deryasonmez

Gürültüyle uyandım. Tren düdüğünün tiz sesi, sonra çufçufçuf. Geniş bir ovanın içinden geçiyoruz. Hızla yiten, yer değiştiren düzlükler. Bazen bir ağaç… Hızla kayboluyor. İşte bir tane daha. Tek çakımlık. Gözlerim ağaca takılıp geride kaldı. Saate baktım, iki buçuk. İstasyona varmamıza bir saat kalmış. Heyecandan mı bilmem midemde tuhaf bir karıncalanma. Kollarım, bacaklarım yerçekiminden kurtulmuş, bütün yüklerim kuş olup uçmuş, öyle tatlı, uçucu bir hayalin içinde yol alıyorum. Telefonun ekranı cevapsız aramalarla dolu. Hale tam on dört kez aramış. Öyle ya, ben de on dört kez duymamışım. Telefonu çalar çalmaz açtı. Film seyrederken uyuyakaldığımı söyledim. Trende geçen bir western klasiği izliyorum. Sesini biraz fazla açmışım. Üstünde durmadı. İzmir’e ulaşmış, eve varmak üzereymiş. Annesi en sevdiği yemekleri hazırlamış, keşke ben de olsaymışım. Keşke, dedim. Tarlada çalışan kadınlardan birisi ellerini gözlerine siper ederek bize baktı. Rayların kenarına dizilmiş çocuklar el sallıyor, ben de salladım. Vagonların gölgesi çocukların üzerinden geçti. Ardımızda titreyen rayların gürültüsü ve ufka doğru küçülen bir tren hatırası bırakarak ilerledik.

Gözüm camdaki yansımaya odaklandı. Kısa boylu, eğri boyunlu bir kadıncık. Ayakları dibinde içi çilek dolu bir sepet duruyor. Telefonda söylediklerimi duymuş dik dik yüzüme bakıyor. Gözlerimi kaçırdım. Telefona baktım, on dakika önce mesaj yazmış. Şemsiyemi aldım, birazdan çıkıyorum. Yanımda duran şemsiyeye bakıp gülümsedim. Bu onun aklına gelmişti. İstasyonda birbirimizi nasıl tanıyacağımızı konuşurken şemsiye fikrini ortaya attı. Bu mevsimde biraz gülünç olacağını düşünüp reddettim önce. Israr edince korkaklık yaptığımı sanmasından korkup tamam o zaman, dedim.

Bunca zaman yazıştıktan sonra ilk kez geçen gün… Geçtiğini ancak akşama doğru anladığım, vay be bugün de geçti gitti işte dediğim günlerden birinde yani, onu görmek istediğimi fark ettim. Aklımda sürekli değişen görüntüleri vardı gerçi. Bildiğim gözler içinden bir göz, tanıdığım dudaklar arasından bir dudak yakıştırmıştım ona. Her biri kendi hareketlerini dayatınca yüzü çarşamba pazarına dönmüştü. Sevdiği bir kitap hakkında yazdıklarını okurken cümleleri onun sesinden duymak istediğimi fark etmiş, adının çağrıştırdığı görüntülere bir de sesler eklemiştim. Olmadı. Hepsi biraz eksik, biraz çarpık. Gözünde aniden belirecek parıltının, cümlenin sonuna kondurduğu sessizliğin her şeyin anlamını değiştireceğini biliyordum. O harfini söylerken ağzı kıvrılıp nasıl da yuvarlacık olacaktı, T diye dilini damağına vurduğunda nasıl bir ses çıkacaktı, bilmiyordum.

Kadın hâlâ beni izliyor, arada başını kaldırıp baktığım yere, bulutlara bakıyor. Israrla gözünün içine baktım. Dudağının üstünde kesiği andıran çizgiler var. Yıllarca konuşmuş da az önce susmuş gibi. Konuşmayı kafasının içinde sürdürüyor, bir şeyler anlatmadığı bir dünya nasıldır bilmiyor. Sepetteki çileklere baktı. Çok yavaş ilerliyoruz diye iç geçirdi. Sonra da başını sallayarak kendini onayladı. Gözleri bir süre de çileklerde oyalandı.

