Edebiyatın Cadıları, Pam Grossman’ın harika önsözü ile açılıyor, tabii bundan da önce kapaktaki Katy Horan’ın muhteşem Virginia Woolf illüstrasyonu ile zaten okuma isteği konusunda kıvama gelmiş oluyorsunuz. Grossman “cadı” sözcüğünün kökeninin tam olarak bilinmediğinden bahsediyor. Onları, kedileriyle birlikte kazıklarda yakarken köklerini de sildik belki ya da yakamadığımız cadılar, otları, kristalleri, süpürgeleriyle birlikte tarihlerini de alıp onları asla bulamayacağımız yerlere uçtular. Bazı tahminler ve tezler var elbette. “Bilgelik” ve “söğüt gibi eğilmek” anlamına gelen Germenik köklerden geldiği tahmin ediliyor. Günümüz İngilizcesindeki sözcükler de konuya uzak değil. Wisdom, willow, witch…
Tam da kelimelerin etimolojik köklerine takıntılı, yarı deli bir adamın hikayesini anlatan Jostein Gaarder romanını bitirdikten hemen sonra okuyorum bu sözleri. Üstelik bu yazıya oturduğum an itibarı ile takvim 28 Ekim’i gösteriyor, üç gece sonra Cadılar Bayramı. Ezoterik bilgilere ve cadılara göre tesadüf diye bir şey yoktur.
Kitap, adından da anlaşılacağı gibi hayatını edebiyata adamış kadınları anlatıyor, ne de olsa cadılar her zaman dişi ve önsözde de belirtildiği gibi cadılık, gücünü sadece kendinden alan tek arketip. Diğer kadın arketiplerin hepsi -eş, kızkardeş, anne, bakire ya da fahişe- var oluşunu bir başkası, çoğunlukla da bir erkek üzerinden tanımlar. Cadı ise bazı yardımcılardan, diğer cadı kardeşlerinden, hayvan formundaki ev cinlerinden destek alır elbette ama onlar olmadan da var olmayı sürdürür. Belki bu yüzden ürkütücü, her daim yalnız ve erkek arketiplerin çok korktuğu ama yine de doğayla bir olarak, bilgisiyle üreten, yoktan var eden biri. Tıpkı edebiyatçılar gibi. Sözcüğün kökeni nasıl bilinmiyorsa, cadıların ne zaman sadece kötülük çağrıştıran, çirkin, yaşlı, karanlık ruhlara dönüştüğünü de tam olarak bilmiyoruz. Oysa bir zamanlar Tanrı’larla denktik biz, Olimpos Dağı’ndaki erkeklerle sayılarımız bile eşitti, saçımızda çiçekler, sepetimizde şifalı otlarla el alır, el verirdik. Tanrı’ların sayısının Bir’e düşmesine, Hekate’nin bir anda siyahlara bürünmesine, yer altına itilmesine denk gelen zamanlar olsa gerek. Sonrası kan revan. Omuzdaki bir doğum lekesi, ikram edilen çaydan sonra evini terk eden kocanın delirmiş karısı, arkalarına Tanrı Baba’nın desteğini almış erkeklerin büyüdükçe kabaran, kabardıkça kabalaşan özgüvenleri ve bencillikleriyle gelen akıl dışı çağ. Bugün mücadele devam ediyor. Sırıkta yakılmak yerine sokak ortasında otuz sekiz kere bıçaklanıyoruz ve orkid hâlâ gazete kağıdına sarılıyor. Yine de değişen çok şey var. Böylesine önemli dengelerin sarkaç prensibiyle çalıştığına inanırım ben. Birkaç yüz yıl boyunca sakal ve penis moda olabilir, o sarkaç yavaşça denge noktasına gelecek, hatta diğer uca savrulacaktır bazen. Yine de erkeklerin televizyon kumandaları ya da traş makineleri ile birlikte kazıklarda yakıldığı bir gelecek istemiyoruz elbette.

