Şair, öykücü, romancı Zeynep Uzunbay’ın son kitabı Çoğunluk Dersleri geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Zeynep Uzunbay’la gerçekçiliği, “çoğunluk” olmayı, kadın yazınını konuştuk.

Arif Mutlu

FB_IMG_1505761266309

Genel bir soruyla başlayalım isterseniz: Kendinizi edebi bir akımın, ekolün ya da dönemin parçası olarak görüyor musunuz?

Yazmaya oturduğumda, başka bir şey yazmak istiyorsam bile, aklım 12 Eylül öncesinden başlayan bir döneme kayıyor. Her ne anlatırsam anlatayım, o dönemde yaşananlar ve o dönemin siyaseti üzerinden işliyor kalemim. Bu anlamda evet, kendimi bir döneme ait hissediyorum.

Bunun edebi karşılığı toplumcu gerçekçilik mi?

Doğru, böyle bir derdim var. Yazdığınızın insanda ve toplumda bir karşılığı olsun istiyorsunuz. Ancak toplumsal olayları resmetmek değil, toplumda olup bitenlerin insanın içindeki yolculuğu çekiyor ilgimi. İnsanın düşmesi, kalkması, eğilmesi, bükülmesi, açılması, kapanması…

1970’lerden 2019’a çok da şey değişti aslında. Özellikle de içinde bulunduğumuz çağ “hakikat sonrası” dönem olarak adlandırılırken, yani insan ve gerçek arasındaki ilişki radikal biçimde değişmişken, bir “gerçekçi yazar” olarak sizin gerçekle ilişkinizin durumuna dair ne söyleyebiliriz?

“Toplumcu gerçekçi” dönemin yazarı olmak orada takılıp kalmak anlamına gelmiyor, bugünü anlatırken bugünün dilinin işe koyulması gerekiyor. Öte yandan sağlam, tartışmasız bir öneme sahip edebi metinleri okuduğumuzda dönem ayrımının ortadan kalktığını görürüz. Örneğin bugünün gerçekliğini Don Kişot’tan daha iyi anlatan bir eserden söz edebilir miyiz? Dönüp ne zaman Don Kişot’u yeniden okusak insanın gerçekliğini yeniden hatırlarız. Düşünmeye ve yazmaya başladığımda benim için de gerçekliğin dönemsel sınırları belirsizleşir. Farklılık biçim arayışlarında öne çıkar.

Bu kapsamda bir önceki kitabınız Kamçılanma Mesafesi ile son kitabınız Çoğunluk Dersleri’ni kıyaslarsak, Kamçılanma Mesafesi bir hastalık öyküsüyle başlıyor ve hastanede bitiyordu. Bu kitap da hastanede gerçekleşen bir intihar vakasıyla başlayıp yine hastanede bitiyor. Hayatınızın bir döneminde hastanede çalışmış olmanızın bunda etkisi muhakkak vardır ama sizin için “hastane” ile kadın gerçekliği ya da toplumsal gerçeklik arasında alegorik bir bağ mı var?

Şöyle bir bağ var: Beni kan tutar. Ama babam bana “Ya hemşire olacaksın ya da okumayacaksın,” demişti. “Harçlığını ben veriyorsam, benim istediğim şeyi okuyacaksın.” Böyle bir travmayla başladı benim için hemşirelik. Yine de sevebilirdim belki bu mesleği ama 12 Eylül öncesi dönemde yapılabilecek en zor işti. Çatışmalar nedeniyle hastaneye kurşunlanmış insanlar geliyor, faili meçhul bedenler üzerinde otopsiler yapılıyordu. Bu da ikinci bir travma olarak yer etti sanırım bende. Yapamayacağımı anlayıp istifa ettim sonra zaten. Yazmak biraz da böyle, kendinle yüzleşme. Öykülerimde sembollerimi buralardan seçerek kendi travmalarımı çözümlemeye çalışıyor olabilirim.

Bu minvalde Kamçılanma Mesafesi “kadın kadının hemşiresidir” diyordu sanki. Kadınlar kadınlarla konuşarak birbirini sağaltıyordu. Çoğunluk Dersleri’nde insanlar birbiriyle değil kendi kendine konuşuyor daha çok. İki kitap arasında toplum birbiriyle konuşma kabiliyetini mi kaybetti sizce? İki kitap arasında ne değişti?

Kamçılanma Mesafesi kafamda çok net oturan bir metafordu. Kadınlar, birbirine paralel uzanan elektrik yüklü teller. Bunlar arasındaki mesafeler iyi ayarlanmadığında ortaya çıkabilecek felaketler… Bu felaketlerin de örnekleri vardı aslında Kamçılanma Mesafesi’nde. Öyle güllük gülistanlık bir sağaltım süreci işlemeyebiliyordu. Ve o günden bugüne pek de bir şey değişmedi. Kadınlar birbiriyle dayanışabildiği gibi birbirine karşı husumet de üretebiliyor, hatta aynı ideolojiyi savunurken dahi… Bu “kazalar” da bir gerçeklik. Bunun da görünür olması gerekmez mi? Görünür olsun ki sorunlarımızı teşhis edebilelim.

