3.Kasım.19

Martialis’ten, Oktay Rifat’ın Yunan Antologyası ve Latin Ozanlarından Çeviriler kitabı sayesinde haberdar olduydum. Oktay Rifat, “İsa’dan sonra I. yüzyılda gelişen gerçekçi akımın en büyük ustası. Yalnız epigramma’lar yazıyor. Çoğu zaman pek kısa iğnemeler bunlar” diyerek bahsediyor Martialis’ten. Zamanında ben de özenip birkaç epigram’ını çevirdiydim bu alaycı ozanın. Birini buraya kondurmanın vaktidir:

ALMAYAYIM
Pontilianus, neden göndermiyorum sana kitaplarımdan?
Sen de bana kendi kitaplarını gönderirsin diye korkumdan.

4.Kasım.19

Ölümsüzlük, ölümlü olduğumuzu öğrendiğimizden beridir en büyük düşümüz olsa gerek. Mitoslar, dini metinler, destanlar, giderek öykülerimiz, şiirlerimiz bu düşün izdüşümleriyle doludur, desek bilmem abartmış mı oluruz? Ve fakat, yazmak eyleminin kendisi de bir tür ölüme direniş çabası değil midir?

Melih Cevdet Anday, Akan Zaman Duran Zaman başlıklı anılar toplamının bir yazısında, Ziya Osman Saba’nın anılarından aktardığını belirterek bu mevzuya çengel atar: Ziya Osman, Galatasaray’da öğrenciyken okul kütüphanesindeki ansiklopedilerden birinde gördüğü Zola’nın üstünü çizip Ziya yazar. Çocuksu bir haşarılık gibi görülebilir elbette. Hangimiz bulmacalardaki artistlere bıyık çizmemişizdir? MCA, Ziya Osman’ın bu hareketi üzerine, mideye inen bir ağır lokma gibi şu sözü indirir: “İşte Ziya ilk ölümsüzlüğü böyle bir kurnazlıkla tadar.”

Biz bu mütevazı günlüğümüze devam etmeden önce şunu da ilan edip karnımızdaki gazı boşaltalım da hafifleyerek devam edelim yolumuza: Melih Cevdet Bey’i okurken Türkçeyi yeniden öğreniyormuşum gibi hissediyorum. Böyle bir lezzet! Zaten böyle olmasa, daha ben doğmamışken Cumhuriyet gazetesinde haftada bir yayımlanmış olan bu yazıları bugünkü günde neden okuyayım? Geçen hafta yayımlanmış gazete yazılarına “eskimiş” diye dönüp bakmazken. Üstelik.

İstitradımıza, şimdilik kaydıyla, ara verip anayola dönelim. Melih Cevdet’in “kendi” anısını da buraya kondurmazsak, sorarım size, biz asıl meramımıza nasıl gelebiliriz ki!

mca

Melih Cevdet, Zola-Ziya olayından açtıktan sonra “dışarıdan bakmak” meselesine düşürür sözün yolunu: “Dışardan bakmak… Bunu başarabildiğimiz anda ölümsüzlüğe doğru bir adım atmış sayabiliriz kendimizi… Adını Larousse’da görecek Ziya; Orhan Veli, yan yana yürüdüğümüz bir gün, mırıldanır gibi, ‘Melih Cevdet’le Orhan Veli gidiyor’ diyecek; sanki başkalarının, karşı kaldırımda ya da şu evin penceresinden duranların, birbirlerine bizi göstererek böyle konuştukları yanılsamasına kaptıracak kendini.”

Bilirsiniz, İlhan Berk de, sonradan İkinci Yeni denen fenomenin “başlangıcı” kabul edilecek olan ve de Galile Denizi (1958) kitabında yer alan SAINT-ANTOINE’IN GÜVERCİNLERİ şiirinde şöyle diyecektir:

Ruhum,
İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?

