20180719_204808.jpg
Esra Kara

Tahta sandalyenin bacaklarına dolanmış oturuyorum kapı önünde. “Sen yokken müşteri gelmez değil mi?”

“Bu saatten sonra sanmam. Hem gelirse Kıvırcık’a el edersin. Bir koşu haber verir.”

“Sen dükkânda olmayınca korkuyorum,” dedim kitap dolu rafları işaret ederek. “Arkalarında birileri var sanki. İçeri girmesem, kapı önünde beklesem?”

Yanağımdan makas alarak “Bak neler de bilirmiş. Okudukça seveceksin, o zaman hiç çıkmayacaklar aklından.”

“Abi…”

“Hadi gidiyorum, çabuk söyle.”

“Hep o kitaplar giriyormuş kanına. Şeytan gibiymişler, aklını çelen hep onlarmış.”

“Annem mi söyledi bunları? Aldırma.”

Kafa salladım. “Sonra Hamiyet de anneme dedi ki…”

“Öf! Bırak şimdi Hamiyet’i,” diye bağırarak gitti. Kapı hızla kapandı ardından. Yüreğim bir tuhaf oldu, sanki kuşlar kanat çırptı ve bir daha dönmemek üzere gittiler içimden. Yok canım niye dönmesinler? Bekliyorum öylece kapı önünde, az sonra dönecekler, hem abim, hem de kuşlar.

***

Annem de abimi bekliyor benim gibi kapıda pencerede. Abim dün öğlen, yemekten sonra yaktığı sigarasından bir iki nefes çekmişti ki annem “Oğlum, gülüşüne kurban olduğum, ne zaman dışarıda bir gürültü, bir silah sesi duysam yüreğim ağzıma geliyor,” diyecek oldu. Yeşil gocuğunu söylene söylene sırtına geçirdi, sigarasını merdivene fırlatıp gitti abim. “Neden yere atıyorsun,” diye soruyorum bazen. “Hiç,” diyor. “Anneme inat.”

Abim gider gitmez Hamiyet damladı yine. Söylesem “İşi gücü bizim kapıyı gözetlemek bu kadının, ben kapıdan, o bacadan,” der şimdi.

Annem de “O olmasa benim derdimi kim alacak? İki lafın belini kırıyoruz, şuncacık keyfi de çok görmeyin bana,” der, toz kondurmaz Hamiyet’e. Keyifleri yerindeyse beraberce şarkı türkü dinler, dedikodu yaparlar.

Abim kızınca “Zararsızından canım,” diyor annem.

“Sakın uyma sen onlara, dedikodunun zararsızı olmaz, baktın ki yine onun bunun paçasını çekiştirmeye başladılar, fırla gel dükkâna al eline kitabını,” diyor abim.

Radyoda “Önce özetler,” diyen spikerin sesine kulak kesilen annem pirinç ayıklıyor. Hamiyet sürfile yaparken bir yandan da “Kötü olacak bu işin sonu kötü, her gün her gün. Yürek mi dayanır? Evlatlar gidiyor gencecik,” diyen anneme kafa sallıyor.

“Korkuyorum vallahi. Babasız çocuk büyütmek, zor. Hele oğlansa tut tutabilirsen.”

Yangına körükle giderek ”Hele bu devirde,” diye kulağını çekip üç kere tahtaya vuran Hamiyet, “maazallah delifişek.” diye tamamlıyor annemin lâfını.

“Ay sus Hamiyet! Açma şom ağzını. Bak yine yüreğim kahve telvesi gibi kabardı. İçim fena oldu,” diyerek buzdolabını işaret ediyor. Hamiyet dolaptan kırmızı etiketli şişeyi alıp suya damlatıyor. Annem, bir dikişte içiyor yüzünü buruşturarak. Sandalyeden kalkıp tortop oluyor pencere kenarındaki sedirde. Yemenisini başına çeki yaparken “Başım tuttu yine,” diye sızlanışıysa abimin dediğine göre yine numara.

“Hep üzüntüden. Ah, kız Necla, unutmasam iyiydi. Görümcem, kaynanama kahve getirdi, hem de alaman kahvesi. Bana da bir iki pişirim verdi, getireydim şimdi iyi gelirdi başına, birer tane de tellendiriverirdik.” Hamiyet kıkırdayınca, annem zoraki gülümsüyor.

Yüz bulup “Televizyonu açayım mı anne?” diyorum.

“Dur kız, bir de sen çıkma başıma! Daha saati gelmedi, hem başım kaldırmaz şimdi.”

“Anne,”

“Ne var?”

“Skaylap düşecekmiş, ölür müyüz?”

“Hey yarabbim! Sen bilirsin. Kim sokuyor bu gâvur icadı lâfları kafana kız?”

Hamiyet basıyor kahkahayı, “Kim sokacak?”. Yüzüne alaylı bir gülüş oturuyor. Gözlerini devirerek “Kız Zeynep o da ne?” diye soruyor. Konuşmak gelmiyor içimden, sıkılıyorum onun bu yapmacıklı hallerinden. Allahtan üstelemiyor bu sefer.