İroni bir yana, “cadılık” cephesinde de değişen şeyler var gibi, sanki sarkaç geri gelmeye çoktan başladı. Feminist bir protesto görüntüleri sırasında gözüme çarpan genç kadını unutamıyorum. Başında siyah kapüşon, yüzünde sadece gözlerini açıkta bırakan bir maske ve elinde tuttuğu pankartta “Bizler zamanında yakamadığınız cadıların kız torunlarıyız” yazıyor. Çok güçlü bir mesaj. İngilizce kitap satan sitelerin özellikle, spiritüel ve kişisel gelişim kısımlarında gezindiğinizde, cadılık -ya da modern adıyla wiccan’lık- üzerine sayısız kaynak bulabilirsiniz. Üstelik bunların çoğu cadılığı doğaüstü bir şey olmaktan çıkartıp ayağını yere bastıran, gündelik hayata entegre eden kitaplar. Elbette karanlık sanatlara, kara büyülere ait de sayısız yayın var ama onları şimdilik egzersiz gereği yazının dışında tutuyoruz. Belki de bu asil çabadan mütevellit çok tanıdık ve aslen sempatik yeni çağ, alt cadılık tipleri türemiş durumda. Mutfak cadısı, bahçe cadısı, kiler cadısı gibi. Hepsinin ortak yanı aslında cadılık dediğimiz şeyin sadece doğada bulunan bilgiyi alıp iyilik ve şifa için kullanılmasının kadınca bir yolu olduğunu ve ortada televizyon kumandası ve traş makinesiyle gezen cins için herhangi bir tehdit oluşturmadığı yönünde fikir beyan etmeleri. Birkaçını fiziksel olarak sipariş etmiş ve göz atmışlığım var. Mesela an itibarı ile kitaplığımda bulunan iki tanesinin isimleri “Yeşil Cadı” ve “İyi Cadı’nın Rehberi”. İkisi de herhangi bir bahçede ya da saksıda kolayca yetiştirilebilecek otlar ve bitkilerle, kristallerle, aromatik yağlarla nasıl basit dertlere şifa buluruz, çevremizi güzelleştirir ya da ruhumuzu dinginleştiririz, bunları anlatıyor. Onları eski adıyla Kocakarı kitapları, daha kibarcası Alternatif Tıp kategorisine girecek kitaplar olarak da adlandırabiliriz pekâlâ. Hepsi de giriş kısımlarında etki tepki ve karma prensibini hatırlatarak işe giriyor ve acemi cadıların mutfağa bozuk niyetle girmemeleri için ellerinden geleni yapıyorlar. Ne ekersen onu biçersin ya da iyilik yap, iyilik bul. Türkçe’de bile konuyla ilgili kaynak bulmak mümkün. Alırken orkid misali gazete kağıdına sardırma isteğiyle dolup taşsam da, bu durum Erhun Altunay’ın Kadim Cadılık Öğretisi’ni de kitaplığıma kazandırmama engel olmadı.
Son yıllarda ülkemizde ve yavru vatanda Cadılar Bayramı’nın ne kadar coşkuyla kutlandığına bakın bir de. En hayırlı hobi mekanlarımız alışveriş merkezlerindeki mağazalar özel kostümler, makyaj malzemeleri, bal kabakları, konuya özel dekorlarla dolu. 31 Ekim gecesi için büyük şehirlerde en az on, on beş kostümlü parti bulmanız mümkün. Ölüler Gece’sine hevesle koşmamız sadece milletçe zaman zaman kapıldığımız özenti kaşınmalarıyla açıklanabilir mi? Yılbaşı, Paskalya Çörekleri ve baby shower’lar. Elbette bunun payı vardır ama bence derinde daha yoğun, daha saf ve daha duygusal bir şey yatıyor. Dinleri, milletleri, sınırları da aşan, sadece kadın olmanın getirdiği bir kız kardeşlik ve geç kalınmış bir intikam duygusu ile de sarılıyoruz bu geceye. İki bin yıldır hakkımızı yiyorsunuz. Kalçamdaki o sarı şey babamda da olan bir doğum lekesiydi ve gece yatarken uyku ile uyanıklığın arasında kalan o meçhul anda pencerenden gördüğün şey süpürgesi üstünde uçan bir kadın değil, sadece biraz iri kıyım olan sevimsiz bir kargaydı. Buna mukabil, bitkiler birçok şifayı barındırıyor, kristaller evde gerçekten de şık duruyor, buhurdanlıkta mavi Anemon çiçeği ya da lavanta yağı uçurursan ortaya çıkan koku da şahane. Dolunay’da ormanda el ele tutuşarak dua eden, dans eden kadınların sayısı artmaya başladı, yeni ayda yeni ve hayırlı başlangıçlar için beyaz mumlar yakılıyor. Internet üzerinden bu törenlerden herhangi birine bilet alabilirsiniz! Eminim bunların hepsini saçma ya da günah gören milyonlar var, umarım bizim sarkacı yarı yolda havada yakalayıp tekrar geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarmazlar.
