
Edebiyat dünyasına şiir, oyun ve deneme türündeki eserlerle giriş yapan Sabahattin Kudret Aksal (1920-1993), 1930’ların sonuna doğru öykü yayımlamaya başlasa da isminin bu türün önde gelen yazarları arasında anılması için 1954 tarihli ilk öykü kitabı Gazoz Ağacı’nı beklemesi gerekecektir. Türk öykücülüğünün klasiklerinden biri olan ve Millî Eğitim Bakanlığının hazırladığı 100 Temel Eser listesinde de yer alan Gazoz Ağacı, ulaştığı baskı sayısı (Temmuz 2018 itibarıyla 24.baskı) göz önünde bulundurulduğunda okur tarafından da ilgiyle karşılanır. Gazoz Ağacı’nın Haldun Taner’in On İkiye Bir Var (1954) eseriyle birlikte ilk kez verilen Sait Faik Hikâye Armağanı’nı (1955) kazanması da Aksal’ın popülerliğini artırmıştır. 1956 tarihli ikinci öykü kitabı Yaralı Hayvan’la 1957 Türk Dil Kurumu Sanat Armağanı’nı kazanan Aksal, 1983 yılında bu iki kitaba yeni öykülerini de ekleyerek bütün öykülerini tek bir kitapta toplar. Öykü dalında layık görüldüğü son ödül ise 1985’te “Vav’lar” öyküsüne verilen ENKA Ödülü’dür.
Aksal’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından Gazoz Ağacı ve diğer öyküler adıyla basılan külliyatında 35 öykü bulunur. Dr. Arif Yılmaz tarafından titizlikle hazırlanan bu eleştirel basımda yazarın yeni tespit edilen öyküleriyle bazı öykülerinin ilk şekilleri de mevcuttur. Aksal’ın öykülerinin dergi ve gazetelerde çıkan ilk şekilleriyle kitaplarındaki son hâllerini karşılaştıran Yılmaz, yazarın öykülerde yaptığı değişikliklere kitabın sonundaki “notlar” kısmında yer verir. 1956 yılında Türk Dil Kurumu üyesi olan Aksal, -buradaki çalışmalarının da etkisiyle- dilini gittikçe sadeleştirmiş, Osmanlıca kelimelerin yerine Öztürkçelerini kullanmayı tercih etmiştir. Aksal’ın YKY tarafından yayımlanan kitaplarının editörlüğünü yapan Selahattin Özpalabıyıklar’ın da belirttiği gibi dil konusundaki titizliğiyle bilinen Aksal, kitaplarının yeni baskılarında hem şiir hem de öykülerini sürekli değiştirir ve yeniler.[1]
Aksal, öykülerinde belli bir olaydan çok; anlık durum, kesit ve izlenimlerden yola çıkar. Gazoz Ağacı ve diğer öyküler’de çoğunlukla İstanbul’un kenar mahallerinde, arka sokaklarında yaşayan; kahve ve meyhanelerinde vakit geçiren “küçük insan”ın hayatını merkeze alır. Garip hareketinin etkisiyle yazdığı ilk dönem şiirlerinde de sokaklarda âvârelik eden “küçük insan”ın gözlemlerini aktarmıştır. Bu yüzden şiir ve öyküleri arasında bir akrabalıktan söz edilebilir. Öyküleri, “küçük insan”ın ve onun yaşadığı mekânın dışına çıkmadığı için belli bir çevreyle sınırlı kalır. Toplumsal ve gündelik sorunlara açılmayan Aksal; insan, hayat ve eşya karşısında çeşitli sorgulamalara girişen öykü kişileri ve anlatıcılara yer verir. Onun bu dikkati, felsefe eğitimi almasına yorulabilir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde okuyan yazar, bir süre de felsefe öğretmenliği yapmıştır.
Aksal’ın öykülerinin merkezi İstanbul’dur. Özellikle 1940 ve 1950’lerde İstanbul’da yaşayan “küçük insan”ın varoluş sorunlarıyla beraber dönemin sosyo-ekonomik ortamını da yansıtmış olur. Öykülerinde kenti yürüyerek kat eden ve düşüncelere dalan bir âvâre vardır. Aksal, kent kavramı üzerinde yoğunlaştığı için ileriki yıllarda edebiyatımızda sıkça karşılaşacağımız “flâneur” ve “aylak” tiplerini hazırlar. Kente bakışı ve kullandığı anlatım teknikleriyle modernist edebiyatın öncüllerinden olduğu söylenebilir. [2]
Bu yazıda inceleyeceğim “Hayriye Hanım” öyküsü, ilk kez 26 Temmuz 1953’te Vatan gazetesinde çıkar. Aksal, 1943’te Değirmen dergisinde aynı adla bir öykü daha yayımlar; ancak olay örgüsü bakımından iki hikâye arasında benzerlik yoktur. Yazarın kitaplarına almadığı bu öyküye, Gazoz Ağacı ve diğer öyküler’in “Birkaç Öykü Daha” isimli bölümünde yer verilmiştir.
