Talan, Monokl Edebiyat aracılığı ile okurla buluşan bir ilk kitap. 14 öyküden oluşan kitabın editörü Volkan Çelebi arka kapak yazısında, “Monokl Edebiyatı’ın ilk öykü kitabı Talan. İlay Bilgili Türkiye’nin gün ışığındaki karanlıklarına bir mum taşıyor. Titrek bir mum ışığıyla küçük dünyalara dalıyor, şeylerin ve olayların üstüne doğal ama başka bir gölge düşürüyor. İşlenmeyi bekleyen, mum ışığı gözleyen ne çok yerel malzememiz var, dedirtiyor. Talan’ın anlatı-ışıkları başka hangi gölgelere yolculuk ettirecek diye merak ettiriyor, hem yazarını hem okurlarını…” diyor ve bu yazının da adlandırıcısı oluyor. Kendisine teşekkür ederim. Yazar İlay Bilgili de Gülhan Tuba Çelik’le yaptığı bir söyleşide Talan’ın kendisiyle hesaplaştığı bir kitap olduğunu söylüyor. Bir kitabın, önce yazarında ufuk açması ne güzel.
Öyküleri okuduğumuzda şehir kültür ve yaşamının yanı sıra, taşrayı da iyi bilen, gözlem yeteneği güçlü, ayrıntıları yakalamada dikkatli ve titiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Öyküler için seçilen dil de buna eşlik ediyor. Kırsala ilişkin öykülerde daha açık ve anlaşılır, daha doğal, yer yer yerele ilişkin sözcüklerin yer aldığı bir dil tercih edilirken şehirdeki yaşamları konu alan öykülerde dil daha imgesel, anlam daha kapalı. Şehir yaşamındaki karmaşa, belirsizlik, insanların birbirinden uzaklığı, birbirine mesafeli duruşu öykülerin dokusuna sindirilerek neredeyse okurla da araya bir mesafe konmuş izlenimi veriyor. Kimi öyküler ilk okunuşta kendini ele verirken kimileri ikinci okumada açık ediyor sırlarını. Hatta açık uçlu imgeler, küçük göstermelerle okur da kendi yolculuğunu yapıyor öykünün içinde. Yazar bu anlatım biçimi ile okurunu da öykülerin bir parçası olmaya çağırıyor, demek olası.
Öykülerde zaman ve olaylar arasındaki geçişler, sıçramalar çok iyi kotarılmış. Gerçekten rüyaya, rüyadan gerçeğe; dünden bugüne ya da bugünden geçmişe bir zaman tünelindeymişçesine yumuşak ve sarsıntısız geçiveriyorsunuz. Kimi de geçmişle an yan yana, içi içe. Geçişlerdeki bu doğallık ve yumuşaklık; öykünün kendiliğinden, düzenli, rahat, dingin akışını sağlıyor. İşte onlardan biri: “Sabah serinliği basma elbisemin altından kadınlığımı okşuyor. Aklıma bir kadın olduğumu hatırladığım o ilk zamanlar geliyor. Ardından zihnimde sen beliriyorsun.” (s. 85) Öykülerinde okurun merakını diri tutmayı başaran yazar, zamansal sıçramalarla olay ve durumların gizlerini öykünün bütününe yaymayı ve tempoyu düşürmeden ilerlemeyi de başarıyor.