Burada sözü edilen kendine “dışardan bakmak”, MCA’dan el alarak, ölümsüzlük yolunda alt ettiğimizi sandığımız bir engeldir. Sanki. Öyle sanırız, ölümsüzlüğe doğru taytay da olsa bir adım atmışızdır.

Matbu (ya da sanal) bir eser üzerinde ismimizi görmek de böyle bir etkiyi haizdir. Kendi ismimize, tıpkı Ziya Osman gibi, dışardan bakarak ömrümüzü uzatırız.

Tomris Uyar ise 15 Mart 1975 tarihli gündökümünde şöyle yazar: “Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.”

Tomris Uyar, küçümser gibi yazmış. Oysa, kalıbımı basarım, yazan-çizen çoğu insan evladının en önemli motivasyonu budur: Kendi adını basılı görmek. (Müstear kullananlar da bundan muaf değildir.)

Bu anlık haz için koca koca ya da nice nice kitaplar yazmayı göz alırız, alırız almasına da çok değil yirmi sene sonra okunacağımızın garantisini kimse veremez bize. Belki bunca popüler olma, tanınma bilinme, (bunun için de) görünür olma isteğimiz buradan kaynaklanıyor. Şimdi büyük vayvilimler kopartan, ikişer üçer baskılar yapan, belki ödüllere “layık görülen” kitaplarımızın yüzüne (ödül listelerini açın bakın, “duymadığınız” nice isimler göreceksiniz), yirmi otuz sene sonra kimsenin dönüp bakmayacağının içten içe farkındayız. Birileri çıkıp, en iyi ihtimalle, şöyle diyecek: Yahu bir X vardı hani, fena öykücü de sayılmazdı aslında. Bugün adını anan yok.

Ruhum,
Onur Çalı bir cigara yakmış dumanını havaya savuruyor,
Görüyor musun?

5.Kasım.19

Kafka Kitap’tan çıkan, (İspanya’nın yaşayan en büyük yazarlarındanmış meğer) Juan Jose Millas’ın “Gölgelerin Arasından” romanının (yeni başladım okumaya) karakteri Damián Lobo da daimi biçimde bir TV şovunda hayal ediyor kendini. Sürekli bir röportaj verme durumundaymış gibi. Hayalinde var ettiği ve tüm dünyada canlı olarak yayımlanan bu şovda, Sergio O’Kane adlı sunucuya kendini anlatıp duruyor.

Kendi kendine, kendine dışardan bakmış oluyor böylece. Sefil hayatlarımızı, ister Damián Lobo gibi ister Ziya Osman gibi, biraz olsun değerli kılmak için, herhalde, kendimize dışardan bakmak zorundayız.

Hamiş: Bir şey yazıp çizmesek, hiçbir şey üretmesek bile kendimize “dışardan bakmak” ve başkalarının bize “dışardan bakması” için sosyal medya hesaplarımız var artık.

***

Akan Zaman Duran Zaman’dan öğrendiğimize göre, bunu da MCA’nın kitaba aldığı ve “cevapladığı” Vedat Günyol’un yazısından öğreniyoruz: MCA, bir zamanlar dostun dostu olduğu S. Eyüboğlu’yla “bok” yüzünden küsüşmüş.

Olayın özü şu: 1971’de Anday, “Gizli Emir” romanıyla TRT Roman Ödülünü almış. Bir gece, dostlar meclisinde çıkan tartışmada, S. Eyüboğlu “Senin o romanın bir bok etmez” demiş, Gizli Emir için. Film orada kopmuş.

MCA, cevabi yazısında, Vedat Günyol, anladığıma göre, “bok” sözcüğüne darılmanın yersizliği inancında. Hele bunu söyleyen Sabahattin Eyüboğlu ise, darılmak suç bile olur. Oysa ben, edebiyat tartışmalarında, bu sözcüğe hiç gerek kalmadan düşüncelerimizi belirtebileceğimiz kanısındayım. Sokak dalaşı yapmıyoruz ki! “Senin o romanını hiç beğenmedim” sözü fazla mı nazik kaçardı? diyor.

