kazanacağına inanan bir savaşçı gibi hissediyormuş kendini. Böyle hayaller kurup şiirler düzer, marşlar mırıldanırken yolun nasıl bittiğini anlamamış…

Sıra kentte insanlar arasında geçirdiği günleri anlatmaya gelince birden sesi titredi, gözleri öfkeyle parladı. Kente girerken karşılaştığı görüntüyü daha önce ne görmüş ne de böyle bir şeyi aklına getirmiş. Ancak orada bu geçkin yaşında ilk kez şeytanın bunca güçlü, insanların ise böylesine zayıf, zavallı olduklarını görüp şaşakalmış. Şu bahtsız rastlantıya bakın ki, ilk karşılaştığı yer ahlâksızlık yuvası bir evmiş. Buraya bol paralı elli kadar adam doluşmuş, ölçüsüz biçimde yiyip içerek eğleniyorlarmış. Şaraptan kafaları dumanlandıktan sonra şarkılar, türküler arasında öyle iğrenç sözler söylemeye başlamışlar ki, Tanrı’dan korkan bir insan bu sözleri ağzına almaya çekinirmiş. Sınırsız derecede mutlu, atak, akıllarına eseni yapan bu sarhoşların şeytandan da, ölümden de korktukları yokmuş. Canlarının çektiğini ele geçirmeye çalışıyor, şehvetleri onları nereye sürüklerse oraya koşuyorlarmış. Üzerinden altın rengi zerreler uçuşan kehribar duruluğundaki şarapları öylesine lezzetli ve güzel kokuluymuş ki, içenler bir daha içmek ister, yüzlerinde mutlu gülücükler oynaşırmış. İçinde sakladığı şeytanca güzelliği biliyormuş gibi neşeli kıvılcımlar saçan şarap, onu içenlerin yüzündeki gülücüklere gülücükle karşılık veriyormuş sanki…

Başkeşiş kızgınlığı gittikçe artarak, öfkesinden ağlayarak gördüklerini anlatmayı sürdürüyordu; işrete dalan bu insanlar ortaya bir masa koymuşlar, üzerine de yarı çıplak bir kadın çıkarmışlar. Böylesine güzel, böylesine büyüleyici bir kadını tasavvur etmek, onun gibisine rastlamak çok zormuş. Uzun saçlı, kara gözlü, kara kaşlı, etli dudaklı, esmer tenli kadın kar gibi beyaz dişlerini göstererek, “Görüyorsunuz, ben ne kadar güzelim, ne kadar cesurum!” dercesine utanmazca, küstahça gülümsemekteymiş. Kadının giydiği atlaslar, ipekliler güzelliğini örtmek istercesine omuzlarından aşağı dökülüyormuş, ama güzellik kolay kolay gizlenemeyeceği için bahar toprağının altından fışkıran körpe yeşillikler gibi onun gençliği, güzelliği de giysilerinin kıvrımları arasından kendini belli ediyormuş. İşte utanmaz kadın böyle gülümseyerek şarap içip şarkı söylerken her isteyene de kendini verirmiş…

Yaşlı başkeşiş iffetsiz kadını bırakıp öfkeyle ellerini sallayarak at yarışlarını, boğa güreşlerini, tiyatroları, çıplak kadın resimlerinin çizildiği, çamurdan heykellerin yapıldığı sanatçı işliklerini dile getirmeye başladı. Kendinden geçercesine, orgunun görünmez tellerine vururcasına, coşkuyla, gördüklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu; keşişler ise donakalmış bir durumda onun anlattıklarını can kulağıyla dinliyor, heyecandan solukları kesiliyordu. Başkeşiş böylece haramın çekiciliğini, şeytanın etkisinin baş döndürücülüğünü, onlara yasak kadın bedeninin büyüleyiciliğini bir bir ortaya döktükten sonra iblisi lanetleyerek hücresine çekildi, kapısını sımsıkı kapattı.

Ertesi gün hücresinden çıktığında manastırda tek keşiş kalmamıştı. Hepsi kaçıp uzak kente gitmişlerdi.