Screenshot_20191122-094539_2
Hande Çiğdemoğlu

Sevgili Günlük,

Bir araya gelmeyeli uzun zaman olmuş. En son sana yazdığımda lisedeydim sanırım. Pembe yaldızlı bir kabın vardı, bir de isteyenin kolayca açabileceği kilidin. Kurşun kalemlerin ucu kütleştikçe, ruhum ferahlardı. “Bunca zaman neredeydin?” diyor olmalısın. Haklısın ama geç de olsa geldim işte.

Sana anlatacak fazla bir şeyim yok aslında. Anlatma işinin nasıl olduğunu da unutmuş olabilirim. Dünyanın en kuvvetli, en vazgeçilmez duygusuymuş bu yalnızlık. Kimilerine göre kimsesizlik, garibanlık. Ben özgürlük dedim peşine takılıp bugünlere geldim işte. Beni bilirsin. Oldum olası kalabalıkları sevmem. Etrafımda ne kadar çok insan olursa kafam o kadar karışıyor. Uğuldayan bir arı kovanından çıkmaya çalışan bir kelebek gibi hissediyorum kendimi.

Bir iğne oyasıydı elimdeki, işledim yıllarca. Bile isteye, kimi zorla, kimi kendiliğinden, kimi mücadele ederek başardım içinde sadece kendimin olduğu bir hayat kurmayı. Bak işte, şimdi kimseye hesap vermek zorunda değilim, kimseye göre plan yapmıyorum, acıkınca yiyorum, uykum gelince yatıyorum. Telefonumu istersem açıyorum, istersem açmıyorum. Pek de çalmıyor zaten artık.

Kapım da çalmıyormuş biliyor musun? Bugün elimde paketler, dirseğimle ışığın düğmesi yerine zile bastım. Zilimin sesini ilk kez duydum. Kısa ve metalik bir “dııırt” sesi. Altı ay oldu buraya taşınalı, kimse basmamış demek. Ne misafir, ne konu komşu, ne kargocu! Yanlışlıkla bile basan olmamış. Çok da dert ediyorum sanma, fark etmemişim bunca zaman, ona şaşırdım.

Zilin sesini hiç sevmedim sevgili Günlük. Aklıma çocukken oturduğumuz evinki geldi. Babamın adının yazılı olduğu kâğıdın zor sığdığı dikdörtgen şeyin, bir kuşun evi olduğunu sanıyordum. Kuşun coşkuyla başladığı ötüşü, kapı açılıp misafirler ayakkabılarını çıkarana kadar sürerdi. Sonlara doğru sesi yorgunlaşıp azalırdı, ötüşü bittiği için kuşun üzgün olduğunu düşünürdüm. Neyse ki öyle çok gelen gidenimiz vardı ki, küçük kuşun üzülecek vakti olmazdı. Oysa benim artık ne çok vaktim var. Sevinmeye de, üzülmeye de, düşünmeye de.

İş yerinde laboratuvardayken, pazar günleri sahilde yürüyüş yaparken, çabucak biten market alışverişinden sonra köşedeki pastanede çay içerken, evde yemek yerken, dışarıda yemek yerken, evde film izlerken, sinemada film izlerken tek başınayım. Duygularımı pek coşkun yaşamıyorum, biliyorsun, ama düşünmek için gayet elverişli vakitlerim var.

Eskiden de öyleydi. Kalabalık evimizde, ne zaman bir köşeye çekilsem ya babaannem bir şey isterdi, ya annem seslenirdi. Kardeşlerim desen dibimden ayrılmaz, bir rahat bırakmazlardı. Zaten gündüz babaannemin misafirleri, akşam babamların ahbapları, boş kalmazdı ki ev. Hep bir telaş, bir cümbüş. Sana yazmak için, arka bahçeye kaçardım hatırlasana. O zamanlar, bahçedeki toprağı eşelerken bulduğum solucana söz vermiştim. Bir gün yalnız yaşayacak, sessizlik ve özgürlüğün tadını çıkaracaktım. Yazık bugünümü göremeden bir kargaya yem olmuştur o solucan.

