IMG_3739.JPG
Yasemin Seven Erangin

Hacer benim adım. Evleri seviyorum ben. Her türlü evi, derli toplu, dağınık, temiz, kirli. Benim için hepsinin içinde koku var, orada yaşayanların, yaşananların kokusu. Uzun zamandır yapıyorum bu işi. Herkese yapıyorum, ayırt etmeden, kim isterse. En iyi şekilde yaparım işimi, kimse tek kelime edemez. İstesem de bırakamıyorum, alışıyor insan. Bir kafede otururken bile masanın üzerini siliyorum, küllüğü boşaltma ihtiyacı hissediyorum ne bileyim, boşları yan yana alıyorum. Soruyorlar bana “Yorulmuyor musun?” Yoruluyorum ama seviyorum. Sevdiğin iş seni sadece yorar ama ruhunu çürütmez. Adım Hacer, Sivaslıyım. Ne tuhaf insan kendini anlatırken hemen memleketini söyler. İnsan damarını coğrafyasından alır, toprağının kokusundan, renginden.

Evliyim, kocamın adı Rıza. Rıza iyi adamdır, namazında niyazındadır. Etliye de karışmaz sütlüye de. Bir hukuk bürosunda muhasebeci olarak çalışır. Yıllardır söyler bana “Yapma kızım şu işi, temizlikçilik yapacak kadar düşürme kendini. Yetiyor bize kazandığımız para.” Haklı, çok şükür yetiyor. Oysa meselem ne para ne de başka bir şey. Meselem hikâye, koku, insan, yaşanmışlık. Yazarım aslında ben, çocukluğumdan beri yazarım. Kendimi, başkalarını, sokakları, bir tırtılın kelebeğe nasıl dönüştüğünü, hepsini yazarım. Ama bir Allah’ın kulu bilmez bunu. Rıza bile. İçimde öyle bir duygu var ama bir gün mutlaka herkes okuyacak beni.

Hikâyeleri, biriktirdiklerimi bilmez Rıza, bilmediği için de her seferinde kızar, “Çalışma” der bana, ben de “Olmaz” derim. Ayrıca seviyorum o hayatları. Kabasını, küstahını, naifini, sinirlisini, hastasını, takıntılısını, hayat kadınını, asosyalini… Hepsini ayrı bir seviyorum.

Sivas’ın Zara’sında doğdum, Rıza da oradandır. Çocukken vurulduk birbirimize… Çok sevdik. İkimizde ailelerimizin istenmeyen çocuklarıydık. Ben bebekliğimden bu yana şişman, o bebekliğinden bu yana sakattı. Sol bacağı kısaydı. Annesi küçükken onu düşürmek için olmadık şeyler yapmış. Başarılı olamamış, olan Rıza’ya olmuş. Yürüdükçe kalçası yukarı savrulur. Ben de en çok bunu severim. İlk gecemizde çok korktuk birbirimizden. Beni gördüğünde yüzündeki şaşkınlığı ve korkuyu saklayamadı tabii. Etlerimden korktu, kat kat duran etlerimden, çatlaklı etimden, etlerimin birleşen yerlerinde birikmiş pamukçuklardan. Ben de ondan korktum, kalçasındaki çıkık kemikten, bacağının kısalığından. İnsan çıplakken başka biri oluveriyor sanki. Oysa o beni bilir, ben onu bilirim. İnsan teni başka, insan çıplaklığı başka… Dışarıda gördüğüm Rıza değildi sanki karşımda duran kişi, zaten ilk kez bir erkeği bu kadar çıplak görüyordum. Ondandır belki dedim. Ama bir parça bezin neler değiştirdiğini de gördüm böylece. Hayıflandım. Ben kendimi hep sevdim, çocukken de genç kızken de birinin koynunda yatarken de. Ah etmedim vah etmedim. Neden şişmanım demedim. Öyle değil böyle değil baya şişmandım, hâlâ şişmanım. Kaç kilo olduğumu duysalar vallahi billahi küçük dilini yutar herkes. Umursamaz değildim aksine çok kırılgandım. Kardeşlerim nemez kokuyorsun diye benden kaçarken de annem saçlarımı tararken burnunu kapattığında da hep kırılgandım. Şişmanlığın bir kötülüğünü görmedim ben, zor nefes almak, hareket ederken zorlanmak, kollarından sarkan etlerin yazın yara olmasından başka. Kokmuyordum ayrıca, sürekli yıkanırdım ben neden kokacaktım. Kız kardeşim İpek çok eziyet ederdi bana, çocukluktan mı, kalbinin kötülüğünden mi bilmem ama canımı çok acıtırdı. Binbir çeşit oyunlar oynar, tuzaklar hazırlar, beni küçük düşürmeye çalışırdı. Ama işi çok zordu. Ben kendimi severdim çünkü, utanacak sıkılacak bir durum olduğunu düşünmez, olanları şakaya yorardım. Ama bilirdim bir taraftan da gerçeği. Küçük görmek onun en büyük meziyetiydi.