Öykülerde karşıtlıklara çok yer veriliyor. Bu karşıtlıklar olay kahramanının içinde bulunduğu ruh halini, karmaşayı, çıkışsızlığı, açmazları, kendi içindeki gelgitlerin derinliğini anlama ve anlatmada etkili oluyor. Bunların birkaçını örneklemek isterim. “Yalnızlık güzel şey, bir sürü şey yapacak vaktin var. Yapacak bir şey bulamıyorum gerçi artık.” (s. 36)
“Can çekişiyor, ona acıyorum. Ondan nefret ediyorum.” (s. 84)
“Evin her odası sevinçten gıcırdıyor, uğulduyor. Çığlık atıyor, susuyor, gülüyor, kükrüyor, diniyor ev.” (s. 62)
“Banyo sıcak, nemli, yapış yapış, güvenli bir anne karnı uğultusunda. Rahat bir mezar.” (s. 63)
Öyküler özelinde, çok da ayrıntıya girmeden, küçük ipuçları ile ilerlediğimde:
Mimesis’te, sözcüğün resim sanatındaki anlamının insan davranışlarına yansımış biçimini görürüz. Kendini kanıtlamaya çalışmaktan, bir anlamda “kadınlığın kitabını yazmaktan” çocuklarının annesi olamamış bir kadının yanında yetişen ya da yetişemeyen çocukların tamamlanamamışlıklarını, kişilik gelişimlerindeki engelleri ve bunların yol açtığı olumsuzlukları okuruz. Aynur kopya olma, yansıma durumunu kısmen aşsa da “Cumali’nin görünmeyen tasması” onun boynunu hep incitecek gibi geliyor bana.
Kral’da, bir tren garında çürümeye terk edilmiş vagonlarda yaşamını sürdürmeye çalışanların yaşamına tanık oluyoruz. Bu insanların, kendi içlerinden çıkan ve korku imparatorluğunu ilan eden kralları tarafından acımasızca ezildiğini, sömürüldüğünü okuyoruz.
Artis için, “bir geç kalma, dostluk ve zamansızlık öyküsü” diyebilirim. Biri Ermeni diğeri Müslüman-Türk iki çocuğun ilişkilerine odaklanan öykü, Aliye’nin ablasının çocuk olamadan kadın olma, gelin olma sürecini de olayın içine alarak ilerliyor.
Pante Rhei, yani her şey akar. Herakleitos’in felsefesinden hareketle kurgulanmış bir öykü. Bir yaşlanma ve yaşam mücadelesi öyküsü. Geldiğimiz noktadan geriye baktığımızda gördüklerimiz, eksik bırakılanlar, yaşananlar, önemsenenler, önemsenmeyenler, es geçilenler, acı verenler, mutluluk kaynağı olanlar… Akış devam ederken değişmeyen tek gerçek, insanın ne kadar yaşlanırsa yaşlansın ölümü kendinden uzak tutmak istemesi değil midir?
Sonu, Arşimet’in yaşamına ve çalışmalarına göndermelerle yol alan bir öykü. Öyküyü, bir ilişkide bireylerin kapladıkları yer, ilişki içindeki tutumları üzerinden okuyoruz. Söylemek istenenlerin susulduğu anlar, huzursuzluk, biten ikili ilişkiler, anlaşmazlık, üstümüze çöken gölgelerin saldığı korku; sorgulama ve harekete geçiş. Evlilik bir oyunsa her oyun gibi onun da sonu vardır, dedirten bir öykü.
Söz’de, değişik varyasyonları olan 21 Mart Dünya Ölmeme Günü’nün öyküsü bu sefer kanser hastası Halil üzerinden kurgulanıyor.
Metamorfoz, bir ölüm anı hikâyesi. Öyküde anlatılan kadın bir yandan kocasının ölümüne üzülürken diğer yandan onun ölmesini istiyor. Aslında üzüldüğü ölmek üzere olan kocası değil istediği gibi yaşayamadığı hayatıdır. Anlatıcıya göre, kelebek olamamış, başkalaşımı, değişimi, dönüşümü yaşayamamış abla hep tırtıl kalmıştır kocanın yanında. Onun yaşamının bundan sonraki evresinde yaşanacak değişim, dönüşüm, başkalaşma, yenileşme ölmek üzere olan solgun menekşeye su verilmesi üzerinden imlenirken, Kadir abinin ölümü çürüyen ve etrafa koku salan soğanlar üzerinden çağrışım yoluyla anlatılıyor.
