Okul kapanınca, iki ineğimiz ve buzağılarını önüme katıp meraya gönderirdi babam. Ailede bana düşen görev buydu. Köy sığırtmacının, köy sürüsünü otlattığı yerlerden çok daha çeşitli otlar vardı bu bölgede. Gün doğarken, önce ben çıkardım yola. Yaklaşık dört kilometrelik yolu bir saatte giderdik ağır aksak. Onlar at arabasıyla beni yarı yolda yakalar geçer, daha ileride, yamaçtaki tarlada işlenirlerdi. İlkokul bitene kadar sürdü böyle.
Yol, at arabalarının tekerleklerinin açtığı, birbirine paralel iki patikaydı. İki yanında ve ortasında yeşil hayat, kendi bildiğince her şeyi ile salınırdı. Sabah serinliğinde yolumuza kaplumbağa, tavşan, taş atımı mesafede tilki, kertenkele, yılan, tarla kuşları çıkardı. Birbirimize bulaşmadan yolumuza devam ederdik. Herkes kendi yolunda ve herkes yaşama derdindedir. Aç mideler, aç yavrular doyurulacak.
Meralar, tarlalar, makilikler çok büyüktü. Hele ki çocuk gözünde ürkütücüydü ama kaçmak, korkmak gibi bir seçeneğim yoktu. Binlerce dönüm arazide herkes gibi miniciğim. Çaresiz, her şeyimle ben de bu coğrafyanın bir canlısıydım. Sesleri, renkleri, kokuları ayırmayı, diğer yaşayanların dilini, kimin av, kimin avcı olduğunu burada öğrendim. Bazen avcı, av oluyordu.
Meranın az ötesinde, bir tepe yükselir. Yamacında, hiç kurumayan (Rumların ayazma dediği) bir su kaynağı ve üzerinde kocaman, yabani bir incir ağacı vardı. Bizimkilerin dilinde adı “yemişli kuyu” idi. Buradan taşan su elli altmış adım aşağıda, büyük bir havuzda birikir, oradan da taşan su, düzdeki kocaman bir çayırı beslerdi yaz kış. Havuz, bir zamanlar burada yaşayan Rumlar tarafından meradaki hayvanların su içmesi için yapılmış. Yoldan geçen herkes burada mutlaka durup hayvanlarını suvarır, ayazmadan testisini doldururdu. Yüzlerce koyun, susuzluğunu giderme telaşıyla birbirini iterken havuza düşerdi. Bu sürü çekilirken hemen bir başkası yaklaşır, o kargaşada gün aşırı birkaç koyun boğulurdu. Tepede sıralı bekleyen, çıplak, kırmızı boyunlu, kocaman akbabalar bunu bilir, sürü çekildikten sonra hızla havuza iner, suda şişmiş koyunu parçalayıp yerdi. Kalanları gece tilki, kurt, çakal, sırtlanlar yemiş olurdu. Kalan kemikleri, post parçalarını, inekleri suvarmaya götürdüğüm öğle vakti yakından görünce, istemsizce etrafa bakınırdım ürpererek. Oysa gecenin haramileri, şimdi serin inlerinde uykudadır.
En büyük kuş olan akbabalardan başka, iki cins kartal, şahin, kerkenez, atmaca, serçe, tarla kuşu, iskete, kumru, güvercin yaşardı. Meranın ilk ziyaretçileri, her sabah leyleklerdir. Küçük sürüngenleri, kurbağaları, yavru yılanları yakalayıp yutuşları tam seyirlikti. Bazen yılanın tamamını yutamaz, yarısı gagasında bir süre çayırda dolanırdı. Havalanmakta zorlanmalarından midelerini iyice doldurduklarını anlardım. Diğer bir seyirlik, bok böcekleriydi. İneklerin, atların dışkılarını küçük toplar yaparak geri geri yuvalarına taşımaları, birbirleriyle kavgaları müthişti. Kömür karası zırhlı kabukları güneşte çelik gibi parlardı. Çekirgeler; sarı, yeşil, kanatlı… Oyun için en iyisi deve çekirgesidir. İki tane yakalayıp kafa kafaya getirince, boksör gibi kavga ederler. Bir de deve karıncaları. Yılanlar, hava iyice ısınmadan çıkmadıkları için öğleye kadar onlardan sakınmak gerekmezdi. Sadece engerek tehlikeliydi.
