1.Ekim.19
Samim Kocagöz’ün “Bu da Geçti Yahu” adlı anılarını okuyorum bir süredir. Samim Kocagöz memleketi Söke’den, aile geçmişinden ve çocukluğundan başlayıp Davutpaşa Kışlası Anıları’yla bitiriyor. Benim asıl ilgimi çeken, başka edebiyatçılarla dostluğunu anlattığı bölümler oldu haliyle. Kimler yok ki: Sait Faik, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Yakup Kadri, Halide Edip, Nurullah Ataç, Vedat Günyol, Hüsamettin Bozok, Halikarnas Balıkçısı, Necati Cumalı, Tennesse Williams, Fakir Baykurt…
Samim Bey o kadar içten yazmış ki anılarını, hesapsız kitapsız. Belli oluyor bu. Kemal Tahir’le ve Yaşar Kemal’le tatsız ve kendisinin kıskançlık kaynaklı olduğunu ima ettiği iki anıyı okumanızı bilhassa tavsiye ederim. Bu bize yazarlar arası ilişkilerin elli sene önce de aşağı yukarı aynı olduğunu gösteriyor. Bilenler bilir, yazı aleminde çekememezliğin ya da diğer habis duyguların muhtelif tezahürleri olur: Görmezden gelme, yok sayma, yüzüne gülüp arkasından konuşma…
Oysa Samim Kocagöz’ün de anılarının birkaç yerinde tekrar ettiği bir şey var: “Yazarlar, birbirleriyle yarışta değildir. Kendi kendisiyle yarıştadır. Her yazarın kendi dünyası, kendi okuru vardır.”
Eğlenceli anılar da var Bu da Geçti Yahu’da. Trajikomik mi demeli bilmem. Birini ortaya koyalım hiç değilse. Samim Kocagöz, TDK yönetim kuruluna girer. Aslında sol yazarlara kapısı pek açık değildir TDK’nın ama Ataç’ın da etkisiyle bir şekilde girer. Orada, Melih Cevdet Anday’ın üyeliğe kabulüyle ilgili bir kavga kopar, Samim Kocagöz “Melih gibi bir şair, düzyazı ustası, eğer bu Kurum’da olmayacaksa, ben de bu Kurum’da yokum!” der, kapıyı vurup çıkar. Sonunda, Melih Cevdet üyeliğe kabul olunur. Nedir, bizim paylaşacağımız trajikomik olay şu, Samim Bey’den dinleyelim:
“1960 Kurultayı’nda yönetim kuruluna seçildiğimde, Melih Cevdet’in üyeliği kavgasından sonra bir de Behçet Kemal Çağlar’la Nutuk kavgası ettik: 1957’de yönetim kurulu Nutuk’un Türkçeleştirilmesi görevini Behçet Kemal Çağlar’a vermiş. Aradan üç yıl geçmiş. ‘Nutuk’un Türkçeleştirme çalışmaları ne durumda?’ diyerekten Behçet Kemal Bey’e soruldukta, bize, ‘Nutukla Başbaşa’ diye bir şiir okumaya başlamaz mı? Ancak daha şiirini yazmış, işe başlayamamış. Bir kıyamet daha koptu. Sonunda Atatürk’ün Nutuk’larını bugünkü dile aktaracak bir komisyon seçildi. Söylev olarak Nutuk, bundan sonra yayımlandı.”
2.Ekim.19
Geçtiğimiz haftasonu Ankara’da olan meşhur bir yazar (tesadüfen yolda karşılaştık hatta) imza etkinliğinde imza atmamış. Orada bulunan bir arkadaşım söyledi. Söz konusu meşhur yazar imza atmamış, çünkü kaşe basmış. Elinde bir rahatsızlık varmış ama söylendiğine göre birkaç senedir imza atmıyormuş zaten, kaşe basıyormuş: “Sevgili okuyucuma, iyi okumalar” gibisinden bir şey. Kendimizden açmış gibi olacağız ama buna benzer bir öykü yazdığımda (Hem Okudum Hem Yazdım) ben biraz mübalağa ettiğimi sanmıştım.
Bir de bir fotoğrafa denk geldim sosyal medyada: Kaşe gününden çıkmış okurlar, kaşelenmiş kitaplarını ellerine alarak sokağa çıkmışlar. Yazarımız en önde, kaşelenmiş kitaplarıyla okurlar arkada ve kitaplarını havaya kaldırmışlar. 90’lar pop klibi gibi adeta.
Ve fakat arkadaşımın dediğine göre, kaşe basıyor olsa da okurlarıyla ilgileniyormuş yazarımız, hatta fotoğraf çekinmek serbestmiş.
Arkadaşım sayfa üzerinde beyzbol topu silüetine benzeyen kaşe-imzanın fotoğrafını gönderdi sonradan: “DEĞERLİ OKURUMA SEVGİLERİMLE”
İşte böyle.
Hamiş: Buradaki asıl mesele, ya da benim anlamakta zorlandığım şey, okur aslında. Yazar değil. Ama bütün bu olanlar, şaşırtıcı da değil.
25.Ekim.19
Gündedün, nostalji’nin karşılığı. İnsan, peki, yaşamadığı zamanlara ait bir gündedün hissi yaşayabilir mi? Yaşayabilir. Melih Cevdet Anday’ın “Akan Zaman Duran Zaman” başlıklı anılarını okuyunca, hele hasbelkader yazan çizen biriyseniz, gündedün hissi yaşamamanıza imkan yok.
