Şehrin dışında toplu konutlar, yeni kurulan, tenha mahalleler, inşaatlar… Evlerinden çıkarılıp buralarda yaşamaya zorlanmış insanlar. O evlerin birinde birlikte yaşamaya mecbur kalmış bir baba ile gelini. Hayatın Ucu, sıradan diye tabir edilen insanların hayatından bir kesiti, hiç sönmeyen merak duygusunun eşliğinde getiriyor gözler önüne.

“Baba, sen artık yaşlandın, yalnız yaşama, bizimle kal,” diyerek babasını kendi evine getiren Sedat, bir müddet sonra yavaş yavaş ortalıktan kaybolur. Baba, gelini Aslı ile, küçük bir dairenin içinde yaşamaya başlar. Önce yabancı bir evde yaşamanın zorlukları, alışma süreci kuşatır babayı. Bunalır, bunaldıkça kendini dışarı atar. Oysa dışarıda bir gazete alacak bakkal bile yoktur. Aslı, kocasına kendisini emanet etmiş, bütün gün televizyona bakmaktan başka çaresi olmayan genç bir kız. Şehir çok uzaktadır, hayat uzakta bir yerde yaşanıyordur. Hayatın ucunda kalan bu iki insan, çaresiz, birbirlerine yaslanırlar. Önceleri adaptasyonun ağırlığı altında ezilirken baba, kapıya dayanan alacaklılarla yeni dertlerin sahibi olmaya başlar. Gitgide yalnızlık sorunu geçim sorununa evirilir. Hayırsız evlat Sedat, ardında büyük borçlar bırakarak gitmiştir. Bir yandan parasal darboğazı çözmeyle, bir yandan da Sedat’ı aramakla geçmeye başlar günler. Çok farklı hayat görüşlerinden gelip burun buruna kalan bu iki insan, ortak dertlerin artmasıyla gitgide birbirine daha çok sarılmaya, kader ortaklığı etmeye başlayacaklardır. Unuttukları şeyleri, aile olmayı, dayanışmayı, omuz omuza vermeyi tekrar hatırlayarak.

Yürüyen ana hikâyenin yanında, alt katmanlarda bir kentin panoramasını görürüz. Artan fiyatlar, geçim sıkıntısı, şehrin dışına itilmiş dar gelirli insanların belini bükmektedir. Hatta şehre giremez onlar, şehir büyük, kalabalık ve masraflı bir organizma gibi harıl harıl işlemektedir. Ancak onun yamacında var olabileceklerdir. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan atılımlar, sonradan anlaşılır ki kentin değerli yerlerini zenginlere sunmak için yapılmış bir aldatmacadır. Daire sahibi olmak için evlerini gönüllü veren aileler böyle uzak, ücra mahallelerde, kalitesiz ve küçük dairelerde bulmuşlardır kendilerini. Hayat kentte yaşanmaktadır ve yeteri kadar paran yoksa onun kalbine giremezsin.

Romanda toplumsal açıdan sözünü ettiğim bu tespitler yapılırken, bireysel veya psikolojik açıdan da bir baba-oğul sorunu kendini hissettirmektedir. Neden böyle hayırsız çıkmıştır Sedat? Doğuştan gelen bir karakter özelliği midir bu, yoksa aile, çevre şekillendirmesi mi? Bu hususta fazla söz sarf etmiyor roman fakat birkaç cümlede, babanın oğluna karşı yumuşak yüzlü olduğunu, onu eskiden beri hiç geri çeviremediğini, ona hayır demeyi beceremediğini okuyoruz. Buradan hareketle hayırsız evlat Sedat’ın, şımartılmış ve büyüyüp olgunlaşamamış erkek figürü olduğu tespitine varılabilir. Ülkemizdeki çocukluktan çıkamayan erkek sorununu, vakalarını ve sayısını göz önünde bulundurursak, buradaki baba-oğul ilişkisinin romanın çizdiği güncel panoramaya paralel ve onu zenginleştirir nitelikte bir öğe olduğu da görülecektir.

Benim romanda diğerlerine nazaran daha bulanık bulduğum karakter Aslı oldu. Net çizgilerle belirginleşmedi zihnimde. Onu anlamakta zorlandım. Bu türden bir hayata neden razı olmuş Aslı? Sedat’a aşkından mı, diyeceğim fakat pek öyle âşık gibi de davranmıyor. Neden hayata yönelik bir heyecan, heves duymuyor? Tahmin edebiliyorum elbette, bu biraz ülkenin içinde bulunduğu atmosferle, biraz da zamanın kolaycılık ruhuyla açıklanabilir. Yine de romanın içinde Aslı’nın seçimine yönelik bir ipucu aramadım desem yalan olur.

Son olarak gelmek istediğim nokta romanın atmosferi. Bana göre bu kitabın en önemli özelliği de orası. Gayet olağan, çokça karşılaşılabilecek bir insanlık durumu var ortada. Ancak bu hikâye kısa kısa bölümler kullanılarak öyle anlatılıyor ki daha ilk sayfalardan itibaren romanın sonuna kadar merak duygusu sürekli canlı kalıyor, kıpırdayıp duruyor. Metin Celal nasıl yapıyorsa yapıyor ve bu minimal anlatıya yer yer gerilime kadar varan bir atmosfer kuşandırıyor. Romanın dili oldukça sade, süsten püsten uzak. Sade ama basit değil. Öyle pürüzsüz bir akış var ki anlatımda, akışı bozacak ufak bir çakıl dahi değmiyor dile. Fakat işin en can alıcı yeri tam da burada. Abartılı hiçbir söze yüz vermeden, bütünüyle anlatıcının karakterine uygun o sakin dille, hikâye gizemli bir çekicilik kazanıyor.

Serhan Ergin