Biraz dolaşmak, üzerimdeki ağır havayı dağıtmak istedim. Koridorda kimse yok. Kompartımanların kapısından baktığımda başı yanındakinin omzuna düşmüş adamlar, düşecek bir omuz bulamadığı için sallanan başlar görüyorum. Nefes kokusundan midem bulandı. Açık bir pencere buldum. Temiz hava, rüzgâr, tazelik. Yine aynı manzara. Yer değiştiren düzlükler, bir görünüp kaybolan yalnız ağaçlar. İlk karşılaştığımızda önce merhaba demek gerekir. El sıkışırız, yüzümde samimi bir gülümseme. Yolculuktan söz ederim, yaşlı kadını falan anlatırım belki. Şemsiyelerimize bakar güleriz sonra. Sonra? Pencere pervazına dayanıp aşağı sarktım. Rüzgâr gövdemi kuvvetle içeriye ittiriyor. Kollarımı uzattım. Gözlerimi kapadıktan sonra önce treni unuttum. Tren kaybolunca geçtiğimiz yollar, varacağımız istasyonlar da yok oldu. Hale, şemsiyeli kız, yaşlı kadın, çilekler, her şey. Yalnız rüzgâr ve ben. Gövdemi hafifçe yana eğerek rüzgârın içinden geçtim, arkamdan yetişerek saçlarımı havalandırdı. Bir süre aynı hızda, kol kola estik. Çayırların üzerinden, ağaç diplerinden, koyun sürülerinin arasından geçtik. Her şeyi yapabilirmişim gibi geldi bir an, insan rüzgârla bir olduktan sonra. Birden kolum bir engele çarptı, pencere. Pencere aklıma treni getirdi. Tren de diğerlerini çağırınca açtım gözümü. Kompartımana geri döndüm. Yaşlı kadın gözlerini şemsiyeye dikmiş oturuyordu.

Bakışmaya kaldığımız yerden devam ettik. Kadın gördüğünden fazlasını istiyor olmalı. Hele az önceki telefon konuşmasını duyduktan sonra. Bir falcının dikkatiyle bakıyor. Gördüklerini tartıp kendince anlam çıkarıyor. Birazdan yazgımı yüzüme okuyacak. Sorsaydı anlatırdım. Bir kız var, gözümle görmediğim, elimle tutmadığım ama varlığını bildiğim. Allah’a inanmak gibi desem anlardı, inançlı kadına benziyor. Yüzünü ardımızda bıraktığımız tepelere çevirip yavaşça başını sallardı. Evli misin, diye sorardı. Evet ama bu konunun kızla ilgisi yok. O sırada kompartımanın kapısından yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu girdi. İki yana açtığı elleriyle kapı kirişlerine asıldı, parmak uçlarında yükselip öne doğru eğilerek

Buralarda dolaşan küçük bir köpek gördünüz mü, dedi.

Görmedim. Daha şemsiyeli kızı da görmedim, bu neyi değiştirir ki. Küçük köpek belki saatlerdir burada dolaşıyor, az önce yaşlı kadının yanında tam karşımda kuyruğunu sallayarak oturuyordu. Ben düşüncelere dalmıştım, kadın çilekleriyle o kadar meşguldü ki karşımızda bize bakan küçük bir köpekçik olduğunu fark edemedik. O da bir süre sonra sıkılıp oyalanabileceği başka bir delik buldu.

Hayır, anlamında başımı salladım. Yaşlı kadın çocuğun yüzüne acıklı bir ifadeyle bakarak

Tren çok yavaş ilerliyor, dedi.

