Sanatçının elinde aşk, sihirli lamba gibidir: İçindeki cin dilekleri yerine getirmekte herkese eşit davranır ama sadece dahiler onu ne zaman ve ne niçin kullanacağını bilir. Kiminin aklına yekten “para” gelir (gelir mi, ne zaman gitmiştir ki?) ve sürümden kazanmak üzere “aşk”ı çok ucuza satar. Pembe dizi klişelerini tekrarlasın ya da kişisel gelişimci pop-tasavvuftan parsayı toplasın fark etmez, lambanın pırıltısı çabuk sönecektir. Fakat bir de aşkın biricikliği ile arka plandaki toplumsallığı çakıştırarak (ya da çatıştırarak) yepyeni anlamlar üretmeyi başaranlar vardır. Marquez gibi.

Yazarın bu bağlamdaki en başarılı işi, “hastalıklı” insan doğasına neşter vurduğu Kolera Günlerinde Aşk öylesine başarılı olmuştur ki bu yazının konusu olan Aşk ve Öbür Cinler –biraz da çelimsizliğinden olsa gerek– gölgede kalır. Kitap gibi, filmi de.

Latin Amerika’nın bugüne kadarki tarihi, bir sömürgeleştirme tarihidir ve perdenin bir türlü inmediği trajedinin ağırlığı bu talihsiz kıtadan çıkan hemen her büyük eser gibi Aşk ve Öbür Cinler’e de heyula gibi çökmüştür. Beyaz sömürgecilerin gerçekleştirdiği yerli kırımı ve köleciliğin yanında Afrikalıların ana vatanlarından getirdikleri inanç sistemlerinin Hıristiyanlıkla girdiği sentezin tenin tene karışmasına benzer şekilde oluşturduğu tehlikeli melezliktir kitaba ve Latin Amerika’ya rengini veren. Üstelik melezlik sadece bunlarla sınırlı değil: Aydınlanma kıvılcımlarının Kilise’ye sıçramaya başladığı yıllardayızdır ve mutlak “bilgi”nin kaynağı da gitgide “melezleşmektedir”.

Bir sihirli lamba olarak “aşk” demiştik, işte Marquez’in cin(fikr)i de bu tarihselliğin bağrından fışkırır: Bir soylunun kızı olmasına karşın zenci kölelerin büyüttüğü, onların dilini konuşan, onların dinine meyyal bir kız, dolayısıyla bir “beyaz zenci” (Sierva María de Todos los Angeles) ile otoritenin kaynağı olan kilisede görevli, ancak “aydınlanmış” bir rahibin (Cayetano Alcino del Espíritu Santo Delaura y Escudero) aşkı[1]. Beyazların siyah lisanını öğrendiği, siyahların kendi animist inançlarına Hrıistiyanlıktan bir şeyler kattığı, Kilise’nin yeri geldiğinde Yahudi doktora akıl danıştığı bir tarihsellikte aşkı anlatmaz Marquez, bir delilik olarak “aşk” söz konusuyken “sağaltım”ı sorun eder. Kimdir insana iyi gelecek olan? Kara büyü mü, şeytan çıkarma mı, pozitif bilim mi?

Böyle bir romanı sinemaya aktarmak ancak bir başka deliliğin konusu olsa gerektir. Küba’da sinema eğitimi almış olmasından mıdır bilinmez, Kosta Rikalı yönetmen Hilda Hidalgo’ya nasip olacaktır bu delilik: Yüz Yıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk, Kırmızı Pazartesi, Benim Hüzünlü Orospularım… Marquez’in romanlarından sinemaya uyarlanmayan neredeyse kalmamış ve henüz ses getirebilmiş olanı yokken, dolayısıyla bir G. G. Marquez kitabını filme çekme fikri usta yönetmenler için bile cesaret isterken, Aşk ve Öbür Cinler’i 2009 yılında ilk filmi olarak çeker.

Belki de bu yüzden olsa gerek, bir ilk filmin zorluklarını hissederiz film boyunca. Yönetmen, Marquez gibi ana hikayeyi yarıda kesip sayısız konuya dalıp çıkamaz. O daha çok çatıyı sağlam kurmanın derdindedir. Sade bir film olarak gözüne bu çeşitli konulardan en Kübalısını, Kilise’nin karanlık yüzünü seçer. Bu nedenle siyahların ve yerlilerin yaşantısına dair pek bir şey öğrenemeyiz filmde. Aydın Yahudi doktorun rolü silikleşmiştir. Aristokrasinin çürümüşlüğüne olan vurguyaysa belki biraz yerli yerinde denebilir.

Yine de yönetmeni sadece cesaretiyle değil, teknik becerisiyle de takdir etmek gerekir. Sunduğu görsellik vasıtasıyla filmi çok sade bir gizem halesine büründürmeyi başarmış ve Marquez romanlarının atmosferine benzer bir tat vermeyi başarmış Hidalgo. Oyunculuklar romandaki karakterlere uygun, hata yapmıyor. Böylece film en başından sonuna kadar iyi bir ilk film olduğunu hissettiriyor.

Marquez ustayı kaybettik belki ama Hilda Hidalgo’nun yeni filmlerini beklemek için iyi bir nedenimiz var.

Arif Mutlu

[1] Dilerseniz biz karakterlerimize bundan sonra kısaca “Sierva Maria” ve “Cayetano” diye hitap edelim ki sırf adlarını andığımız için yazının boyutu iki katına çıkmasın.