Oysa Anday’ın da gençliğinde birtakım “aşırılıklar” bulunduğunu biliyoruz. Hiç değilse, Oktay Rifat’la birlikte (yani Oktay Cevdet olarak) Nurullah Ataç’ı dövmeleri var. Nedeni de Ataç’ın, bu ikisinin şiirleri hakkında atıp tutması ve Orhan Veli’ye “şakuli solucan” demiş olması.

Bu anlamda MCA’nın “olgunlaştığı” söylenebilir. En azından dövmemiş Eyüboğlu’nu.

Başka bir bağlamdan sesleniyorum ey okur: İnsanın kendine dışardan bakması ne zordur.

Hamiş: Eserlerimize söylenen “kötü” sözleri, şahsımıza söylenmiş olarak mı algılıyoruz? Neden?

Ve fakat haksızlık etmeyelim: Melih Cevdet, Akan Zaman Duran Zaman’da hep sitayişle ve sevgiyle bahsediyor Eyüboğlu’ndan.

***

Birkaç ay önce sosyal medya hesabımda mealen şöyle bir şey yazmıştım: “Doğada ender rastlanan bir tür: Öykü yazmayan öykü okuru.”

Bu bazılarınca, doğal olarak, yanlış anlaşıldı. İnsanların yazmasından rahatsız olacak birine benziyor muyum? Ne’den rahatsız olayım ve niçin? Tüccar ağzıyla söyleyecek olursam, pastadan payıma daha az okur düşeceği için mi! Bu kadar öykü yazarı kalabalığı içinde görünür olmak daha zor olacağı için mi? Öykü yazma ayrıcalığına sahip bir azınlığa mensubum ve bu ayrıcalığımı başkalarıyla paylaşmak mı istemiyorum? Pes! Nedir, sosyal medyanın doğası yanlış anlamaya, manipülasyona ve adam harcamaya meyyal olduğu için, bazı kişiler doğallıkla yanlış anladı söylediklerimi. Geçelim, biz işimize bakalım.

Ezcümle; herkes yazsın, bunda ne beis olabilir. Ve fakat şöyle bir durum var: On küsür yıldır edebiyat ortamını az çok bilirim. Bilhassa son birkaç yıldır çok dikkat çekici bir şey var: Okumadan yazmak isteyen insan türü. Denebilir ki zaman denen büyük usta, kimin ne okuyup okumadığına da bakmaz. Varsa böyle zayıf bir ihtimal, “okumadan” da iyi metinler yazanlar olabilir. Ona da eyvallah.

Nedir, asıl sorun şurada yatıyor ya da benim meramım şuydu: Öykü yazanlar olarak öykülerimizi, diğer öykü yazanlara yazmış oluyoruz. Bunda bir tuhaflık yok mu yani?

Açalım: Yazılan öyküler, dar bir çevreye (kahir ekseriyetle öykü yazmaya çalışan/yazan bir kitle içerisinde) sıkışıp kalmış olmuyor mu bu durumda? Peki, bunda da mı bir tuhaflık yok yani?

Alejandro Zambra’nın, Perulu yazar Julio Ramon Ribeyro üzerine yazısından alıntılıyorum: Ribeyro’ya göre romanın krizi, ustalığın sonucudur: “Bir süredir Fransız romanları, profesörler tarafından profesörler için yazılıyor. Bugünün Fransız romancısı, dünya hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ama roman hakkında söyleyecek çok şeyi olan bir beyefendidir.”

Aynı şey, bugünün Türk öykü yazarı için de söylenemez mi? Ribeyro’dan el alarak: Türk öykücüleri bir süredir, birbirleri için yazıyorlar. Üstelik, birbirlerini okudukları da söylenemez pek.