Sarmaşık, hardal, geven, arapsaçı, gelincik, lale, kuzukulağı, radika, dirfil, iki üç çeşit papatya, deve dikeni, yonca, çoban yastığı, yabani buğday, envai çeşit orkide, çakırdikeni, zambaklar, yılanlık, hayıt, sakız dikeni ve daha niceleri. Orkidenin değerli bir çiçek oluğunu çok sonra öğrendim ama sakız dikeni kadınlar için paha biçilmezdi. Gece çiğ düşmüşse, mercimek boyutundaki sakız sütü, dikenin göbeğinde katılaşırdı. On, on beş damlasını toplayabilen bir kadının o günü pek keyifli geçerdi. Çenesi yorulan, sakızı çemberinin üstüne yapıştırır canı tekrar isteyene kadar.
Merada ağaç olmadığı için gölgelik olmaz. Uzun sopamı toprağa dikip gölgesinden, zamanı ölçerdim. Diğer ölçü, midemin gurultusu. Annem ekmek çıkınıma ne katık koydu acaba? Çalkama yumurta, en sevdiğim. Hem de tok tutar.
Çok bunaldığım zaman deniz kıyına iner “sivil” olarak girerdim denize. Kumsalda, kum zambaklarının mis kokusu karşılardı. Öyle beyaz, öyle narindir ki çiçeği, koparmaya kıyamazdım. Hem zaten koparsam ne yapacağım, kime vereceğim ki?
Şubattan başlayarak vakti gelen, çiçeğini açardı. Renk ve koku şenliği, mayıs sonuna kadar sürerdi. Arılar, kelebekler, adını bilmediğim renk renk, çeşit çeşit böcekler ve sinekler çiçeklerdeki polenlerden beslenmek için yarışırdı.
Daha yüksek tepelerde keklik çağıltıları sarardı her yanı. Makiliklerin, sakızlıkların diplerinde büyüttükleri yavrularını gezdirmeye başlarlardı. Hiç tüfek atıldığını hatırlamıyorum bu yavrululara.
Yetmişlerin başında, bu devasa araziye, bizim yaşama alanımızın üzerine, rafineri yapılacağı söylendi. Rafinerinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Birileri, iyi bir şeyler olacağını, kasabanın zenginleşeceğini, tarlalarda çalışmaktan kurtulacağımızı söylüyor durmadan. Hem zaten kasabalılara soran kim. Hızla kamulaştırıldı bölge ve tel örgüler çekilerek bizim oralara girişimiz yasaklandı. Akabinde, arazi ölçümleri yapılırken, gökten yağmış gibi kamyonlar, dozerler, greyderler, kepçeler, aç kurtlar gibi meralara, tarlalara, çayırlara daldı. Yüzlerce kurdun, bir ineği diri diri parçalaması gibiydi. İnsan türünün öncelikleri, tüm canlıların yaşama hakkından daha önemliydi. Bize büyük görünen tepeler birkaç ay içinde dümdüz edilirken, çıkan güzelim topraklarla, kayalarla, deniz dolduruldu, deniz öldürüldü, benim de cennetim.
Bu tesisleri planlayanlar, buradaki hayatları bilmiyordu. Burada hiç yaşamamışlardı ama bu bölge, büyük gemiler için limana uygun denize ve tesisler için sağlam zemine sahip olduğu için seçilmişti.
Yemişli kuyunun, havuzun parçalanışını, kumsalın, rengarenk çakılların, deniz zambaklarının, çayırlığın gömülüşünü uzaktan izledik. Bahardı. Yuvaları yeraltında olan hayvanların hiçbiri yavrularını kurtaramadı. Tilkileri, domuzları, yılanları, böcekleri, kaplumbağaları, diri diri yuvalarına gömdüler. Ölümden kaçarken yürek çarpıntılarını, toprak altındaki son çığlıklarını duyan, gören olmadı. Greyderlerin, dev kamyonların korkunç gürültüleri arasında bir kaplumbağa ya da kurbağa, kendi çığlığını bile duyamadı. Hem onlar neydi ki; ot, çalı, çırpı, börtü, böcekti sonuçta.
Bu kadarla da kalmadı. Akabinde, petrokimya, demir-çelik, kâğıt benzeri tesisler bölgeye akın etti. Saldırgan kanser hücreleri gibiydiler. İlkinin on katı bir alana yayıldılar yıllar boyunca. Buradaki bitki ve hayvanlar da aynı şekilde katledildi. Bu tesisleri planlayanların hiçbiri burada kalmadı, burada yaşamadı. Gittiler. Biz kaldık. Zamanla hava, su, toprak hastalandı. Sonra da insanlar. Şimdi bölgedeki en yüksek kanser ölümleri yaşanıyor buralarda. Diri diri gömdüğümüz hayvanlardan daha çok ve daha acılı ölüyoruz artık.
“Her şey insanlar içindir.”
Her şey, biz “eşref i mahlukat” içindir, ama her şey.
Servet Şengül
Görsel: Burcu Firdevs Demirağ