Yine göz kapaklarım bilgisayarın karşısında ağırlaşıyor. Arada kendimden geçtiğimde başım hafifçe öne düşüyor, o an gözlerimi açıyorum ve ekrandaki beyazlığın burnumun ucunda parlamasıyla kafamı şöyle bir geriye atıyorum. Doğrusu direncim ve emeğim takdire değer. Ama sabaha kadar böyle oturamam. Bir paragraf daha, bir sayfa daha diyerek kendimi yiyip bitiremem. Birazdan yatacağım ve uyku iyice bastırıp beni kendimden geçirene kadar Sylvia’yi düşüneceğim. Ona yazalı bir hafta oluyor. Mailimi aldığını düşünüyorum ama okuyup okumadığı konusunda hiçbir fikrim yok.
En iyisi gidip yatmak. Evet, ben böyleyim. Öyle her gün üç sayfa, günde en az bir saat gibi formülerle işim olmaz. Her reçete herkeste çalışmaz. Şimdi yatıp Sylvia’yi düşünmeli. Geçen haftaya kadar onun yerinde Cecilia vardı. Her gece yattığımda uykuya dalmadan önce mutlaka Cecila’yı düşünürdüm. Artık uykunun yaklaşma mesafesine göre, bazen kısa bir an için olurdu bu, ama bazen de yarım saati bulurdu. Sonra, herhalde üçüncü mailimden falan sonra, zahmet edip bir cevap yazdı da ben de rahatladım. Zaten beklemekten bıkmıştım. Bir süredir Fransa’da olduğunu, dolayısıyla mailimi yanıtlamak için vakit bulamadığını yazmış. Yersen! Bir yanıt vermesi gereken normal süre çoktan dolmuşken ve daha Bogota’dan ayrılmamışken niçin yazmamıştı acaba? İnsan daha iyi bir mazeret bulur. Ne diyor T-Bag böyle durumlarda: “Gimme a break, man!”
Amerikan dizilerindeki tiplerin bu kestirip atmalarına bayılıyorum. Böyle kalıplaşmış şeyleri o kadar sık kullanıyorlar ki. O çok bilmiş ve hınzır karakter, duyduğu şey hoşuna gitmediğinde ağzını yayıp ‘Get out of here!’ deyiveriyor ya, bitiyorum buna. Son zamanlarda bu dizilere fena kaptırdığımın ve bunun yazınsal üretimimi etkilediğinin de farkındayım. Bir süredir, bu kadar çok izleme, diyorum kendime ama ne zaman bir boşluğum olsa kendimi internette yeni bir dizi ararken buluyorum. Sadece edebiyat uğruna bundan kurtulabilirim! Böylece daha fazla şiir yazabilir, ne zamandır bekleyen öykülerim üzerine çalışabilirim. Hatta belki şu bir türlü başlayamadığım romana da nihayet başlarım. Gerçi şu ankinden fazla yazarsam, o yazdıklarımı ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Mevcut metinlerimi bile bir yere koymaya zorlanırken…
Rahatladım, dedim ya, bu güzel bir adlandırma oldu ve bir süredir böyle söylüyorum. Bu işin en zor kısmını beklemek olduğu zaten sık söylenir. Daha kötüsü var: Bekletilmek! Birinin sizi sırf bunu yapabiliyor olduğu için, o konumda olduğu için bekletmesi, oyalaması. Attığım taşın geri gelmesi her zaman uzun sürüyor -ilk başta söz verilenden daha uzun- ama adamı en çok yukarı bakıp durmak yoruyor. Taş geri geldiğinde birkaç gün küsüyorum ama artık bekleme konumunda olmadığım için de tuhaf bir huzur duyuyorum. O yüzden bu sözü kullanıyorum. Yani ben artık reddedilmiyorum, rahatlıyorum. Bekleyişin bitişi yeni bir başlangıç demek, belki de ondan kaynaklanıyor bu rahatlama.
Cecilia ile ilişkimiz (!) de bir istisna değildi. Sağ olsun, şu suspense duygusunu bana sonuna kadar yaşattı, bunun hakkını verdi. Neticede gelip dayandığım noktanın kendime kendime konuşmak olduğunu neden sonra anladım. Çok acemi sayılmazdım ama bir umut beslediyseniz ona değer vermenizden daha doğal bir şey yoktur. Cecilia beni hayal kırıklığına uğrattı. Ben de onu bir başkasıyla değiştirdim. Sonuna kadar hak edilmiş bir rahatlama!
Daha önce de Galdôs vardı. Yani Cecilia’dan önce. Martin Galdôs. Edebiyat dünyamızın duayeni. Yılların öykücüsü ve ulaşılmaz editörümüz! Belki on ay kadar sürdü. Martin beni on ay bekletti. Üstelik dördüncü ayda konuyla ilgili ayaküstü bir konuşma yapmış olmamıza, altıncı ayda kendimi mail yoluyla yeniden hatırlatmama, dokuzuncu ayın onuncu günü cesaretimi toplayıp ofisine telefon açmama rağmen. Ama beyefendi bütün bunlar olmamış gibi davrandı, umursamaz bir edayla. Sanki ben oraya hiç dosya teslim etmemiştim! Bir süre küfrettim ama sonra işte boş verdim (don’t let it get to you, my dear!) Böyle şeyler herkesin başına geliyordu. İlk ben değildim ki. Kendimi üzmeye değmeyecekti. Günün sonunda onlar kaybedecekti.
Böyle durumlarda ben de herkes gibi yapıyorum. Yani rahatladığım zaman başvurduğum bazı çareler var. Olumsuz bir yanıt aldığımda -kaldı ki bunun tersi olmadı şu an kadar- bana umut veren şeylere sarılıyorum ve onları sık sık kendime hatırlatarak yol alıyorum. Gabriel Garcia Marquez bir röportajında sevilen bir öyküsü için, aslında iyi bir çalışmaydı ama Yüzyıllık Yalnızlık dünya çapında başarı kazanana kadar hiçbir editör onu fark etmedi, gibi bir şey söylüyordu. Bunu okuduğumda kitabı elimden bıraktım ve düşüncelere daldım. Marquez’in sözlerini benimsedim. Bu nicedir kendi kendime düşündüğüm şeylerden biriydi. Burada tabii kendimi yüce hemşerimle kıyaslıyor değilim. Böyle düşünenler olacaktır, şimdi şu twitter çağında etraf bu tip şeyleri köpürtmeyi sevenlerle dolu. Ama öyle değil işte, kendimi Marquez’in yanına koyuyor falan değilim (I ain’t no Marquez, dude!) Bu, benim için bir bakıma yazdıklarıma güvendiğimi söylemenin bir yolu. Daha önce ustaların da benzer şeyler hissettikleri gerçeğinin farkında olmak. Gabo’nun söylediği bu şey hoşuma gidiyor, önümde bir örnek olarak duruyor. Böylece umudumu kaybetmiyorum. Yalom’un Nietzsche’si gibi yarından sonrasının bana ait olduğunu düşünüyorum.
Laptopun kapağını indiriyorum. Birazdan Sylvia’nın huzuruna çıkmak üzere gidip dişlerimi fırçalayacağım. Sonra gözlerimi kapatıp bedenimi olasılıklar kuyusuna doğru sarkıtırım. Bakalım Sylvia ne diyecek? Tecrübelerim bana en az dört ay geçmeden bir beklentiye girmemem gerektiğini söylüyor. Ama belki bu defa olağandışı bir şey olur. Belki ilk kez bir editörden zamanında cevap alırım. O zaman ben de bunu yazarlık kariyerimde yeni bir aşama sayarım!
Oliver Corrales