Birbirimiz için yazacaksak… Yahu bu işte hiç mi tuhaflık yok yani?

6.Kasım.19

Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun son filmi Parazit’i izledim dün akşam. Henüz izlememiş olanlara söyleyebileceğim tek şey şu: İzleyin!

Filmi izlemiş olanları buraya alalım: Parazit, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi almış. Ve Güney Kore’nin Oscar adayıymış. Bunlarda şaşılası bir şey yok. Ödüller çok da önemli değil. Ben, galiba Sinek Isırıklarının Müellifi’nde görüp izlemiştim Cinayet Günlüğü’nü. Parazit’i görmeden önce farkında değildim, Cinayet Günlüğü de Bong Joon-ho’nun filmi. Ve Parazit’in başrollerinden biri olan “fakir” aile reisi Cinayet Günlüğü’nün dedektiflerinden biriydi.

Filmi anlatacak değiliz; hele ki yönetmenin, bir söyleşisinde Aslında hepimiz “kapitalizm” isimli aynı ülkede yaşıyoruz demesinin üstüne söz söyleyecek de değiliz. Hepimiz, belki Kübalılar hariç, kapitalizm adlı aynı bok çukurunda, aynı havasız ve güneşsiz bodrumlarda yaşıyoruz. Hepimiz değil tabii, çoğumuz.

00-parasite-film-director-bong-joon-ho-interview-gq-october-100319.jpg

Başka bir söyleşisinde, yönetmene, filminin sonuna dair yorumu sorulmuş. Şöyle yanıt vermiş Bong Joon-ho, Türkçe söylemeye çalıştım: “Söylemesi çok zor, ama son hakkında kendi düşüncelerim var. Bir senaryo yazarken karakterler veya durumlar ya da sonu hakkında olsun, her zaman ben de merak içindeyimdir. Benim de filmin sonuyla ilgili birkaç yorumum var ama bu sonla ben dürüst davranmak istedim. Sahte bir umut yaratmak ya da ümitvarmışım gibi rol kesmek istemedim. Üzücü ama bu son ile gerçekliği ham ve filtresiz biçimde göstermek istedim.”

Filmi izleyenler anlayacaktır: “Baba” bodrumda kaldı. Onu kurtarma ümidi de yine döndü dolaştı, zengin olma hayaline dayandı. Yönetmenin “gerçeklik” dediği bu. Çünkü hepimiz kapitalizm adlı aynı ülkede yaşıyoruz. Evet ama ütopyasız insan neye benzer?

Herkes, ama herkes o güzel evlerde yaşayacak. O gün gelene kadar da kimse, ama hiç kimse, o güzel evlerde yaşamayacak. Babayı kurtarmanın tek yolu var aslında: O ev(ler)i temelinden dinamitlemek!

Eğer biz “o evleri” yıkmazsak, onlar bizi öldürmeye devam edecekler. Topluca ve tek tek. Maden ocaklarında, metro istasyonlarında, evlerimizde, sokakta, kirli savaşlarında…

Sonra çıkıp ar etmeden fıtrat diyecekler, kader diyecekler, “iş var, beğenmiyorlar” diyecekler, “vatan millet” diyecekler, “büyük resim” diyecekler…

7.Kasım.19

Gizlemeye çalışsak ne fayda: Bizim bu dünlük işine girmemizin iki müsebbibi var: Tomris Uyar ve Salâh Birsel.

İki gözüm Salâh Bey, 27 Eylül 1981 tarihinde Yaşlılık Günlüğü’ne şunları yazar: “Günlüklere sadece bir iki küçük dakikamızı geçiriyoruz, geçirebilirsek. Oysa geride ne saatler, ne günler, ne sevinçler, ne acılar, ne zırtapozluklar var.”

Biz de böyle böyle “bir tam, bir çeyreğe” vardık. İlk dünlükten bu yanda dört buçuk yıl geçti. 125 Dünlük.

Onur Çalı