Nurullah Ataç, Günce‘sinin ikinci cildinde, hayatının son demlerinde yazdığı bir yazıda şöyle der: “Kaybettik… Yitirdik… Ölüler arkasından söylenen bu söz tiksindirir beni. Ben ‘kaybolmam’, ‘yitmem’; ölürüm, ‘öldü’ desinler.” Başka bir deyişle, edebiyatın huysuz ihtiyarı, Öztürkçe akımının yılmaz müdafisi (ben de biraz üzerine gideyim), ölümle ilgili konuşurken de bu huysuzluğundan vazgeçmez; ilkelerinden de ödün vermez! Şiire yır, kitaba betik diyen Ataç, zamanı gelince de ölür; kaybolmadığı, yitmediği gibi vefât da etmez… Huysuz ihtiyar, kendi ölümünü de hem huysuzca hem de soğukkanlılıkla kabul eder.
Ataç’ın Günce‘sini üniversitenin ilk yıllarında okumuş ve ölümle ilgili bu fikri üzerine epeyce düşünmüştüm. Kelimeler arasındaki nüans farkının kimi zaman nasıl da soğuk gerçeği gizlemeye, hadi biraz yumuşatayım, oda sıcaklığına getirmeye yaradığını hayretle fark etmiş; Türkçe’nin bu konudaki zenginliğine hayran kalmıştım. Anadolu’da insanlar sonsuzluğa uğurlanabilir, son şakalarını yapabilir, bu sefer güldürmeyebilir, kaybolabilir, yitebilir, göçebilir, terk-i diyar eyleyebilir, sonsuz istirahate çekilebilir, cennete doğru yola çıkabilir, gökyüzünden bizi izleyebilir, hatta vefât bile edebilirler ancak bir tek şeyi yapamazlar: Öl(e)mezler. Dil, soğuk gerçeği yekten söyleyemeyip etrafında dolananların akrobasi yetenekleri ile genişler ve hayatta yüzleşilmesi en zor olan şeyi bir nebze olsun katlanılabilir hale getirir; ancak Ataçgiller buna karşı çıkar: Neyse o!
Peki, Ataç’ın öfkesini üzerime çekmeyeyim; yekten konuya gireyim: Dedem öldü. Yıllarca ağzından düşürmediği ve hayatının son 5 yılında bir an önce gelmesi için dua ettiği hayırlı ölüm, temmuz ayında onu ziyaret etti. Karikatürist Oğuz Aral, ölümünün hemen öncesinde verdiği bir röportajda, daha sonra terk-i diyarının müsebbibi olan hastalığını üç kelimeyle özetlemişti: Enayi bir pıhtı! Dedem de, önce boğazına; ardından akciğerine kaçan enayi bir lokmanın yarattığı iltihaptan öldü. Kaybolmadı, yitmedi; öldü.
Dedemin hayatını düşündüğümde hep yüreğimin burkulduğunu hissettim. Bunun ayırdına tam ne zaman vardım, hissettiğimin adını ne zaman yürek burkulması olarak koydum, bilemiyorum. Dedem yaşlandıkça, bu yürek burkulmasına bir de vicdan azabı eklendi. Üniversitede okuduğum yıllarda kimi zaman otobüsten bir durak erken iner ve artık 80’ini aşmış dedemi ziyarete gider, bunu yaptığım zaman ödevini yerine getirmiş bir çocuğun yürek hafiflemesi ile eve döner; öte yandan ödevini yapmak istemeyen bir çocuk gibi de bu ziyaretleri türlü sebeplerle ertelerdim; zira dedem, son yıllarda muzdarip olduğu unutkanlığın da etkisiyle, sıklıkla aynı soruları sorar (üniversiteden mezun olunca ne yapacaksın, en sevdiklerinden biriydi) ve buna net bir yanıt vermemi beklerdi. O yıllarda müzisyen (hadi samimi olayım, rock star) olmayı düşlediğim için dedemin hayatla ilgili bu net soruları beni rahatsız eder, hatta öfkelendirir; içimde bir an önce başka konuya geçme isteği uyandırırdı. Sanki bu konuyu o anda o kadar deşmezsek ya da üzerine hiç konuşmazsak dileğimin kendiliğinden gerçekleşeceğini veya tam tersi, bu denli üzerine gider ve kazmaya devam edersek hiç istemediğim bir hayata doğru yelken açacağımı hissederdim. Dedem hayatı çok basit algılıyordu, bana göre; ancak içten içe hayatın soğuk gerçeğinin de aslında bu kadar basit olduğunu ve bunun içimdeki bedbinliği arttırdığını fark ediyor; tam da bu yüzden, dedeme yaptığım ziyaretleri türlü gerekçelerle erteliyordum. Bugün geriye dönüp baktığımda, bu ertelemelerin temelinde de dedemin hayatının yüreğimde yarattığı burukluk olduğunu görüyorum.