Sözümü tuttum ama bak! Okulları bir bir bitirdim, kariyer basamaklarını ikişer üçer çıktım. Evlenmedim de oh olsun. Ne koca, ne çoluk çocuk, ne kayınvalide kayınpeder. Tek tabancayım, kimseyle bir bağım yok. Okuldaki arkadaşlar yıllıklarda kaldı, iş arkadaşları ancak serviste, yemekhanede. Öyle yılsonu yemeğiymiş, bilmem kimin düğünüymüş, müdürün doğum günüymüş, hayatta işim olmaz. Bahaneden bol ne var, hiç birine katılmıyorum tabii. Çok da iyi yapıyorum.

Etrafımda dırdırlanan, yediğimden içtiğime, giydiğimden sürdüğüme karışan arkadaşlar da yok şükür. Sevgilimin olmadığını da tahmin etmişsindir. Aşk meşk işleri bana göre değil. Bir erkeğin sevgisi bana ne katabilir Allah aşkına? Kendi kendimi severim ben, kimseye ihtiyacım yok. Hem görüyorum etraftaki ilişkileri. Beni o şapşal kadınlarla karıştırma, sevgili Günlük. Keçiboynuzu misali, bir damla bal yiyeceğim diye tahta kemirecek değilim. Kendi cinslerimle bile anlaşamazken, karşı cinsle birlikte olmak hele aynı evi paylaşmak çılgınca değil mi? Neyse kapatalım bu konuyu. Şimdi sen “eskiden bir kalbin vardı, ne oldu?” falan dersin.

İşte bayramdan bayrama memlekete gidiyorum, bizimkileri görüyorum. Bazı bayramlar pas geçiyorum tabii. Hiç mi tatil yapmayayım? Seyahatlerde rotayı dillerini bilmediğim ülkelere çeviriyorum. Ne dediklerini anlamadığım için yorulmuyorum.

Özellikle annem bu duruma bozuluyor. Ne hayırsızlığım kalıyor, ne vefasızlığım. Kardeşlerim desen peş peşe doğuruyorlar. Teyze olmak güzel tamam da, çok ağlıyor bebekler, büyüyenler yaramazlık peşinde. İnan kafam kaldırmıyor. Zaten kocalarını da sevmiyorum. O üstten üstten bakmalar, karıları üzerinde tahakküm kurma yarışları, “Baldız, bacanak yok mu?” şakaları. Hadsizler! Benimkiler de bir tuhaf. Küçük kız kardeşim küstü bana. Neymiş bebek mevlidine gitmemişim. Daha diğerini doğuralı 2 sene oldu, kulaklarımda çınlayan viyaklamaları geçmedi daha. Gerekli gereksiz bir dolu insanın içine girmek istememenin nesine bozuluyor anlamıyorum. Gider hediyemi veririm bir ara.

Annem geçen gün mesaj atmış. Telefonla konuşmayı sevmediğimi öğrendi nihayet. Dayımın karısı vefat etmiş, “Cenazeye gel” diyor. Hem kuzenlerle buluşurmuşum, hem hısım akrabaya görünsem de iyi olurmuş. Herkes yabani diye konuşuyormuş arkamdan.

“Allah rahmet etsin üzüldüm üzülmesine de ben gelince ne olacak, geri mi getireceğim rahmetliyi?” diye cevap yazdım. Neyse ki göndermeden silip, işten izin alamayacağımı yazdım. Onca insanın sorgu sualini çekemeyeceğim, kimse kusura bakmasın. Hem cenaze merasimlerinde moralim bozuluyor çok. Aklıma babam geliyor. Bu kadar erken gidecek ne vardı? En çok onu özlüyorum.

Neyse, ne diyordum. Haa, kapı zili. Bu akşam bir haller oldu bana. Kapı zili fitili ateşledi sadece. Eve girip hemen üzerimi değiştirdim. Giysilerimi gardıroba koymak yerine, ortada duran ütü masasının üstüne attım. Sabahları oradan almak daha kolay oluyor. Gerçi çok dağılmış, sanırım temiz gömleğim de kalmadı. Pazar günü hepsini yıkayıp ütülesem iyi olacak.