Sonra yine sepetine eğildi. Çürümüş çileklerden birkaç tanesini alıp cebinden çıkardığı poşete koydu. Çocuk iştahla sepete bakıyordu. Kadın sararmış bir bezle sepetin üstünü örttü. Uzun boylu genç bir kadın çocuğu kolundan yakaladı, nerelerdesin diye azarlayarak götürdü. Kadın bezi kaldırdı, sepettekileri incelemeye koyuldu.

Trenin istasyona yanaşırken çıkardığı gürültüyle irkildik. Göz göze geldik. Bir süre öyle kaldık. Sanki bunca zaman beklediğimiz değilmiş gibi, yola çıkma nedenimiz yalnızca kompartımanda oturup bu tuhaf yolculuğu yapmakmış gibi şaşkındık. Kadın birden kendine geldi. Hoşça kal bile demeden göz açıp kapayıncaya kadar trenden indi. Şemsiyemle beni baş başa bıraktı. Bütün yolcuların inmesini bekledim. Dışarıda kalabalık, belirsizlik, yeni bir hayatın çağrısı vardı. Yıllar önce yitirdiğimi sandığım bir yönüm canlanmaya başlamış gibi, uzun yılları tekerlekli sandalyede geçirmiş de yeni ayaklanmışım gibi kalktım. Bacaklarımla ne yapacağımı bilemeden kompartımanda birkaç tur attıktan sonra trenden inip kalabalığa karıştım. O kadar insanın arasında onu görmem zor. Şemsiyeyi açmadığım için onun beni bulması da olanaksız. Kalabalığı yukarıdan izleyebileceğim bir yer aradım. Belki hazırlıksız yakalanmaktan korktuğum için, belki ilk gören olmak için, belki de beni ararken yüzünde oluşacak ifadeyi merak ettiğim için. İnsan niyetlerinden tam olarak emin olamıyor. İkinci kata çıkıp trenin yanaştığı alana bakan bir kafeteryaya oturdum. Şemsiyeyi sandalyenin arkasına astım. Belki de öpmeliyim. Aramızdaki samimiyet bunu gerektiriyor olabilir. En iyisi ona bırakmak. Elini sıkarken onu kendine çekme ama öne doğru eğilirse aynı şekilde davranacak kadar yakınında dur. Kafeteryanın duvarları irili ufaklı aynalarla dekore edilmişti. Aynada onu gördüm. Bana bakıyordu. Elinde mavi yeşil pötikareli şemsiye, yüzünde kararsız bir ifade. Olduğunu sandığım kadınlardan hiçbirine benzemiyordu. Gördüğümü fark etmedi. Şemsiyeyi elindeki poşete tıkıştırarak kafeteryadan çıktı. Kalabalığın arasında gözden kayboldu.

Garson bir şey ister miyim, diye sordu sonra. Bir bardak çay alırım. Çayı uzatırken iyi olup olmadığımı da sordu. Benim bile daha ayırdına varamadığım şeyi hissetmiş, şaşırdım. İyiyim, dedim. Çayımı içerken gökyüzüne baktım. Güzel bir gün. İnsanın trene binip yol boyu manzara izlemek, sırf garda oturup bir bardak çay içebilmek için bunca yolu göze alacağı kadar güzel. Garsona İzmir’e kalkan otobüslerin yerini sordum. Yarım saat sonra kalkacak otobüse binersem gece Hale’nin yanında olabilirim. İtiş kakış bir yerlere yetişmeye çalışan kalabalığın arasında yaşlı kadını gördüm sonra. Sepetin içindekiler yere saçılmıştı. Eğilmiş çilekleri toplamaya çalışıyordu. Yanından geçenlerin çileklerin üzerine bastığı, istemeden de olsa kadının koluna bacağına çarptığı oluyordu. Kadın aldırmıyor, dikkatle yeri inceleyerek sepetine atabileceği sağlam çilekler arıyordu.

Derya Sönmez

Öykü ilk kez Notos’un 51. sayısında (Nisan-Mayıs 2015) yayımlanmıştır.