Ben dedemi yalnız yaşayan bir adam olarak tanıdım. Aslında yaşantısı, bir cümle ile özetlenebilecek kadar yalındı: Bir apartmanın en üst katındaki üç oda, bir salon ve iki geniş balkondan müteşekkil evinde bir başına yaşayan ve mükemmel yemekler yapan emekli bir astsubay. Hemen hemen her pazar, amcamlarla birlikte dedeme yemeğe gider; öğle yemeğini maaile yerdik. Ben her zaman, dedemin tam karşısına; masanın baş köşesine otururdum. Bu elbette, küçük çocuğa verilmiş bir hediyeydi; ancak kuzenlerim doğduktan sonra da, belki ailenin ilk göz ağrısıyım diye, o baş köşe yine hep bana verildi. Bugün geriye dönüp baktığımda, bu anları hep mutlulukla hatırlıyorum: Hep birlikte masaya oturulur, dedemin yaptığı pilav ve pirzola (veya benim deyimimle sopalı et), kimi zaman kısır veya içini dedemin hazırladığı pide yenir; ardından koltuklara geçilip sohbet edilirdi. Hayal meyal, babamın Texas, Tommiks alıp eskiden ona ait olan odaya gittiğini ve çizgi romanı okurken uyuyakaldığını hatırlıyorum.

Meslek yıllarından kalma alışkanlıkları, ömrü boyunca devam etti: Belirli bir saatte kalkılır, yürüyüş yapılır, dönünce duş alınır ve traş olunur, ev temizlenir, yemek yapılır, ardından eğer mevsim kışsa sahildeki –yine askerlik yıllarından kalma alışkanlıkla, kendi deyimiyle– kasinoya gidilir, orada çaylar, ayranlar içilir; ardından eve dönülür, akşam yemeği yenir, sütlü kahve pişirilir, akşam haberleri bu kahvenin eşliğinde izlenir, bir süre sonra yatılır. Bu ritüel yalnızca havalar sıcakladığında bozulur; o zaman kasinoya akşam gidilir, öğle zamanları uykuyla değerlendirilir. Dedem, mutlak çizgilerle belirlediği ritüeline, evden çıkamayacak duruma gelene kadar sadık kaldı. Yaşarken sıkıcılığıyla bizi boğan bu döngüler, küçük işler, didişmeler, yürüyüşler aslında bizi hayata bağlar. Dedemin ruhundaki çöküş ve ölüme duyduğu istek de, belki, ritüelini yerine getiremediğini fark etmesiyle başladı.
Ona bütün bir hayatım boyunca, yalnızca bir kez “Dede ben seni çok seviyorum” diyebildim. Bunun benim için neden zor olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Dedem hiçbir zaman sert biri olmadı; bilakis, torunları olarak bizlerin handiyse sonsuz bir kredisi vardı. Bize karşı hiçbir zaman soğuk olmadı; bizi gördüğünde gözlerine yerleşen parlamayı hiç gizlemedi. Yine de, neden bilmiyorum, o cümleyi kurmak çok zor gelmişti. Gülümsemiş; “Ben de seni çok seviyorum” demişti. Şimdi düşünüyorum da, aslında bu da onun bana ilk ve tek seni seviyorum deyişiydi… İkimiz de birbirimize karşı hissettiğimizi, 32 yıl boyunca yalnızca bir kez söyledik…
Kundera, anıların da aslında bir unutma biçimi olduğunu söyler. Hafızamız geçmişi eler; eleğin üzerinde kalanlar da anılarımızı oluşturur. Biz geçmişi, eleğin üzerinde kalan kırıntılara bakarak bir araya getirip kendimizce tekrar inşaa ederiz. Ortaya çıkan, biz her ne kadar aksini iddia etsek de, bir gerçeklik değildir aslında; kendimizce bir montaj yaparız ve zihnimizdeki anılardan müteşekkil geçmiş de, montajlanan her şey gibi, aslında bir bükülmüş gerçekliktir. Geçen yıllar, sert bir kayaya sürekli vuran dalgalar gibi zihnimizi aşındırır, kimi şeyleri siler; geriye bizim geçmiş dediğimiz şey kalır. Kör ölür, badem gözlü olur derler. Ölüm, hele ölen kişi bir yakınımızsa, bu aşındırmayı iyice taraflı bir hale getirir; zihnimizde çoğu kez hep iyi şeyler kalır ve ölüler zamanla evliyâlara dönüşür.