Rıza ile evlendiğimizde on sekizimize yeni varmıştık. Rıza, liseyi bitirmiş üniversite hazırlanıyordu. Ben ortaokula kadar okuyabilmiştim. Öyle çok isterdim ki okula devam etmeyi, derse girmeyi, teneffüse çıkmayı, kızlarla kolkola okulda gezmeyi. Dert etmedim, Rıza okusundu ben destek olurdum. Olmuştum, hep olurdum. Rıza üniversiteyi kazandı, ben ailesi ile birlikte kalacaktım o da okumaya gidecekti. Çok zor geliyordu bana ama biliyordum ki sonrası bizim için güzel olacaktı. Her şeye dayandım. Kayın valideme, ayaklarımın altı ezilinceye kadar çalışmaya, kayınlarımın ve görümcelerimin laflarına, hepsine dayandım. Rıza ile aramızdaki bağ daha kuvvetlendi.

Acılarımız, özlemlerimiz birbirimize iyice bağladı bizi. O benim yerim yurdumdu ben onun kuş cıvıltısı, ırmağı, toprağı… Biriken mektuplar şahitti bize. Okumayı çok severdik ikimiz de. Bana gönderdiği kitapları köşe bucak saklar, okumak için gece yarısını beklerdim. Neyse ki küçük görümcem onlar kadar kötü değildi ve ben onunla aynı odada uyurdum. Okul bitip Rıza gelince evdeki suratlar asıldı. İki boğaz vardı fazladan, onların ailesinden olmayan. Neden böyle gördüklerini biliyorduk. Ama ne Rıza ne de ben üzülmüyorduk. Rıza birçok işi yapıyor ama yine de yüzlerini güldüremiyordu. Ne annesinin ne de babasının kanatları altına sığınamıyordu. Sanki onların evlatları değildi Rıza. Bir kemik azlığı, bir et fazlalığı mıydı onları rahatsız eden? Oysa o kadın doğurmuştu onu, o taşımış o emzirmişti. Normalde böyle olmazdı hele de köy yerinde. Erkek evlat imandı, güçtü onlar için ama Rıza öyle görülmedi hiç. Ben de ondan farksız değildim. Ben de sevilmedim. Ben kız çocuğu olduğum için garip gelmiyordu. Gerçi evdeki diğer kızlar seviliyordu ama… Köydeki kız arkadaşım Zeliş severdi beni. Bana kır çiçekleri getirir, haşlanmış buğday getirir, saçlarımı örerdi. Annem yoktu sanki, kız kardeşim, babam. Yaşarken kimsesiz olmak çok keder verici olmasına rağmen çok dert etmedim. Alın yazısıydı, isyana, bağırmaya çağırmaya gerek yoktu. Rıza çok üzülürdü bu duruma ona da derdim hep sen bana nefes ben sana sığınak olacağım canım, cancağazım. Üzülme. O da öğrenecekti üzülmemeyi, kırık kalple bakmamayı, biraz yaşamak lazımdı. Güzel olacaktı.

