Adsız.jpg
Nilüfer Marım

Sonbahardı. Yağmur yağıyordu. Hiç durmadan. Yapraklar dökülüyordu. Resim dersinde en arka sırada oturuyordum. Dalgındım. Resul yanımdaydı. Kolumu dürttü. Baksana lan, dedi. Senin alet kaç santim? Bilmem, ölçmedim. Ha siktir lan, dedi. Hiç mi merak etmedin? Etmedim. Bugün okul çıkışı bize gel de ölçelim, dedi. Benimki çok kısa galiba. Yüzü ağlamaklıydı. Endişeli. Olmaz, dedim. Oğlum, en yakın arkadaşın değil miyim lan, ne var ölçsek. Israr etme, dedim. Sen de bir gün benden bir şey istersin amına koyayım. Sustum. Zil çaldı. Tenefüse çıktı Resul. Oturdum. Önüme baktım uzun uzun. Yağmur yağmasa iyiydi, dedim kendi kendime. Eve gitmeyi hiç istemiyordum. Annemin sesini duydum sonra. Sınıf kapısındaydı. Usulca sesleniyordu. Ahmet, Ahmet. Ne işin var burada, dedim. Öğretmen çağırdı, dedi. Dalgın, demiş. Çok yetenekli aslında… Sen ne dedin? Hiç, dedi. Başını öne eğip. İyi, git şimdi, dedim. Paran var mı? Var. Yoktu. Babandan da istemiyorsun oğlum, nereden var, dedi. Avucunda sıktığı parayı cebime sokuşturmaya çalıştı. Var işte deyip ittim. Benim param bu oğlum, dedi. Temizlikten. Akşama görüşürüz, dedim. Gitti. Resul, annemi gördü. Ne iş lan? Resimci çağırmış, dedim. Sesini çıkarmadı. Başkasının yanına oturdu. Yalnızdım. Kuru yapraklarla yapılan kolaj umurumda bile değildi.

Okul çıkışı yağmur dinmişti. Resul bisikletiyle yanımdan hızlıca geçip gitti. Yürüdüm. Yürüdüm. Su birikintilerine basa çıka. Ayaklarım ıslandı. Üşüdüm. Eve gittim. Annem yoktu. Soba boruları holdeydi. Keşke kursaymış, dedim. Çantayı bir kenara atıp uzandım. Anahtar sesini duydum sonra. Anne, dedim. Ses yok. Anne, sen misin?

İçeri girdi. Elindeki siyah poşeti kapının yanına bıraktı. Ceketini çıkarırken cebinden sigarasını aldı. Doğruldum. Koltuğun köşesine büzüştüm. Bacaklarım tir tir titriyordu. Yanıma oturdu. Kolunu omzuma atıp, okul nasıldı, diye sordu. İyi, dedim. Zayıf not istemem ona göre. Merak etme, dedim. Rıza’nın oğlu mu senin kankan, dedi. Resul, evet dedim. O pezevengin oğlundan başka arkadaş bulamadın mı lan kendine. Babasının pezevenk olduğunu bilmiyordum, dedim. Artık biliyorsun, onun yanında görmeyeceğim seni diye sıkı sıkı tembihledi. Sırtım ter içindeydi. Dışarı çıkmam lazım, annem ekmeği unutma, demişti. Apar topar çıkıverdim. Kapıya yaslandım. Kalbim ağzımdaydı. Resul’e gittim. Camdan baktı ilkin. Açtı sonra. Ne var, dedi. Gelsene dışarı, dedim. Gelemem. Ne diyeceksen burada de. Senin baban pezevenk mi, dedim. İtti beni, merdivenden yuvarlandım. Üstüm başım su gibi oldu. Bunu demeye mi geldin lan, dedi. Bunu demeye mi? Yok, dedim. Öyle bile olsa sen hala benim en yakın arkadaşımsın demeye gelmiştim. İçeri girdik. Pantolonunu indirdi. Ağlayarak. Baksana lan Ahmet, bak bir, dedi. Böyle küçük çük mü olur? Bakmadım. Yok, merak etme, küçük değil, benimki de o kadar deyiverdim. Koştu boynuma sarıldı. Sahi mi diyorsun, dedi. Yemin ettim. Yalandan da olsa ettim. Çarpılmak falan umurumda bile değildi. Yüzü güldü Resul’ün. Bahçeye çıkıp oynadık. Resul, dedim. Sana çok önemli bir sır vereyim mi? Ne sırrı lan, dedi. Senin ne sırrın olur ki… Var, dedim. Yoksa senin baban da mı, dedi? Gülmeye başladı sonra. Koşarak uzaklaştım oradan. Arkamdan bağırdı. Şaka yaptım, gel, daha yeni barışmıştık amına koyayım.

Nilüfer Marım