Tevekkeli değil, Memet Baydur bu kitabı elinden düşürmezmiş. Hasan Bülent Kahraman’ın yalancısıyız biz. (Bknz: Kitap-lık, sayı 205)
28.Ekim.19
Daniel Kehlmann’ın “Gitmeliydin” romanı metafiziğiyle, zamanlar arası akışıyla ve tekinsiz atmosferiyle bir korku filmi gibi okutuyor kendini. “Korku” türünün bazı klişelerini serbestçe kullanmış yazar. Aslında bir yazarın günlüğüdür okuduğumuz; beş gün tutulan bu günlükte karısı ve dört yaşına henüz basmış kızıyla bir dağ evine tatile gider anlatıcı. Burada geçim derdi nedeniyle sürdürdüğü senaryo yazma işine odaklanacaktır. Metinde (yani tuttuğu günlükte) yazdığı senaryodan parçalar da okuruz.
Berna Özpınar’ın BirGün’de yayımlanan yazısına bakarsak “diğer kitaplarını okuyanlara tanıdık geleceği üzere Kehlmann’ın mekân seçimlerinde dağ sıklıkla yer alıyor”muş. Biz henüz başka kitabına el atmadık. Yazarın epey kitabı var Türkçede.
Tabii Gitmeliydin’i okumaya başlar başlamaz akıl tasımıza ilk düşen Shining oluyor. Zaten romanın başlarında, anlatıcı/günlükçü yazar ile karısı tuhaflıklar hissetmeye başladıklarında Shining’e gönderme yapılır. (Nasıl yapılmasın ki. Her yerden uzakta bir ev, bir yazar, karısı ve küçük çocukları, birtakım tuhaflıklar… gibi oldukça aşikar benzerlikler zaten ortadayken): “Madem konuyu açtın, dedi Susanna. Birkaç kez şu filmi düşünmeden edemedim. Hani pek de iyi olmayan o kitaptan uyarlanan şu iyi filmi.” Anlatıcı, karısına hangi film olduğunu sorar ama karısı adamı daha da sinir edecek bir ipucu vererek yanıtlar. Shining adı zikredilmez.
Takıldığım bir şey var. Sadece Kehlmann’ın bu kitabı özelinde değil ama buradan yola çıkalım: Can Yayınları kitabı “uzun öykü” olarak etiketlemiş. Nedir, ben bu romanın neden uzun öykü olduğunu çıkaramadım. Kısa bir roman, evet, 71 sayfa. Ama bir roman “kısa” diye neden romanlıktan çıkmış oluyor, anlayabilmiş değilim. Romanın 2017 yılında yayımlanan Almanca orjinaline bakmadım doğrusu ama İngilizce baskısında da “roman” olarak geçiyor. Zaten, romanı okuyanlar takdir edecektir, İngilizce baskının kapağı çok daha güzel ve manidar.
Uzun öykü neydi, novella neydi, roman neydi?
29.Ekim.19
Şili’de neler oluyor?
Kitabın ortasından konuşalım: Olan, bir halkın neoliberal politikalara isyanı. Milyonlara varan Şilili, meydanları doldurup demokratik haklarını kullanıyorlar. Boyalı basına bakarsanız “şiddet olayları” yaşanıyor elbette.
Dikta/cunta geçmişleri, demokratik hayata geçme çabaları bakımından benzerlik taşıyan iki ülke Şili ve Türkiye.
Şilili yazar Alejandro Zambra’nın Eve Dönmenin Yolları romanından bir alıntı yapalım:
“O zamanlar Colo-Colo’yu tutuyordum, her zaman tuttum ve tutacağım. Pinochet’ye gelince, benim için televizyonda belli bir yayın saati olmayan bir programı sunan bir ekran yüzüydü, izlediğimiz şeyin en güzel yerinde araya giren sıkıcı ulusa seslenişler yüzünden ondan nefret ediyordum. Daha sonra aşağılık bir puşt olduğu, bir katil olduğu için ondan nefret ettim, ama o zamanlar sadece, babamın çıt çıkarmadan, sürekli dudağının kenarında duran sigarasından normaldekinden daha derin nefesler çekmekten başka tek bir hareket yapmaksızın seyrettiği o allahın cezası programlar yüzünden nefret ediyordum.”
Pinochet ve Kenan Evren (ve sivil mirasçıları) iki uzak kardeş gibi. İkisi de çok yaşadı. İkisi de sözde bir hesaplaşmanın ortasındayken öldü. İkisi de geleceğe kötü bir miras bıraktı.
Zambra’nın Notos’ta (sayı 53) yayımlanan söyleşisindeki şu sözleri bile, Şili ile ne kadar benzer bir geçmişe (ve şimdiye) sahip olduğumuzu göstermiyor mu: “Diktatörlüğü anlatmak illa geçmişi anlatmak anlamına gelmiyor. Şimdilerde yeni bir anayasa ihtimali üzerine konuşulmaya başladı, çünkü bizi hâlâ Pinochet’nin kafasının ürünü olan 1980 Anayasası yönetiyor. Sürdürülebilir bir yanı yok, anayasada bir sürü değişiklik yapıldı ama hâlâ o kurallar geçerli. Yeni bir anayasaya kavuşmadan yeni bir Şili olmayacak.”
İlgilisi Marquez’in Şili’de Gizlice / Miguel Littín’ín Serüveni kitabına da bakabilir. Buradan da iki ülkenin geçmişlerine dair benzerlikler ekleyebilir heybesine.
Peki o zaman Şili’de olan burada neden olmuyor? Hatırlayalım, Şili’deki protestolar metro fiyatlarına gelen zamlarla ateşlenmişti. Bizim de başımıza her gün zam yağıyor. Enflasyon, işsizlik rakamları ortada. Peki o zaman neden…?
Çünkü benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da var iki ülke arasında.
Çünkü Şili’de büyük ve geniş meydanlar var, burada yok.
Onur Çalı