“Hayriye Hanım” öyküsü, uykusundan uyanan isimsiz, erkek anlatıcının sabah vakti iş yerine gelmesiyle açılır. Uzun sayılabilecek giriş paragrafında anlatıcı, sözünü ettiği günün başka günlere benzeyen, herhangi bir gün olduğunu bilse de tekdüze ilerleyen bir zaman diliminin çeşitli sürprizlere gebe olabileceğini düşünür. Anlatıcının, yaşamın gizinin bilinmezliklerde saklı olduğunu söylemesi, okuru “sıradan” bir gün içinde gerçekleşebilecek sıradışı bir olaya hazırlamış olur.
“Kimi insan dünyanın en büyük hayalcisidir sabahları. Neler düşünmez ki! Ne akla sığmaz delilikler!” (s. 25) diyerek sabah vakti ciddi meseleleri düşünmeye girişen anlatıcı, insanın kurduğu hayaller sayesinde bu dünyadaki varlığını anlamlı kılmaya çalıştığını hissettirir. Sabah vakitleri düşüncelere dalan hayalperestlerin yanında, “takvimden bir yaprak koparırcasına” yaşayıp giden insanlar vardır ki onlar, sıradanlığa ve tekdüzeliğe teslim olmuşlardır, hayal kurmayı bilmezler.
Anlatıcımız sigarasını içerken bunları düşünedursun iş arkadaşının kapıyı vurmasıyla “duvardaki tüfek” de patlamış olur. Bu arkadaşın sarf ettiği “Bizim Hayriye Hanım sizlere ömür” (s. 26) cümlesi o günün sıradanlığını bozan, mühim bir olay olur. Hayriye Hanım, anlatıcının bulunduğu büroda çalışan, elli beş yaşlarında bir kadındır. Anlatıcı, ölüm haberini duyar duymaz Hayriye Hanım’ı hayalinde yer ettiği biçimde gözünde canlandırmaya başlar. Betimlemelerinde onun silikliğini ve çirkinliğini vurgular. “Şapkası altında, kendi hâlinde yaşayan”[3] biridir Hayriye Hanım ve Aksal’ın diğer öykü kişilerine oldukça benzer. Bunlar genellikle kaderlerine razı olarak yaşayan, tevekkül sahibi insanlardır. Hayatın kıyısında dururlar, fazla dikkat çekmezler. Bu sebeple de başlarına gelenleri olgunlukla karşılarlar.
Hayriye Hanım’ın cenazesi öğle namazından sonra kaldırılacaktır. Anlatıcı, diğer büro çalışanlarıyla beraber camiye yakın bir kahveye oturarak beklemeye başlar. Bu sırada kimi kimsesi olmayan Hayriye Hanım hakkında düşünmeyi sürdürür. Hayriye Hanım, o kadar yalnızdır ki onu son yolculuğuna uğurlamaya iş arkadaşları dışında yalnızca birkaç kişi gelir. Kahveye kısa boylu, düzgün kılık kıyafetiyle dikkat çeken yaşlı bir adam girince dikkatler ona yönelir. Anlatıcı, bir anda aklına gelmiş gibi arkadaşlarına bu adamın Hayriye Hanım’ın yedi sekiz yıl evli kaldığı eski kocası olduğunu söyleyiverir. Bir “hikâye”ye ihtiyaç duyan arkadaşlar da bunun üzerine konuşmaya başlarlar. Bu andan sonra öykü, Hayriye Hanım’la kocası arasındaki münasebet üzerine yapılan konuşmalarla anlatıcının içinden geçen düşüncelerin aktarılmasıyla ilerler.
