hande-winter-foto.jpg
Hande Çiğdemoğlu

O bilindik köşeyi dönüp yürümeye başladı. Yokuş olduğunu fark etmek için başını öne eğip gözlerini kısması gerekiyordu. O kadar belli belirsizdi yükselen yol. Ayaklarının altındaki irili ufaklı parke taşlardan kimi kalkmış, kimi yana yatmış, kimi öylece mıhlanmıştı yerine. Dört beş adım attı atmadı ayağı toprakla buluştu. Kırılmış taşların arasında öylece uzanıyordu bu kahverengi örtü. Renksiz ve ruhsuzdu ama insanın ayaklarından bedenine yükselen bir isyanı vardı.

Sağ yanında uzanan cumbalı eve baktı. Balkonundan geceden kalma bir coşku sarkıyordu. Aralık kalmış penceresinden gelen kokuyu tanıdı. Sandal çiçeği, misk-i amber, portakal. Mavisi yeşile döndü dönecek kapısına dokundu geçerken. Hâlâ sıcaktı. İçeride henüz acılanmamış saf uykuyu bölmemek için hızla uzaklaştı oradan. Eski yeni tüm aşkları arkasından el salladı, görmedi.

Ayakları sürüklenerek, dizleri kıvranarak yürüyordu. Nicedir halsizdi. İlerlediği dar sokağın sonunda uzanan küçük yeşilliği görünce ona ulaşmak için hareketlendi biraz. Henüz fidan görünen ama aslında buncacık büyümüş olan ağacın yanına geldi. Zamanında tahta çıtalara bağlanmış sola bel veren incecik bedenine şefkatle baktı. Küçük yeşil yaprakları iç içe geçmiş, hala tazecik uzanıyordu yakın sandığı gökyüzüne. Oysa susuzluktan yeşilinin renginin attığının farkında değildi ağaç. Sesini çıkarmadı. Çelimsiz dallarına sarılmış inatçı sarmaşıkları kavrayıp var gücüyle çekti sonra. Ağacı kurtarmak istedi. Oysa öyle güçlüydü ki sarmaşık, başaramadı. Büyümeye çalışan küçük ağaç, boyunun hep böyle kalacağından habersiz gülümsedi. Sarmaşığa dolaşık yaşamaya alışkındı, yine de birinin ona el atmasına memnun olmuştu. Ellerinde sarmaşığın bıraktığı keskin ize baktı. Yola revan olmak gerekiyordu, zaman azdı. Çaresizce avuçlarını sıkıp yürümeye devam etti. Arkasından yeşil yeşil bakan şey, rüzgârda salınmaya başlamıştı bile. Umut!

Az ilerde küçük minaresi olmasa bahçeli bir evi andıran cami vardı. Adımlarını hızlandırıp, son takatiyle girdi kapısından içeri. Sabah vaktinden geç, öğle vaktinden erkendi. Kimseler yoktu. İki çeşmeli şadırvanın tahta taburesine oturup soluklandı. Çeşmeden akan sakin su alnına, ensesine değip ellerinden umarsızca aktığında nefeslendi ancak. Yerde sırtındakinden yüksünmeden tek sıra halinde yürüyen karıncaları izledi bir süre. Sonra gözlerini kapadı. Kokusunun ciğerine işlediği çam ağacının arasından bir bülbül, sözleri kayıp bir şarkı söylüyordu. Vakit gelmişti, başını mermeri kararmış musalla taşından yana çevirip davrandı. Kapanmayan paslı kapının üstünde hiç açmamış ve kuvvetle muhtemel hiç açmayacak olan hanımellerine dokundu, caminin bahçesinden çıktı. Bir sela sesi geldi peşinden. Sayısını unuttuğu ölüleri bilmem kaçıncı kez selamlıyordu onu.