Hayriye’nin Yok Oluşu yaşamını başkalarına adayan, kendini çevresindekilere yaptığı hizmetle var etmeye çalışan, eviyle, evin işiyle bütünleşen, zamanla kurulu bir makineye dönüşen, gün geçtikçe silikleşip en yakınları tarafından bile görünmeyen, sevmeyi, sevilmeyi bilmeyen, önce bir gölge gibi de olsa var olabildiği halde günden güne gölgesi bile olamayan bir kadının öyküsü.

Talan, anlatıcısıyla özgün bir öykü. Her yerde olan bir anlatıcı, anahtar deliğinden, yanan sobanın içindeki ateşin içinden, bacalardan, duvarlardan geçebiliyor. Okura çoklu düşünme olanakları sunan bu anlatıcıyı Tanrı, zaman, fısıltı, dedikodu diye adlandırabilirsiniz. Peki ya girdiği evlerde, gezdiği sokaklarda gördükleri, duydukları?
Seninki Gibi’de silik, içinden geçeni kocasına nasıl söyleyeceğinin planını yapan, buna dişiliğini kullanmak da dahil, kadınlar; kadınlara her şey söylenmez diyen geleneksel kültürün kıskacında yetiştirilen, gençlikle yaşlanma, gitme ile kalma arasında bocalayan, dışarıdan onay bekleyen, onaylansa kendini iyi hissedecek olan özgüveni yetersiz erkeklerle tanıştırır bizi yazar.
Deli Çocuk, güçlü başlayıp sona doğru tempoyu düşüren bir öykü. 80’lerde bir köyde geçen bir olay ve Deli Ahmet’in anlatıldığı öyküde bir ikiye bölünmüşlük var. Deli Ahmet’e mi odaklanacak okur yoksa köydeki çatışmaya mı? Gerçi “Çatışma bölünmeyi, ayrışmayı getirir,” diye düşündüğümüzde tematik birliği yakalamak da olası tabi.
Yol, bir rüya ile başlayıp uyandıktan sonra bilinç akışı o devam eden ilginç bir öykü. Geçmişle hesaplaşma öyküsü. Bu eksende dil de ona göre biçimleniyor. Darmadağınık düşünceler, oradan oraya atlayan bir bilinç…
Fotoğraf kitabın son öyküsü. Sorunlu bir ergenlik dönemi yaşayan bir gencin yine ergenlik kıskançlığı ile işlediği bir cinayeti konu alıyor. Gördükleri ve bildikleri karşısında herkesin sustuğu bir cinayet. Cinayeti işleyen de intihar edince onlardan geriye kalan fotoğrafa bakılarak anımsananlar. Ergenlik aşkları, sorunlu aile ilişkilerinin yarattığı sorunlu çocuklar, kıskançlık, en önemlisi de yaşananları görmezden gelme öykünün temel meselesi, denebilir.
İlay Bilgili, kurgularındaki zenginlik, kurguya denk düşürdüğü anlatım ve öyküyü yoğurmadaki ustalığı ile gelecek için umut veren bir yazar. İlk kitabın elbet ufak tefek kusurları olacaktır, onlara takılmadan kitabın tadını çıkarmak gerektiğini düşünüyor, çoğu zaman yaptığım gibi son sözü yazara bırakıyorum.
“Cemil, Hayriye’ye ne kadar kızarsa kızsın Hayriye sağıra keser, evin sessizliğinden başka şey duymaz olur. Ev, bazen öylece gıcırdar, kimi zaman öğleden sonranın rehavetiyle uyuklar, sabah horozların ötüşüyle hışırdar, bitmeyen işler yüzünden gecenin siyahında nöbet bekler. Bazı öğlen sonraları Hayriye, ayaklarını balkon demirine dayadığında ev de salınan perdeleriyle nihayet şekerleme yapar. Kirişler, tuğlalar soluklanır.” (Hayriye’nin Yok Oluşu, s. 58)
Münire Çalışkan Tuğ