Abbas Kiyarüstemi, Paul Cronin tarafından hazırlanan “Sinema Dersleri” isimli kitabında sınırlamalar ile ilgili şöyle bir anısını anlatır: “Torino’daki bir atölye çalışmasında, katılımcılar daha ilk günden film çekmeye başladı. Ortaya kesin; ancak kopuk işler çıktı. İkinci gün grup, kendine bir sınır koydu: Kamera binanın dışına çıkarılmayacaktı. Havada, derhal bir yoğunluk hissedildi. Herkes birbirine ve etrafına ışıldayan gözlerle bakıyordu.” Ben de kendime bir kısıt koyayım: Dedenle ilgili tek bir anını anlat.
Dedem bir evliyâ değildi. Hataları, defoları, eksiklikleri, fazlalıkları olan biriydi; hepimiz gibi. Zihnimin elediği anılarımda elbette, güzelliklerin yanında nahoşluklar da var ama dedemi düşününce onca anı arasında minicik, silik bir tanesi, ateşböceği misali parlayıveriyor.
Sanıyorum ilkokula gidiyordum. Annem ile babam şimdi hatırlayamadığım bir yere gitmiş, beni de dedeme emanet etmişlerdi. Sabahtan dedemin evine gittiğimizi hatırlıyorum. Arada kitap okuyor, biraz uyuyor, uyanıyor, tekrar bir şeyler okuyordum. Elbette dedemle de konuşuyorduk; ancak tüm bunlar, dalgalarla dövülerek aşınmış… Dedem o gün, muazzam yemeklerinden de yedirmiştir; ama silinip gitmiş… Hatırladığım tek şey dedemin bana karpuz kesip getirmesi. Neden bilmiyorum; ama beyaz çukur bir tabakta getirdi diye kalmış aklımda. Karpuzu yiyor; her ısırıkta karpuz çekirdeği gelmesini bekliyordum. Gelmedikçe daha küçük parçalara bölüp içine bakıyor; ama yine tek bir çekirdek bile göremiyordum. Dedemin böyle hiç çekirdeksiz bir karpuz bulmasına şaşıp kalmıştım!
Geriye dönüp baktığımda o günü hep saflığıma gülerek hatırlıyorum. Dedem çekirdeksiz bir karpuz falan bulmamıştı; torununun boğazına karpuz çekirdeği kaçmasın, torunu çekirdek ayıklamakla uğraşmasın diye üşenmemiş, ikram etmeden önce tüm dilimlerdeki çekirdekleri tek tek ayıklamıştı. Bu minicik ateşböceği, dedemle ilgili her şeyi bir anda geri getiriveriyor: Eşiyle ayrıldıktan sonra oğullarını tek tabanca büyüten, onların her şeyiyle ilgilenen; akşam odalarında ders çalışırlarken onlara meyve soyup götüren, onlar geç saatlere kadar çalışırken uyumayıp salonda oturup bir şeyler okuyan, sabah onları okula yolcularken çaylarını şekerine kadar karıştırıp kahvaltıyı hazırlayan, ilkokula giden torununa her gün büyük tenefüste sandviç getiren, sırf torunu seviyor diye kocaman kaselerde müthiş kısırlar yapan bir astsubay emeklisi…
Bu anı ne zaman zihnime düşse, birbirimize yalnızca bir kez “Seni çok seviyorum” dediğimiz aklıma geliyor, düşünüyorum: Bükülmüş gerçekliğimde, daha fazla “Seni çok seviyorum” mu isterdim, yoksa ayıklanmış karpuz çekirdeklerini mi tercih ederdim… Ben karpuz çekirdeklerini seçiyorum!
Peki, Kundera’ya dönelim: Anılar da unutmanın bir biçimidir. O zaman onun diliyle konuşayım: Dedem, kimi zaman insanı çileden çıkartma noktasına getiren huysuzluklarına, inatçılıklarına rağmen, bir unutma biçimi olan anılarımda torununa “Bu çağda tek gelirle geçinmek zor, kadın da erkek de çalışmalı” diyen, hayatımda yediğim en güzel kısırı, pilavı ve sopalı eti yapan, sandalyesine güçlükle otururken ona yardımcı olan kişiye mersi demeyi ihmal etmeyen ve kestiği karpuz dilimlerindeki çekirdekleri küçük torunu yanlışlıkla yutmasın diye ona ikram etmeden önce tek tek ayıklayan biri olarak yaşayacak. Kaybolmayacak, yitmeyecek…
Güle güle dede; anneanneme, hiç görmediğim Ahmet Dedeme ve eğer konuşursanız babaanneme selamlarımı söyle! Kısırın tarifini vermeden gittin, sağlık olsun.
Deniz Kıral