Bir gece kulağıma fısıldadı Rıza “Yakında gideceğiz çiçeğim” dedi. O an umrumda olan tek şey Rıza’nın sesiydi. Beni sakınıyordu kendinden bile, öyle tuhaf bir duygu ki sevilmek; damarlarım yeşeriyor, çocukluğumu dikiyor sanki kadınlığıma. Bir gün çok hastalandım, önce âdet sancısı sandım, sonra acıdan bayıldım. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Başımda annem ve Rıza. Annem bana dik dik bakıyor, ben ona bakınca da kaçırıyordu bakışlarını. Evet beni sevmediğini biliyordum ama bu bakışın sebebi farklıydı. Sonuçta hastanedeydim, ne olmuş olabilirdi? Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kısır olduğumu öğrenmiştim. Nasıl, neden, geçici mi? Kısırlığımla ilgili hiçbir şey bilmezdim, henüz on dokuz yaşındaydım. Rıza, hastaneden çıkarken elimi tuttu. Gülümsedi ve kulağıma fısıldadı:

“Sen sağ ol, bu bana yeter.”

Umurumda olan tek şey Rıza’ydı, güneşin ışığı ve elindeki nemdi. Eve döndüğümüzde karşılaştığım bakışlar beni şaşırtmadı. Babam ve kardeşlerim de gelmişti, kaynanamlarla birlikte salonun ezik minderine çökmüş oturuyorlardı. Salonun kapısına adım atar atmaz babam kalktı yerinden, üzerime yürüdü ve hiç beklemediğim bir anda tokadı bastı suratıma. Rıza şaşkına dönmüştü, beklemediği bir hareketti bu. Ağlamadım. Kafam dik baktım suratına. Rıza babama baktı. Kızardı bozardı yumruklarını sıktı ama gözlerinin en öfkeli odasına baktı. Babam ikimizin bakışlarından da korkmuştu. Onun kızı nasıl kısır olurdu! Onuruna leke sürmüştü bedenim. Rıza elimi tuttu. Uyuduğumuz odaya götürdü beni. Kapıyı kapattı, sıkı sıkı sarıldı bana. Gözündeki yaş yazmama düştü, omzum ıslandı.

Henüz bu olayın ruhumuzda açtığı deliği fark etmemiştik ki Rıza’nın İstanbul’daki arkadaşı Mert’ten haber geldi. Rıza’nın okurken staj yaptığı şirketten iş teklifi gelmişti ona ama Rıza’ya ulaşamadıkları için Mert’i aramışlardı. Yaramıza ilaç gibi geldi bu iş. Rıza hemen İstanbul’a gitti, birkaç günde bütün hazırlıkları yaptı. Ev kiralandı, temizlendi. Mert ve Rıza her detayı düşünmüştü. Rıza geri geldiğinde ben de hazırdım. Gidecektik. Bize eziyet eden, ruhumuzu kıran, onurumuzu ezen her şey geride kalacaktı. Acılarımızı bu köye gömüp gidecektik.

Evdeki herkes mutluydu. Hiç sevmemişlerdi bizi. Biz sevdik birbirimizi. Rıza, arkadaşı Mert’in arabası ile gelmişti beni götürmeye. Rıza kimseyi öpmedi, benim de öpmemi istemedi. Haklıydı, haklıydık. Yola çıktık. Geze geze, güle güle bitirdik yolu. Şehre vardığımızda aklım yerinden çıktı. Mert’in oturduğu semte gittik. Sıska, sarı saçlı mavi gözlüydü. İyi bir adamdı Mert. Yüzünde iyilere özel çizgiler vardı, bolca çekmiş çokça okumuş insan izleri. Bahçe katı güzel bir evi vardı Mert’in. Rıza’dan öğrendim ki Kadıköy deniyormuş oraya.

Koca kente bu kadar insan fazlaydı sanki. Kafanı çevirdiğin yer insan, doğanın kokusu yok olmuş, kaçmış gitmiş kuş böcek kula terk etmişler her bir yeri. Korkmuştum bu koca ejderhadan ama alışacaktım. Hem insan neye alışmazdı, dört kutsal kitapta bu yazmaz mıydı? İnsana verilen dağlara verilse dağ çökerdi. İnsan alışırdı, gamsızdı, unutkandı, yeniyi isterdi, eskiye gözü gönlü alıştıkça kaçardı ondan. İzler kalmaz mıydı elbet kalırdı bizde buna yaşam derdik, hayat derdik, aşk derdik!