Odadaki gergin hava annemin “Kar soğuğu bu,” demesiyle akışını değiştiriyor. Gözü dışarıya kayıyor.

“Yarına kalmaz yağar, bak görürsün,” diye onaylıyor Hamiyet.

Annem oturduğu yerden ”İki odun alıver kızım avludan, soba geçmesin, az sonra elektrik de kesilir karanlıkta zor olur,” diyerek perdeyi çekiyor. Bir sır verecekmiş gibi yaklaşıyor Hamiyet’e. Meraktan avluya çıkar gibi yapıp kapı aralığından dinliyorum.

“Hayır olsun inşallah,” diyen Hamiyet’in sesiyle tekinsiz bir düşü zihnimin derinliklerine doğru yolladığımın ayırdına varmadan yarım yamalak sözcüklerin izini sürüyorum.

Annemin “…sonra kar kana bulandı,” deyişi, Hamiyet’in “Aaa! Hiç endişe etme komşum, kan rüyayı bozar,” diyerek onu teselli edişiyle sonunun nasıl biteceğini önceden bildiğim bir filmin içinden çıkıveriyorum.

Gözlerimi ovuşturarak avluya çıktığımda Filozof’u arıyorum. Odunluğa sokulmuş, beni görünce kuyruğunu sallayarak yanıma geliyor. Annem Hamiyet’te olsa içeri alırdım. Sarılıp okşuyorum. Boynunu uzatıp bacaklarıma sürünüyor. Gözlerini kısıp sipsivri dişlerinin arasından dilini sarkıtıyor, kocaman gülümsüyor.

Anneme söyleyince “Dellenme kız,” diyor. “İt bu, it dediğin güler mi hiç?”

“Bana ne, ben gördüm, güldü işte. Sen onu sevmiyorsun ya, mundar hayvan diyorsun ya seni görünce ondan hırlıyor.”

“Bunları hep o hayırsız abin sokuyor kafana, o izbe dükkânda sabahtan akşama yapacak iş yokmuş gibi oku oku, beyni yıkandı, yetmedi sıra sana geldi. Yoksa sen daha küçücük çocuksun, nereden uyduracaksın bunları?”

“Ben küçük değilim bir kere,” diyorum. “Hem sana da her şeyi Hamiyet öğretmiyor mu?”

“Hey Allah’ım sen bilirsin, sabır ver bana bunlarla,” diyor annem, ayağından terliğini çıkarıp gösteriyor. Az daha konuşursam kafama yiyeceğimi bildiğimden dükkâna zor atıyorum kendimi.

Kıvırcık, dükkânını yeni kapatmış bizimkini bekliyor. Kısık gaz lambası alevi, yüzünde yalazlanıyor. Abimi soruyorum, kafasını okuduğu kitaptan kaldırmadan “Az sonra gelecek,” diyor. Yüzünü inceliyorum. Tıpkı Kaptan Swing’e benziyor.

Dayanamayıp ”Kıvırcık abi, bundan sonra sana Kaptan Swing desem?” Gülümsüyor. Raftan aldığı kitabı fırlatıyor, yakalıyorum.

Kaptan Swing’in Maceraları elimde, kapı önüne çıkıyorum yine, tahta sandalyeye oturup bacaklarımı doluyorum. Bir türlü kendimi okuduklarıma veremiyorum. Annemle Hamiyet’in söyledikleri gitmiyor kulaklarımdan. Kovmak için sokağı dinliyorum. Filozof’un avludan gelen ulumalarına mahallenin köpekleri karşılık veriyor. Hafiften kar atıştırıyor, taneler yüzümün alevinde hemencecik erirken gözlerim uykuya yeniliyor.

Uzaktan gürültüler geliyor. Polis arabalarının sirenine birkaç el silah sesi karışıyor. Sokağa doğru birkaç kişi koşuyor. Arkalarında birileri onları kovalıyor. Öndeki uzun oğlan, bizim sokağa girer girmez vuruluyor. Kar kana bulanıyor. Ayy! Demişti, annem demişti. Hamiyet’i dinlememeliydi. Hiç kan, rüya bozar mıymış?

“Zeyno! Zeyno! Öf be kızım, ne bağırınıp duruyorsun? Uyuyacaksan git evde uyu!”

Elimi gözlerime siper ediyorum. Abim, karanlığın içinden, karşıdan geliyor sırıtarak.

“Mahalleyi ayağa kaldırma akşam akşam, hem hava soğudu, hadi içeri, kar geliyor.”

Kucağına zıplıyorum, başımı omzuna gömüyorum.

Mırıldanıyorum, “Abi.”

“Ne var?”

“Hamiyet var ya.”

“Var, olmaz olsun.”

“Öyle deme bir daha.”

“Hoppala, hangi dağda kurt öldü, kızım?”

“Yok Abi, iyi kadın Hamiyet, seviyorum artık onu. Arada saçmalasa da bir daha hiç kızmayalım olur mu?”

Omuz silkip “Olur,” diyor.

Esra Kara