Kitaba adını da veren öyküde “çoğunluk” kavramına yeni anlamlar yüklemişsiniz. “Çoğunluk dersleri”, “çoğunluk içkisi”, “çoğunluk doktorları” gibi ifadeler var bu öyküde. Yoksul intiharları şu anda gündemin birinci sırasındayken bu öykünün bir intiharla açılması bir kehanete dönüşmüş gibi de bir yandan. Tam da “çoğunluk” ile “çoğul”un karşı karşıya konulduğu, çoğunlukçuluğun bize karşı bir ideolojik silah olarak kullanıldığı zamanda nasıl bir müdahalede bulunmak istediniz?

Çoğunluğun içtiği içkiler var, yoksul şarapları. Çoğunluğun gittiği hastaneler var, geçtiği sınavlar var… Bir de azınlığın şarapları, hastaneleri var. Sınıf ayrımı bütün keskinliğiyle ortada, çoğunluk da biziz aslında. Fakat şeklimiz azınlık tarafından veriliyor. Bu doğrultuda da çoğunluğa ait olduğu sanılan bazı akıldışı “değer”lerin çoğunluktan dışlanmamak için sahiplenildiğine şahit oluyoruz. “Onlar” gibi olmaya çalışarak kendinden vazgeçiyor insanlar. Ve sonuç intihar bile olabiliyor. Böyle örgütlenilmez, böyle “çoğunluk” olunmaz demek istiyorum biraz da.

Çoğunluk Dersleri’nde kelimeler görevini yerine getiremiyor, ifade etmeleri gereken şeyleri ifade edemiyor gibi. İnsanların ağızlarından istemedikleri sözler çıkıyor, insanlar kendi ağızlarını kapatıyor konuşmamak için. Neden?

İnsanlar günümüzde ne söylemek istiyorsa tam tersini söylüyor çünkü buna şartlandırılıyor, hatta mesleki gelişimleri için bunun eğitimini alıyor. Bu şartlandırma insanların üzerlerine yapışan bir kimliğe dönüşüyor, sokağa çıktıklarında da artık bir başkası oluyor insanlar. İnsan ilişkileri yabancılaşma üzerinden ilerliyor, bu da yansımasını dilde buluyor.

Kitapta başkalarının kelimeleriyle konuşan karakterler var, bir çocuk var mesela, bir muhabbet kuşu var…

İktidar sömürmek istediği öznelerin konuşmasını engellemek için onlara taklit sözcükler verir. Bu yüzden yazmak çok kıymetli bir şey, özellikle kadın için çok kıymetli. Tarih yazıyla başlıyor, yazmayanın tarihi olmuyor. Tarihini bilmeyen çocuk kalıyor. Erk tam da bunu, yani kadını çocuk bırakmayı istiyor. Kadınlara yöneltilen sözüm ona sevgi hitapları bile, “yavrum”, “bebeğim” gibi, bu arzunun göstergesi. Yazmak isteyen kadınlarda yazının nadir kişilerde bulunan olağanüstü bir yetenek olduğu yönünde yanlış bir algıya rastlıyorum sık sık. “Onlar yazar, ben yazamam” düşüncesine. Oysa kadınlar diğer kadınların yazdıklarından beslenerek yazabilirler. Kadınlar mutlaka yazmalı, bunun için de mutlaka diğer kadınlardan öğrenmeli.

Bitirirken… Kadın yazınını şu anda nerede görüyorsunuz?

Çok uzun bir yoldan geldi kadın yazını. Okumadan önce Kadınların En Güzel Tarihi kitabının adı bende kuşku uyandırmıştı, nasıl bir güzellikle karşılaşacaktım ki? Oysa direne direne, kazıya kazıya gelişen öyle bir kadın tarihi var ki. Yalnızca mektup ve günlük yazmanın hak görüldüğü, kamusal alana yazıyla müdahale etmelerinin engellendiği günlerden geçerek geldi kadınlar bugünlere. Ve çok mesafe kat ettiler. Öte yandan şöyle bir gerçeklik de var: Bugün yazan, üstelik öncü kuramlar üreten kadınlarla yalnızca sözlü iletişime sıkışıp kalmış, yazmaya hiç girişememiş kadınlar eşzamanlı olarak mevcut. Bu iki ucu birleştirmek istiyorum ben öykülerimle.

Kadınlar bu dünyaya imgelerini bırakmak isterler, ancak rüyalarını anlatırken bile tereddüde düşerler. Çünkü bu dünyada anlatacakları şeyin karşılığı yoktur. Bu nedenle tırnak içinde “yalan söylerler”. Kadınlar bu dünyaya bir imge bırakmak için cadı olmamalarına karşın “Ben cadıyım” dediler. Var olduklarını kanıtlamak için yakılmayı göze aldılar. Bu yüzden ben buna “yalan” demiyorum, bunun adı “imgesini güzelleştirmek”tir. Kadın yazınında da gerçekçilik, kadının çıplak gerçekliği yansıtması değil, tahayyül ettiği gerçeği kurmasıdır.

Zeynep Uzunbay’la röportaj için buluştuğumuz Mayakovski Cafe’de yoğun bir gündü. Yanımızdaki masalar bir boşalıp bir doluyor, her yeni müşteri sohbetimizi merak edip çaktırmadan dinlemeye çalışıyordu. Röportajı bitirmiş kalkarken yan masadan bir kadın müşteri “Kusura bakmayın,” dedi. “Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü’nü bilirsiniz, şöyle başlar: ‘Bu romandaki her şey gerçek, çünkü hepsini ben uydurdum.’ Söylediklerinize kulak misafiri oldum da… Böyle bir katkı yapmak istedim. İyi günler.”