Biliyor musun bu hafta diyete başladım. Ne zamandır her akşam pizza, pide falan yiyordum. Yaş kırka dayandı, artık eskisi kadar kaldırmıyor demek vücudum, tam üç kilo almışım. Geçen gün kinoa haşlayıp dolaba koymuştum. Onu çıkarıp, üstüne yoğurt koydum. Biraz da nane koyacaktım ama kavanozu açmamla güvelerin uçması bir oldu. Tüylerim diken diken oldu, kusacaktım neredeyse. Balkon kapısını açıp, mutfaktan kaçtım. Oldum olası nefret ederim güvelerden. Şimdi kocam falan olsaydı, belki ona söylerdim. Nasıl diyorlar. “Hayatıım, şu güveleri kovalar mısın? Ayy çok fena oldum.” Öyle kırıtık konuşamazdım belki, ama biri şunları benim yerime halletse fena olmazdı.

Kinoalı kaseyi kapıp salona kaçtım. Çabucak televizyonu açtım. Sesi her zamanki gibi kısıktı. Haberleri alt yazılardan okumayı daha çok seviyorum. Ağzıma koca bir kaşık attım. Of ne biçim şey şu meret. Tadı yok, tuzu yok. Aslında bizim ince bulgura benziyor. Ama taa Peru’dan geldiğine göre bir alameti vardır herhalde. Aklıma annemin yaptığı kısırlar geldi. Günlerinin vazgeçilmezi, kıymalı kol böreği ve nar ekşili kısır. O gürültü patırtı, misafir teyzelerin coşkulu kahkahaları, kısık sesli dedikoduları başka türlü nasıl çekilirdi? Ağzımda bir lokma börek, bir kaşık kısır, bir yudum limonata olurdu hep, kimi zaman gülerdim itiraf edeyim. Ne komik fıkraları vardı Hamide Teyze’nin.

Sehpanın üzerinde ters dönmüş sevimsiz bir tosbağa gibi duran kâseye baktım. Sonra eve. Minderlerinde en ufak bir bozulma olmayan bir kanepe, taş gibi sert bir koltuk. Ortada tozu birikmiş bir sehpa. Üzerinde birkaç dergi. Yanında, babaannemin bitmeyen 999’luk tespihleri gibi duran kitabım. Dibindeki kahverengi tortudan birkaç gün öncesinden kaldığı belli bir kahve fincanı. İşte benim hayatım! Her şey ne kadar tanıdık ve ne kadar soğuk. Her şey birbirine yakın ama hepsi birbirine yabancı. Tıpkı televizyonda haberleri sunan sunucuyla göz göze olup birbirimizi görmediğimiz gibi.

Kumandaya uzanıp radyoyu açtım. Biraz müzik iyi gelebilir diye. “Yazımı kışa çevirdin, karlar yağdı başa Leyla’m.” Nereden çıktı bu türkü kanalı diye söylenmeye kalmadan belleğime uzun zamandır uğramayan anılar hücum etti. Üniversitedeki ev arkadaşım Gülden. Ne kadar güzel bir sesi olduğunu, finallerin bittiği günün akşamı öğrenmiştim. Sınav dönemi o kadar bunalmış, öyle yorulmuştuk ki o gün eve dönerken büfeden paramızın yettiği kadar şarap, votka, bira almıştık. Sanki içmeyi biliyormuşuz gibi, ondan bundan karıştıra karıştıra içtik. Ağlama, dövünme ve kusma faslından önce Gülden içli içli bu türküyü söylemişti. Sevdiği bir çocuk vardı o sıra, onu Leyla diye bir kız için terk etmişti. İyi kızdı Gülden. Yarı zamanlı o işe girdiğimde benim için çok sevinmişti, oysa kiranın tamamını vermek ve yalnız yaşamak için çalıştığımı bilmiyordu. Kısa süre sonra öğrendi. Gönül koymuştur illa ki, ama hiç belli etmedi. O ay, masraflara baştan ortak olmasına rağmen evi boşalttı.