Kadıköy’de yeni, sarı renge boyanmış bir apartmanın ikinci katına yerleştik. Kutu gibi, bembeyaz boyalı bir evdi. Minik bir balkonu vardı. Pencereleri açınca deniz kokusu doluyordu içeri. Köydeki o incitici baskıdan sonra burası bana cennetti. Zaten Rıza vardı, o olunca her yer çiçekleniyordu. Canım Rıza. Eşyalarımızı aldık birkaç gün içinde. Hafta başında Rıza işe başladı. Önce evde yalnız kalmaya korktum. Bu korkuyu yansıtmadım hiç ona, yoksa nasıl giderdi işe. Canımın içi Rıza, gülüm, toprağım, sevdiğim. Yemek yapıyor, kitap okuyor, temizlik yapıyor, komşularımı ziyaret ediyordum. Ne köyü özlüyordum ne de ailem dediğim paçavraları. Güzeldi hayat. Geziyorduk, koklaşıyorduk, öğreniyor öğretiyorduk, tek eksiğimiz bir çocuktu ama ikimiz de acı çekmiyorduk.

Zaman böyle böyle geçerken kendimi boşlukta hissetmeye başladım. Ne kadar çok evde işim olsa da kendimi işe yaramaz, boş, vasıfsız hissediyordum. İnsan kendi yaşamını başka birininkinden besleniyor gibi hissedince sarsılıyor. Parazit gibi salya akıtıyordum sanki ona. Kendimi parazit gibi hissediyordum. Hayata açılmanın, kitapların ve apartmanın dışında olan hayatın bana öğreteceklerine kucak açmanın vaktiydi. Konuyu Rıza’ya açtım. “Hay hay” dedi. Bir arkadaşının iş yerinde evrak işleri yapacaktım. Arkadaşı pazartesi için randevu verdi bana. Gidip görüşecek sonra da başlayacaktım. Umutluydum, Rıza’nın arkadaşı olur da nasıl iş vermezdi onun karısına. İstanbul’a geldiğimden bu yana sekiz kilo daha almış, zor hareket eder olmuştum ama bu ne beni ne de Rıza’yı rahatsız etmediği için hiç önemsemedik. Herkes çalışabilir herkes hayal kurabilir herkes evrakları takip edebilirdi. Ne zaman dışarı çıksam bakışlar üzerime kilitleniyor, ah vah sesleri çoğaldıkça bana gelmesi daha kolay oluyordu. Market çalışanı, kuaför, kapıcı, trafikte duran araç şoförleri. Gözler hep bendeydi. 

Rıza’nın arkadaşı benimle tanıştı, görüşme yaptı, gülümsedi, anlaştı. Şirket çok güzeldi, beyaz koltuklu, sıcak ve tertemiz… Altın renkli bir tepsinin içinde, yanında minik kalp şeklinde kurabiyelerle geldi çaylarımız. O kadar resmi bir yer değildi, herkesin içiçe çalıştığı tatlı bir yer olması beni sevindirmişti. Rahat edecektim burda. Ancak hayal ettiğim gibi olmadı. Cevap olumsuzdu. Olumsuz olması değildi aslında beni yıkan, çaylarımızı içip görüşmemizi yaptıktan sonra Mert’in arkadaşı olan, kısa boylu, zayıf, esmer adamın daha ben odadan çıkmadan çekmesinden oda spreyi çıkarıp sıkmasıydı. Kokuyordum, mevsimden, sıcaktan, hararetten değil… Etlerimden, yağlarımdan, gıdımdan yayılan koku onu da boğmuştu. Yıkıntılar içinde kalmıştım o an. Rıza’ya anlatmadım bunu, kırılırdı, incirdi, kim bilir arkadaşına laf söyler işleri bozulurdu. Tövbe! Rıza teselli etti beni. Ama bu kez ben o kadar iyimser değildim. Siyah perdeler çekmiştim kalbime yakın pencerelere. Birkaç gün öyle vuruk gezdim ki, mutsuz, enerjisiz, acılı… Evin içinde ayaklarım yataktan çıkmıyordu. Yemek istemiyor, uyanmak eziyet gibi geliyordu. Birkaç hafta Rıza ile birbirimize uzak iki tepe gibi yaşadık. Koklaşmıyor, gülüşmüyor, ağzımızı bıçak açmıyordu. Ben gecelik giymeyi bırakmıştım o da yatağa yatarken dişlerini fırçalamayı.