Buradaki anlatıcı, Gazoz Ağacı kitabında sıkça karşımıza çıkan; hayal kurmayı seven, gördüklerine yeni anlamlar yükleyen ya da gerçeği olduğu gibi değil de muhayyilesinde yer eden biçimiyle hatırlamak isteyen biridir. Sait Faik’in anlatıcılarını hatırlatan bu anlatıcı, öykü içinde düşünen ve öyküyü yazan bir anlatıcı-yazardır. Nitekim “Hayriye Hanım” öyküsünde cenazeye katılan yabancı adamın onun kocası olup olmadığını anlayamayız. Zaten önemli olan bu “gerçeğin” kendisi değil, anlatıcının Hayriye Hanım için yazdığı “hikâye”dir. Anlatıcı, adamı kahvede görür görmez bu karı kocanın nasıl bir evlilik hayatı yaşadıkları ve vakitlerini nasıl geçirdikleri üzerine kafa yorar. Öykünün sonunda okura seslenerek “Yo hayır, belki de o değildi demeyin. İyice biliyorum ben bunun böyle olduğunu” (s. 30) demesi yazarın öykü sanatından ne anladığının da göstergesidir aynı zamanda. Aksal, Hayriye Hanım’ın hayatını tüm gerçekliğiyle sunmamış, okura bu hayatı istediği gibi kurgulama imkânı vermiştir. Son cümle yine Gazoz Ağacı’nda sıkça gördüğümüz üzere okura sesleniştir.
Öyküde Hayriye Hanım’ın yalnızlığını ve kimsesizliğini vurgulamak için verilen en güçlü ayrıntı “soba kurmak”la ilgilidir. Hayriye Hanım, gündelik yaşamından pek söz etmese de büroda konuşurken soba kurmanın zorluğundan şikâyet eder sürekli. Anlatıcıya göre şikâyetin ardında bu zorlu uğraşa tek başına katlanmanın getirdiği bir sitem ve yılgınlık vardır. Bu yüzden anlatıcı, Hayriye Hanım’ın şikâyetinin asıl nedenini ömrünü birlikte geçireceği bir sevdiği olmamasına yorar. Anlatıcı, cenaze günü hayalinde ona bir koca yaratarak son gününü mutlu geçirmesini sağlamıştır belki de. “Bir Sabah, Bir Apartımanda” ve “Hüseyin Feyzullah’ın Evlenmesi” isimli öyküler de yalnızlığın ulaştığı rahatsız edici boyutu ele almaları bakımından “Hayriye Hanım” öyküsüne benzerler. Bu öykülerde öykü atmosferine derin bir hüzün duygusu eşlik eder.
Biçimden ödün vermeyen ve kendi dilini kuran bir yazar olan Aksal, son derece sade ve yapmacıksız bir dile sahiptir. Çok sıradan görünen hayat kesitlerinin içinden “büyük” öyküler çıkarmakta mahirdir. Öykü kişilerine insancıl bir yerden bakar, onların dertleriyle hemhâl olur. “Durup ince şeyleri anlamaya vakti olmayan” günümüz insanını şaşırtacak denli naif bir dille yazar. İçtenlik ve sıcaklık duygusu yaratır. Dupduru bir Türkçesi vardır. “Hayriye Hanım”da anlatıcının ölüme dair düşündüğü şu paragraf, bunu kanıtlar niteliktedir:
“Sabaha karşı olan ölümlere bütün ölümlerden beter üzülürüm. Daha bir dokunur bana. Demek derim, her şey gibi, bir ağaç, bir iskemle, bir bina, ne bileyim bir vapur, bir telgraf direği, daha ne aklınıza gelirse düşünün hepsini, her şey gibi o da savaşmış, gecenin karanlığı ile, yeni gelen günde, aydınlık içindeki yerini almak istemiş, ama gücü kesilmiş sabaha karşı. Yenilmiş.” (s. 26)
Sabahattin Kudret Aksal, öykülerinde bize bir dönemin duyarlığını yansıtmış, iyi bildiği bir çevrenin insanlarının yaşamından manzaralar sunmuştur. Çağdaş Türk öykücülüğünün en iyi örneklerinden biri olan Gazoz Ağacı ve diğer öyküler, öykü sanatına değer veren okurların ıskalamaması gereken, yetkin bir eserdir.
Sibel Yılmaz
[1] Özpalabıyıklar’ın Aksal hakkındaki yazıları için bak: Selahattin Özpalabıyıklar (2018). Göndermeler: yazı, yanıt, söyleşi, anı. Everest Yayınları, İstanbul.
[2] Bu konudaki ayrıntılı bir çalışma için bak: Sezai Coşkun (2011). “Sabahattin Kudret Aksal’ın Hikâyelerinde Temel İzlekler ve Çeşitli Meseleleriyle “Küçük İnsan”, folklor/ edebiyat, C. 17, S.66, s. 251-271.
[3] Şiirin aslı: “Ben kendi hâlimde yaşarım/ Şapkamın altında”: Salâh Birsel (2012). Rüştü Onur: Şiirleri- Mektupları- Ardından Yazılanlar, Sel Yayıncılık, İstanbul, s. 67.