Gözden ırak, harika bir koy burası. İki yıl önce bir hafta kalmıştım, kasabanın çıkışındaki bu pansiyonda. Bu defa, neredeyse üç ay oluyor. Doğrusu, burada saklanıyorum. Yerimi kimse bilmiyor, bilmemeli. Yeni emekli bir çift ile benim gibi iki bekârdan başka kimse yok. Sahibi buralı olmasa, kapatıp gidecek. Buraları hareketlendiren, seksen haneli bir yazlık site. Küçük limanında site sakinlerinin sandalları ve üç de balıkçı teknesi var. Ara ara yabancı yatlar da geceliyor.
Haftaya okullar açılacağı için yazlıkçılar birer birer gitmeye başladı. İnsanlar azaldıkça, daha görünür oluyorum sanki. Etraf giderek sessizleşiyor. Biraz tedirginim.
Param hızla azalıyor. Aklıma geldikçe jetonlu kulübeden evi arıyorum. “Sürüyor” dedi kardeşim yine. “Sürüyor”, hâlâ aranıyorsun demek.
Param tamamen tükenmeden pansiyondan çıkmalıyım.
Limanın doğu ucundaki kumsalda bir kayık var. Boyaları dökük, bakımsız. Terkedilmiş gibi. Yazlıkçıların giderken attığı birkaç minder ve yastıkla döşedim kayığı. Bir pike, bir de battaniye buldum. Bir de tente bulursam, yağmur çiğ işlemez.
Bir haftadır kayıkta yatıyorum. Gökyüzünde ne çok yıldız var. Havalar iyice soğuyuncaya kadar kalırım. Buranın poyrazı ve nemi korkutuyor.
Burası güvenli, bildik. Başka bir yere gitmeye korkuyorum. Kalmak için bir iş bulup para kazanmalıyım. Ne iş yapabilirim, onu da bilmiyorum. İki öğün yiyorum birkaç gündür. Yarın bir daha telefon edeyim. Belki bir mucize olur.
Yazlıkçılar gidince kediler köpekler aç kaldı. Lokantaların atıkları, turistlerin verdikleri da yok artık. Köpekler açlıktan dolayı sinirli. Bir kadın var bu durumu bilen. Bagajında torbalarla ekmek, yemek atıkları getiriyor iki üç günde bir. Kırklı yaşlarda, kısa boylu, spor giyimli, güleç yüzlü bir insan.
Bütün hayvanlar, arabanın sesini biliyor benim gibi. Duyar duymaz bir yerlerden fırlayıp etrafını sarıyorlar. Kuyruk sallayıp kendi dillerinde sevgi sesleri çıkarıyor, bacaklarına sürünüyorlar. Geçen yıllardan tanıyor olmalılar. Ekmekleri iki üç metre arayla yere döküyor. Çok aç olanlar, bir ucundan yemeye başlıyor. Sayıları yirmi civarında. Aralarında bu yılın yavruları ile yabancı yatların terk ettiği cins köpekler de var. Kediler uzakta bekliyor.
Gün doğarken geliyor hep. Kayığın içinden gelişini, gidişini izliyorum. O beni görmüyor. Giderken, yeni terk edilmiş köpeklerden ikisi, yorulana kadar ardından koşuyor. Dilleri bir karış dışarda dönüyorlar.
Hayvanların hepsi beni tanır. Kadın uzaklaşınca, iri dilimlerden beş altı tanesini alıp kayığıma dönüyorum. Ekmek alamadığım günler böyle idare ediyorum. Ekmek torbası yaptım. Gece midem ekşiyince, torbadan bir iki lokma yiyorum.
Geceler uzun. Bir radyom olsaydı. Neden düşünmedim ki. Pansiyonda konuşmaları dinleyip az da olsa avunuyordum. Okuyacak kitap da kalmadı. Bazılarını tekrar okurum artık.
Bugün fırının önünden geçerken bakmadım ama taze ekmek kokusu burnumdan girdi. Sıcak, taze, beyaz ekmek kokusu. Cebimdekileri saydım. Seksen kuruş. Ekmek bir lira. Verir mi? Geri dönüp fırına girdim. Koca kafalı fırıncı oturuyor tezgâhta.
“Abi, seksen kuruşum var… Yirmiyi sonra versem?”
Ayağa kalktı ağır ağır. Elini uzattı, “ver parayı”. Yutkunurken seviniyorum. Her yer taze ekmek kokuyor. Raftan ekmeği aldı, tam uzatacakken vazgeçti. Bıçakla ucunu kesip, kapı önünde bekleyen köpeğe attı. Kesik ekmeği uzatırken “seksen kuruşa bu kadar,” deyip tezgâhın arkasına oturdu. Gözlerim yanıyor. Yalpalayarak çıktım. Köpekle yan yana yürüdük bir süre. Yüz vermedim. Kayığa varana kadar, seksen kuruşumun hepsini yedim.
Bu sabah limana bir araba geldi. Temiz yüzlü, gözlüklü, ince, uzun yapılı bir adam. Böyle bakınıyor. Koştum.
“Abi kimi aradın, bir şey mi lazım?”
Şöyle bir baktı, gözü tutmadı. Etrafa bakındı, döndü gidiyor. Kaldım. On on beş adım sonra durdu, el etti. Koştum yine.
“Kazma kürek işi var ama sen pek zayıfsın…”
“Yaparım abi, böyle durduğuma bakma kuvvetliyimdir.”
“İyi gel bakalım. Zaten başka kimse de yok ya…”
Akşama kadar var gücümle çalıştım, kendimi beğendirmek için. Öğlen oluyor. Su istedim. Bir cam sürahi ile bardak verdi. Ekmek istemeye utandım. “İki su, bir ekmek yerine geçer” diye nenemin sözünü hatırladım.
Güneş batıyor. Ellerim şişti, dizlerim titriyor. Küreğe dayanıp biraz dinleneyim, derken arkamdan, “Paydos… Yeter bu kadar,” dedi adam cüzdanını çıkarırken. “Burda yevmiye kırk, ama dürüstmüşsün, sana elli.” Elli lira verdi.
“Duvar örebilir misin?”
“Örerim abi.”
“Yevmiye yetmiş.”
Yevmiye yetmiş ha… Apartmanın bahçe duvarını ören ustayı seyretmiştim yıllar önce. Taş, arasına harç, üstüne taş. Üst üste, üst üste, duvar oluyordu.
“İyi o zaman. Yarından sonra gene gel.”
Bir paket sigara, kibrit, yüz gram zeytin, peynir, yüz gram helva aldım bakkaldan. Sıcak ekmek kokuyor sokaklar. İçeri girdim. Gene öyle oturuyor koca kafa. Doğrudan gözlerine baktım böyle.
“Bi ekmek!”
Yüzünü ekşiterek, ağır ağır kalktı. Ekmeği alırken diğer eliyle bıçağı kavradı. Tam kesecekken, bir lirayı “tak!” diye tezgâha bıraktım.
Servet Şengül
Lafı hiç uzatmamış, doğru yerde kesmiş. Dili pırıl pırıl…
Beğendiğiniz için sevindim.
Çok teşekkür ederim Aydoğan Bey.
Ekmek kokusu geldi sabah sabah burnuma Servet Abi. İsmi “Ekmek Kokusu” olsa itiraz etmezdim:) Böyle yalın öykü okumayı özlemişim…
Muratcım, ekmeğin kokusunu sana duyurabildiysem, bahtiyarım.
Sevgiyle