Bir akşam Rıza eve geldiğinde hafif alkollüydü. İçmezdi Rıza, namazını kılar, dua eder, kalbini ılık tutardı. Ama bu kez içi üşümüştü sanki, çözülsün diye kendini alkole mi vermişti. Oturdu koltuğa, ben de karşına oturdum. Rıza ağladı, Rıza sızlandı, Rıza yalvardı. Beni özlediğini anlattı, kafanın altında duran bedene kurban olurum dedi, cıvıltın yok dedi, ağladı da ağladı. O an öyle bir sarsıldım ki hem içim hem dışım yerle yeksan oldu. Kalktım yanına gittim, boynuna doladım koca kollarımı… Ağladık, koklaştık… Ertesi sabah Rıza namazını kıldı, duasını etti. Eski kıvamımıza döndük. Ağlamak peşine sürükler merhameti, özlemi, acıyı derdi annem.

O gün komşu evinde toplanacaktık, kalktım giyindim, gözlerime kalemimi çektim. Her zamanki gibiydim. Aynaya baktım; güzelliğime şaşırdım, hayran oldum, sevdim bin kez daha kendimi.

Apartmandaki kızlarla sohbet ederken bir temizlikçi konusu açıldı. Kimseyi bulamadıklarından, kimseye güvenmediklerinden şikâyet edip duruyorlardı. Bir şimşek çaktı kafamda. O bendim işte. Şişman, temiz, duygusal, enerjik ve güvenilir. Rıza’ya anlattım. Önce olumsuz karşıladı. “Yorulursun, kıyamam sana, olmaz” dedi, “El âlemin pisliğini temizleme” dedi. Sonra ikna ettim onu ve ilk işimi aldım. Bu işte kendimi kanıtlayıp bir sürü eve girecek, bir sürü hayatlara şahit olacaktım. Bu kentin kalbine girecektim.

İlk iş günümdeki kadın bir televizyon programında yapımcıydı. Tuhaf denecek kadar çatallı bir sesi vardı. Ama kaliteli, üst düzey bir kadındı. Beni gördüğünde irkildi, normaldi. Sakinleştirdim, bir kahve pişirdim, köpüğü İstanbul kadar gözenekli. Konuştuk, gülüştük, azalınca kalbindeki korku, bakışındaki irkilme de yok oluverdi. Yüzümdeki gülümseme şaşırtmıştı onu, farkındaydım. Temizliğe başladım. O gün kadın işe gitmedi. Bütün gün beni izledi. Müdahalesiz, şaşırarak ve tebessümle. O gün aldığım parayı yastığımın altında tuttum. Kazandığım ilk paraydı ve ben mutluydum. Kemiklerim ağrıyordu ama öyle huzurluydum ki kuş tüyü yataklarda masajlar yapsalar bu kadar mutlu gitmezdim eve. Özlemdi, buluttu, yağmurdu, güzeldi hayat. Saçlarıma şehir değdi, bozkır değdi, köyün toprağı değdi öyle uzun yürüdüm öyle uzun gülümsedim ki…

Böyle yazmıştı Hacer günlüğüne… Çok özledim onu, kokusunu, saçlarına kurulu salıncaklara dokunmayı… Bir pencerede asılı kaldı Hacer… Bedeni on birinci kattan düşmüş, yüzünü kan sulamıştı. Geride parçalanmış bedeni ve gittiği evlerdeki hikayeleri anlattığı kitabı kaldı.

Ben Rıza. Şişko Hacer’in kocası Sakat Rıza.

Seni seviyorum Hacer.

Yasemin Seven Erangin