Bu gece işler yolunda gitmiyor. Aklıma gün yüzü görmemiş anılar, unuttuğumu sandığım isimler geliyor. Sıradakini tahmin edersin sevgili Günlük. Hani sana yazdığım zamanlardan bu yana sol yanımda taşıdığım o yara. Kabuklanıp düşen, sonra tekrar kanayan o yara. Ona dair hiçbir şeyin ne aklımı ne yüreğime uğramaması gerek artık. Üzerinden neredeyse bir ömür geçti. Hele bu akşam, o hiç gelmesin. Yokmuş, hiç olmamış gibi davransın. İsminin harfleri bile mümkünse alfabeden silinsin. Lütfen!

Biraz kitap okumaya karar verdim. Sehpada yarım duran kitaba elim gitmedi. Birbiri içine girmiş kelimelerinden öyle sıkıldım ki, sanki okurken biri boğazımı sıkıyor. Şu başladığım kitabı bitirmem lazım disiplininden kurtulmazsam, sanırım kitap bitmeden öleceğim. Kalkıp kitaplığın karşısına geçtim. Belki eskilerden bir şeyler bulurum diye. Gözüme Martı ilişti. Sevinçle elime aldım.

“Jonathan gün batımına kadar sürekli uçtu, vaktini diğer martılarla birlikte olmak için harcamadı. Havada daireler çizmeyi, takla atmayı, yavaşça dönmeyi, tersine dönüşü, her şeyi öğrenmişti.”

Biraz kendime gelmiştim. Altını çizdiğim yerleri tekrar okursam, yola çıkışımı, yolculuğumu, istasyonlarımı yine gururla okşayacaktım, buna emindim. Şu huzursuz nostalji halinden ivedilikle kurtulmam gerekiyordu. Neşeyle yatak odama yöneldim. Hay aksi, nevresimin değişmesi gerekiyordu. Yalnız yaşayanların şu çift kişilik yatak özentisine niye yakalanmıştım ki. Oysa yatağın aynı kenarında büzülüp uyuyordum her gece.

Söylene söylene değiştirdim nevresimi. Her zamanki gibi kollarım yorganın iki ucuna yetişmedi. İnsan, hayvan, hayalet, peri, her kim olursa olsun şu pencereden biri girse de diğer ucundan tutsa, bir kez bile olsa yorgan kılıfa doğru düzgün yerleşse istedim. Olmadı tabi. Kan ter içinde, kendimi yatağa attım. Neyse ki Martı yanımdaydı. Bunca zaman neden buluşmadık diye hayıflandım. Kitabımı, kıvırdığım dizlerimin üstüne alırken kucağıma bir kâğıt düştü. Üzerinden onlarca yılın geçtiği belli olmayacak kadar taze bir yazı. O kelimeleri ardı arkasına dizdiğim gecenin nemi gelip boğazıma yapıştı.

“Ters çevrilmiş kayıklar gibi küskünüm. Unutulmuş, eskimiş üstelik fena halde ıslağım. Bunu bilmiyor olamaz. Çürüyorum.”

Kaçmaya çalıştıkça peşimi kovalayan bir canavarsın sen diye bağırmak istedim. Güçlü olduğunu sandığın anda, böyle kalkansız, miğfersiz kalıvermek kanıma dokundu. Hayatımdaki her şeye geçen hükmüm, yıllar öncesindeki bir kalp yarasını kapatamamış olamazdı. Sesim çıkmadı. Gözlerimi sıkıca yumup uykuya kaçtım. Birkaç saatlik delik deşik bir şeydi.

Sevgili Günlük, bunları sana mutfak masasında yazıyorum. Güveler çıkmış. Belki de kaçmışlardır. Bu içtiğim kaçıncı kahve bilmem. Yemek tarifleri yazmak için aldığım defteri buldum çekmecede. Zaten bomboştu. Buraya yazdığım için gücenmiyorsun değil mi? Birazdan güneş doğacak, şu lambayı kapatır mısın? Sonra gel beraber izleyelim günün uyanışını. O cüretkâr renk cümbüşü, tek başına izlenmeyecek kadar güzel olmalı.

Hande Çiğdemoğlu