Yokuş aşağı koşturan adımlarını kontrol etmeye çalışıyordu bu kez. Bacaklarını her defasında kasmasa tekerlenip gidecekti. Yanından geçen çocuk bisikletini gördü o an. Eskiyen turuncusunun üstünde silinmiş iki harfi olsa da Pinokyo yazıyordu. Üzerinde biri yoktu ama olsaydı ayaklarını yanlara açıp pedalların çılgınca dönüşünü keyifle izleyeceğine emindi. Üstüne üstlük gidonu bırakıp ellerini havaya kaldırmış olurdu. En altta yokuş, arada bisiklet, üstünde coşkulu bir beden. Rüzgâr da yanlarından akıp gitti mi tamam olurdu her şey. Bisiklet az ilerdeki su birikintisinin üzerinden geçip hızla gözden kayboldu. Hevesle izlerin yanına koştu. Gri yola esmer bir yazı bırakmıştı ıslak tekerlekler. Eğilip okumaya çalıştı. “H-a-y-a-l”

Yokuşun bittiği yerde bir bakkal olmalıydı. Belki bir gazoz, olmadı gofret alırım diye umutlanmıştı. Ceplerini yokladı. Şangırdayan birkaç bozukluk, ikisinden birine yeterdi. Gülümsedi. Gözü kapalı bakkala ulaştığında kapısına asılı “Kapalı” tabelasının altında “Eve gittim gelicem” yazıyordu. Gelirdi illa ki. Dükkânın önünde üst üste dizilmiş meşrubat kasalarından birine oturup beklemeye başladı. Birden yüze sonra yüzden geriye saydı. Gelen giden yoktu. Yanındaki kasanın içindeki ağzı yapış yapış olmuş şişeler birlikte ama birbirinden ayrı yerlerine yerleşmiş bakkalı bekliyorlardı. Bir boş bir dolu, üç boş bir dolu… Gofretten umudu kesip zıplayarak oturduğu yerden kalktı. Yanından vızıltıyla geçen bir arı şekerli meşrubat şişelerine doğru uçuyordu. O gün açılmayacak bakkal da, şişeler de arkasında kalmıştı artık. Bir ağızdan gülümsediklerini görmedi. İlk, son, var olan ve yok olmuş dostlarıydı onlar bilemedi.

Karnı acıkmış, susamış işin kötüsü en iyi bildiği bu yerde kaybolmuştu. Çaresizce yürüdü. Bazen sağa döndü, bazen sola. Gittiği yolu geri geldiği de oldu, yeni kestirmeler bulduğu da. Yorulmuştu. Ayaklarından başına yükselen karıncalar bedenini sarmaya, hareketlerini yavaşlatmaya başlamıştı. Zamanının azaldığını biliyordu. Başlarken bitmez gibi duran, bittiğinde şaşırtan bir sihir olmalıydı hayat. Hayıflanacak kadar çok yaşamıştı.

O zaman gördü kızı. Elinde pembe bir pamuk şeker vardı. Hevesli adımlarıyla sekerek bir o yana bir bu yana giden kız yılgınlığını unutturmuştu. Koşar adım peşinden gitmeye kalktı, ayağı tökezleyip yere kapaklandı bu kez. Dizinde açılan yassı kovuktan boşalan kana aldırmadan koşmaya devam edecekti, kararlıydı. Oysa kız gözden kaybolmuştu. Bir tarafı çökmüş yosunlu duvarın ıslağına kederle tutunup ayağa kalktı. Duvarın üstünde sarı saman kâğıtla sarılmış pamuk şekeri o zaman fark etti. Sağa sola bakındı, ama kızı yine göremedi. Dizinin acısını, bacaklarının yorgunluğunu unuttu bir an. Kağıdı açıp pamuk şekerden bir parça kopardı, ağzına attı. Elinde kocaman duran parça ağzında bir tutam şekere dönüşürken kağıdı eline aldı. Tazecik yazılmış, dört kelimeli, üç noktalı bu yazıyı defalarca okudu.

“Zamanın dışında, boşluğun içinde…”

Hande Çiğdemoğlu