Son olarak bu değişimi gözlemek için sinemaya ya da Netflix’e göz atın. Sinemada cadılar belki her zaman popüler olmuştur ama çoğunlukla yaşlı, koca burunlu, et benli ve kötü varlıklar olarak. Oz Büyücüsü’nde eriyerek yerle yeksan olan cadı 1939 yılında eminim herkese derin bir nefes aldırmıştı (İkinci Dünya Savaşı’nı çıkartan hatırladığım kadarıyla bu zavallı kadın değildi ama belki de tarih bilgim eksiktir). Bir de zamane cadılarına bakın, mesela gençlerin olduğu kadar yetişkinlerin de arasında oldukça popüler olan Sabrina dizisine. Hanım kızımız zaman zaman şirazesinden sapsa da çoğunlukla ışığın yanında, sevgi dolu, sarışın ve çok güzel.
Sen bu konularla neden bu kadar ilgilisin diye bir soru düştüyse aklınıza cevabım basit; çünkü her kadın gibi ben de bir miktar cadıyım. Kadınlık tarihine ilgi duyan, bize yapılan haksızlıklar karşısında hüzünlenen ve biraz da kinlenen, bolca da okumayı ve yazmayı seven, meraklı ve eğlenceyi seven bir ruhum. Özellikle son yıllarda ülkemde kadının yolculuk sarkacının kıllı, uzun tırnaklı pençeler tarafından nasıl zorla tutulup Orta Çağ’a doğru itildiğini dehşet içinde izliyorum. Çocuklarının gözü önünde bıçaklanan her kadınla birlikte ben de bıçaklanıyorum ve içimdeki çığlık gittikçe büyüyor. Elimden fazlası gelmiyor, en iyi bildiğim sihirlerden biri bu çığlığı harflere, sözcüklere dönüştürmek. Tıpkı bitkiler gibi sözcüklerin de şifacı olduğuna ve onların dilinden anlayan, onları doğru şekilde, oranda birbiriyle karıştıranların ellerinde ortaya çıkan metinlerin sihirli olduğuna, bunu başarabilen kadınların da cadı olduğuna inanıyorum. Üstelik dileyen istediği kadar özenti bulsun, Cadılar Bayramı partilerine gitmeyi seviyorum ve simsiyah bir kedim var!
Buradan kitaba geri dönecek olursak bir çırpıda -mesela bir Cadılar Bayramı gecesince- okunabilecek kadar ince ve az yazılı bir kitap bu. İçinde hangi cadılar yok ki? Emily Bronte’den, Toni Morrison’a, Flannery O’connor’dan Anais Nin’e uzanan bir yelpaze. Kitabı okuduktan sonra bu yazarların hayatı hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayı beklemeyin, kitabın amacı da bu değil zaten. Yazar daha çok sizi bu ünlü cadılarla şöyle bir tanıştırmayı hedeflemiş. Sonrasında samimiyeti ilerletip ilerletmemek size kalmış. Her sanatçıya en fazla iki, üç sayfa ayrılmış. Yazar Tasia Kitaiskaia, biyografilerdeki önemli mihenk taşlarını biraz dünya dışı, biraz hexen’vari bir şekilde bize aktarıyor. O sayfalar, mükemmel ama biraz dünya dışı çizimlerle dolu. Yazarın hayatından en önemli kesitler kısacık ama vurucu bir şekilde veriliyor, o kadının neden cadılık mertebesinde olduğu özetleniyor ve her bölüm okuma önerileri ile son buluyor. Sözlerimi yine kitabın o güzel önsözünden bir alıntıyla bitirmek istiyorum.
Bu kitaba nasıl yaklaşmalısınız? Dayatılan belli bir kural yok. Kehanetle başlamanız tavsiye ederim: Kitap falı misali rastgele bir bölüm seçin. Bu sizi şüphesiz bilge, mükemmel ve çılgınca özgür birine sürükleyecek. Devam edin. Herhangi bir sayfaya geçin. Kendi kaderinizi takip edin. Cadılar âlemine hoş geldiniz.
Ayça Erkol